29 Mayıs 2011 Pazar

Dersim Olayını Araştırmaya Devam: Ayşe Hür Sorguluyor



TARİH DEFTERİ 29.05.2011
Ayşe Hür
Atatürk mü, İnönü mü, Bayar mı sorumlu



Gazetelerden okumuş olabilirsiniz, 26 Mayıs 2011 günü Brüksel’de, Avrupa Parlamentosu’nda (AP) “74. Yılında Dersim 38 Gerçeği ile Tarih, Siyaset ve Hukuk Üçgeninde Yüzleşme” başlıklı bir toplantı yapıldı. Toplantıda konuşma yapan Avrupalı ve Türkiyeli siyasetçi, gazeteci, hukukçu ve bilim insanları arasında ben de vardım. Bu toplantının ruhuna uygun olarak, bu hafta bundan 74 yıl önce Dersim’de yaşananları bir kez daha hatırlatmak istiyorum.

Bilindiği gibi bugün Tunceli, Bingöl, Erzincan, Elazığ’ı da içine alan bölgenin adı bir zamanlar Dersim’di. Osmanlı belgelerinde bölgedeki aşiretlerden genel olarak “Dirsimli” veya “Dujik/Duşik” aşiretleri olarak söz edilir ve hepsi “Ekrâd (Kürtler) taifesinden” olarak sınıflandırılırdı. Dersim Sancağı 1847 yılında Erzurum Vilayeti’ne, 1859’da Harput Vilayeti’ne bağlanmıştı. Bu tarihten sonra bazen sancak, bazen vilayet, bazen mutasarrıflık olan Dersim merkezin bir türlü hâkim olamadığı bölgelerden biriydi.

Paşa raporları
Osmanlı dönemindeki ilk “Dersim Raporu” 1896 yılında hazırlandı. Bunu başka raporlar izledi. Hemen hepsi askerî komutan ya da paşalar tarafından kaleme alınan raporların ortak noktası, Dersimlilerin “vahşiler, ilkeller, cahiller, eşkıyalar, ikiyüzlüler” gibi aşağılayıcı bir dille ele alınmasıydı. Devlet için Dersimli demek kanun tanımaz, asi, otorite düşmanı, başına buyruk kişiler demekti. Devlet vergi ve asker vermekten kaçınan, merkezin atadığı memurları dinlemeyen Dersimlileri yola getirmek için nadiren ikna ve nasihati, çoğunlukla zoru seçti. Dersim’e 108 kez sefer yapıldığını söyleyen Türkçü Osmanlı aydınlarından Naşit Hakkı (Uluğ) sonucu şu veciz sözle özetlemişti: “Devlet Dersim’e sefer etmiş ama zafer eyleyememiştir!”

Dersim çıbanbaşıdır
Ama Cumhuriyet döneminin modernleşmeci kadroları, bu durumu en kısa zamanda, en az maliyetle ve en radikal biçimde halletmeye kararlıydılar. Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey, Şubat 1926’da hükümete sunduğu raporda şöyle demişti: “Dersim, Cumhuriyet hükümeti için bir çıbanbaşıdır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak ve elim ihtimalleri önlemek, memleket selameti için mutlaka lazımdır.”

1931’de Birinci Umumi Müfettişi İbrahim Tali (Öngören) izlenecek yöntemi şöyle açıklamıştı: “A) Bütün Dersim’in hariçle münasebetini kat ederek (keserek) taarruzlarına ve ticaretlerine mani olmak, aç kalacak halkı zamanla kendiliğinden ilticaya icbar etmek (zorlamak) ve şu suretle Dersimi fenalardan tahliye. B) Her tarafı esaslı surette kapadıktan sonra ihata çemberini tedricen darlaştırmak ve fenalıklardan dolayı yakalananları derhal Dersim’den çıkarak Garba atmak ve serpiştirmek.”



Okşamakla olmaz!
Erkânı Harbiye Reisi Mareşal Fevzi (Çakmak) Paşa’ya verilen raporda ise açık konuşulmuştu: “Dersimli okşanmakla kazanılmaz. Silahlı Kuvvetler’in müdahalesi Dersimliye daha çok tesir yapar ve ıslahın esasını teşkil eder. Dersim evvela koloni gibi nazarıitibara alınmalı. Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra ve tedricen öz Türk hukukuna mazhar kılınmalıdır.” Fevzi Paşa, Dersim’e karakol değil okul açılmasını önerenlere “Biz bunların cahilleriyle baş edemezken okumuşlarıyla hiç edemeyiz” diye karşı çıkan kişiydi.

Nitekim önce 14 Haziran 1934’te Türkiye’yi etnisite esasına göre üç bölgeye ayıran 2510 Sayılı İskân Kanunu çıkarıldı. Kanunun gerekçesinde Osmanlı’nın tek Türk kimliği yaratmaktaki başarısızlığı, ağalık, şeyhlik kurumu eleştiriliyor, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde Türk’üm diyen herkesin bu Türklüğü devlet için belli ve açık olmalıdır. Burada devlet hiçbir Türk’ün Türklüğünden bir soluk işkillenmek istemez” deniyordu.

Tunçeli Kanunu
Başbakan İnönü’nün 1935’te yaptığı Dersim gezisi ardından Dersim’in adını Tunceli (‘Tunç Eli’) olarak değiştiren 25 Aralık 1935 tarihli 2884 sayılı Tunçeli (Tunceli değil ‘Tunç Eli’) İlinin İdaresi Hakkındaki Kanun çıkarıldı. Kanun uyarınca Elazığ, Tunçeli, Erzincan ve Bingöl’ü içeren Elazığ merkezli Dördüncü Genel Valilik kuruldu. Elazığ’da ayrıca bir de İstiklal Mahkemesi kuruldu. O yıllarda “genel valilikler” bir çeşit sıkıyönetim komutanlığına tekabül ediyordu. Bu genel valiliğin başına atanan General Abdullah Alpdoğan Paşa, 1921’deki Koçgiri ayaklanmasını gaddarca bastıran Sakallı Nurettin Paşa’nın damadıydı ve aynen kayınpederi gibi çok sert bir askerdi. Kanunun kendisine verdiği sınırsız yetkileri sonuna kadar kullanmakta kararlı olan Alpdoğan Paşa bölgedeki stratejik yerlere kışlalar ve karakollar inşa ettirince bölge Dersimliler için bir açık hava hapishanesine döndü.

Kahmut Köprüsü olayı
20/21 Mart 1937 günü, Pah Bucağı ile Kahmut Bucağı’nı birbirine bağlayan Harçik Deresi üzerindeki tahta köprünün Demenan ve Haydaranlılar tarafından yıkılması ve telefon hatlarının kesilmesi üzerine devlet aradığı bahaneyi buldu. Askerî harekât öncesinde havadan uçakla atılan 4 Mayıs 1937 tarihli bildiride bölge halkı teslim olmaya çağrılıyor, “Teslim edilenler veya kendiliğinden teslim olanlar dahi Cumhuriyet’in adil muamelesinden başka hiçbir şey görmeyeceklerdir. Aksi takdirde, yani dediklerimizi yapmazsanız, her tarafınızı sarmış bulunuyoruz. Cumhuriyet’in kahredici orduları tarafından mahvedileceksiniz” ihtarı yapılıyordu.
Bildiriyle aynı tarihi taşıyan Bakanlar Kurulu’nun gizli kararında ise şöyle deniyordu: “Sadece taarruz hareketiyle ilerlemekle iktifa ettikçe isyan ocakları daimi olarak yerinde bırakılmış olur. Bunun içindir ki, silah kullanmış olanları ve kullananları yerinde ve sonuna kadar zarar veremeyecek hale getirmek, köyleri kamilen (tamamen) tahrip etmek ve aileleri uzaklaştırmak lüzumlu görülmüştür.”
Aslında bu bildiriler etkisini göstermiş, pek çok aşiret ellerindeki silahları yetkililere teslim etmişti. Sadece Seyit Rıza’nın liderliğindeki Abbasan, Haydaran, Demenan, Yusufan ve Kureyşan aşiretleri direnme kararı almıştı.

Hükümet sözü daha fazla uzatmadı. 1 mayısta Diyarbakır’dan kalkan üç uçak filosu bölgeye bombalar yağdırmaya başladı. Bu uçaklardan birini Mustafa Kemal’in manevi kızı ve Türkiye’nin “ilk kadın pilotu” Sabiha Gökçen kullanıyordu. Haziran-temmuz ayları boyunca köyler yakıldı, yıkıldı, kadınlar ve çocuklar dahil sayısız kişi makineli tüfeklerle tarandı. 9 Temmuz 1937’de, 1921’den beri bölgede saklanan Koçgiri isyanının önderlerinden Alişer ve karısı Zarife öldürüldü, karı-kocanın kesik başları Apdullah Paşa’ya gönderildi. Ağustos ortalarında Seyit Rıza’nın oğlu ve karısı dâhil 33 kişi öldürüldü. O sırada, 19. Piyade Alayı’nda stajyer olarak görev yaparken Dersim’e gönderilen, geleceğin Hava Kuvvetleri Komutanı ve Kontenjan Senatörü, 12 Mart Muhtırası’nın imzacılarından Muhsin Batur 1985’te Anılar ve Görüşler kitabında şunları yazacaktı: “...Elazığ’ın biraz uzağında Harput’un eteklerinde çadırlı ordugâh kurduk ve bir müddet sonra ilk durak Pertek olmak üzere harekete geçtik ve iki ayı aşkın bir süre özel görev yaptık. Okuyucularımızdan özür diliyor ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum...” Batur kitabındaki bu ifadelerin anlamını soran gazetecilere de “Dersim’de tanık olduğu şeylerin bir devlet sırrı olarak kendisinde kalacağını, ancak o dönemde o yörede tanık olduğu ‘şeylerin’ günümüzde (1985’te) yapılan ve karşısında olduğu ‘şeyler’ olduğunu” söyleyerek sözlerini noktalamıştı.

Yıllar sonra bile “anlatılamayan” olaylardan sonra durumun vahametini anlayan Seyit Rıza ve iki adamı, bazı kaynaklara göre 5 eylülde, bazılarına göre 10 eylülde, bazılarına göre teslim olmak için, bazılarına göre ise hükümetin canına zarar gelmeyeceği sözüne güvenerek Erzincan Valisi ile görüşmeye giderken tutuklanmıştı.

Hukuk dışı yargılama
Bunlar olurken, Ankara’da İnönü ile Atatürk’ün arasında başka konulardan dolayı ciddi bir tartışma yaşanmış, İnönü 20 Eylül 1937’de Başbakanlık’tan istifa etmek zorunda bırakılmış, yerine Celal Bayar atanmıştı.

Seyit Rıza ve arkadaşlarının duruşması 18 Ekim 1937’de Elazığ’da başladı. O döneme Malatya Emniyet Müdürlüğü’nde görevli olan ve Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensür’in emriyle, duruma el koyan İhsan Sabri Çağlayangil’e göre usule itiraz eden savcı izinli sayılarak göreve yardımcı getirilmiş, okuma-yazma ve Türkçe bilmeyen sanıklara ne iddianame, ne avukat verilmiş, asabilmek için Seyit Rıza’nın yaşı 57’ye indirilmiş, oğlunun yaşı da 17’den 21’e çıkartılmıştı, bölge komutanı Alpdoğan Paşa, kararın yazılacağı boş kâğıdı önceden imzalamıştı.

Böylesi hukuk dışı bir yargılama sonunda 15 kasımda karar verildi. 58 kişiden 11’i idama, 37 kişi ağır hapis cezalarına mahkûm olmuş fakat idamlıklardan dördü hakkında idam cezası yaşlarının geçkin olmalarından dolayı 30 sene ağır hapse çevrilmişti. Çağlayangil hikâyeyi şöyle bitirmişti: “Seyit Rıza’yı meydana çıkardık. Etrafta hiç kimse yoktu. Ama Seyit Rıza meydan insan doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa bağırdı: ‘Evladı kerbelayıh. Bihatayhı. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir’ dedi. Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap-rap yürüdü. Çingene’yi itti, ip boynuna geçirdi, sandalyeye ayağı ile tekme vurdu ve kendini astı. Gömüleceği yer türbe olmasın diye cenazesi de yakıldı...”



Dersim müşkilesinden kurtulduk!
İdamlar üzerine İnönü “Dersim müşkilesinden kurtultuk” demişti ancak olaylar durulmamıştı. Genelkurmay belgelerine göre, “Ovacık İlçesi Adliyesi ve Asker Alma Şubesi’nin istediği 1.149 kişi hakkında kanuni takibat yapan müfrezeye Kaçkerek Köyü’nde 2 Ocak 1938 günü pusu kurulması ve toplam dokuz jandarma erinin öldürülmesi üzerine, Haydaran ve Kör Abbas aşiretlerine yönelik bir harekâta” karar verilmişti.

Ağır kış koşulları yüzünden yaza ertelenen ikinci harekât 11 Haziran 1938 günü başladı, 31 Ağustos 1938 günü bitirildi. Ancak bu ikinci harekât “isyan bölgesi” ile sınırlı kalmadı, devlete vergi veren, askere giden Pertek, Mazgirt, Nazimiye, Pülümür ilçe ve köylerini, hatta Dersim’i aşarak Erzincan’ı da kapsadı. Genelkurmay belgelerine göre, “haydut”, “eşkıya”, “şaki”, “dağlı” diye nitelenen gruplar yine bu belgelerin diliyle “imha edildi”, “temizlendi”, “köyleri yakıldı”. Sadece 6-16 Eylül 1938 tarihleri arasındaki harekâtın bilançosu şöyleydi: “Tarama bölgesinden ölü ve diri 7.954 kişi çıkarılmıştır. 1.019 silah toplanmıştır.”

“Gazla fare gibi zehirledik”
Yıllar sonra Seyit Rıza’nın hukuk dışı yargılamasını örgütleyen İhsan Sabri Çağlayangil’in 1986 veya 1987 yılında, ilerde CHP Genel Başkanı olacak Dersimli bürokrat Kemal Kılıçdaroğlu’na yaptığı özel açıklamaya göre ordu, mağaralara doldurduğu Dersimlilerin üzerine zehirli gaz sıkmış, Dersimlileri “fare gibi” zehirlemişti. Dersim davası böyle bitmişti. Hükümet otoritesi Dersim’e böyle girmişti.

Atatürk hastalığı dolayısıyla Celal Bayar tarafından okunan 1 Kasım 1938’deki Meclis’i açış konuşmasında Tunceli’de “haydutluk ve eşkıyalık olaylarının bitirilerek ulusal egemenliğin sağlanmasından duyduğu kıvancı” dile getirmişti. İngiltere’nin Trabzon Konsolosu Ankara’daki Büyükelçiliğe gönderdiği raporunu şöyle bitirmişti: “Artık söylenen şu: Türkiye’de Kürt sorunu bitmiştir.”

Bilanço neydi?
Resmî rakamlara göre 1937/1938 harekâtlarında 13 bin kişi öldürülmüştü. Gayrı resmî kaynaklara göre ise bu sayı kat kat fazla. Ancak tüm “Kurtuluş Savaşı” sırasında verilen şehit sayısının 9-10 bin civarında olduğu bilinince resmî rakamların bile ne anlama geldiği anlaşılıyordu. Ama bununla da yetinilmemişti. “Tarama”nın ardından İçişleri Bakanı Şükrü Kaya tarafından bizzat seçilen 3.470 kişiden oluşan 347 aile Tekirdağ, Edirne, Kırklareli, Balıkesir, Manisa ve İzmir gibi batı illerine, her aileden beş kişiyi aşmayacak şekilde serpiştirilerek yerleştirildiler. Aileler arasındaki irtibat tümüyle kesildi. Bunlara, bir de 1937’den beri asker-sivil “Türk” ailelerine evlatlık verilen; yatılı bölge okullarında Sıdıka Avar türü misyoner öğretmenler tarafından asimile edilmeye çalışılan Kürt kızlarının trajedisini eklediğinizde, “Ortaya çıkan tablo 1948 Soykırım Sözleşmesi’ndeki soykırım tanımına uyuyor” diyenlere itiraz etmek zor görünüyor.



Sorumlu kimdi?
Bilindiği gibi yıllardır 1937-1938’de Dersim’de devletin yürüttüğü kanlı harekâtın “asıl” sorumlusunun kim olduğuna dair bir tartışma yürür. Sağ muhafazakâr veya İslami muhafazakâr çevrelere göre Tek Parti Dönemi’nin sembol ismi İnönü “asıl” sorumludur. CHP’lilere göre 1946’da Demokrat Parti’yi (DP) kuran Celal Bayar “asıl” sorumludur. Suçun İnönü ve Bayar arasında paylaştırılmasını mümkün kılan Dersim’in Tunceli’ye çevrildiği 1935’ten Dersim’in dinî ve siyasi lideri Seyit Rıza’nın ele geçirilmesine kadarki dönemde İnönü’nün başbakan olması, 1938 yazındaki İkinci Harekât döneminde ise, Celal Bayar’ın başbakan olmasıdır. Her iki kesimin de ortak noktası, olaylardan Atatürk’ü sorumlu tutmama eğilimidir. Onlara göre Atatürk o sırada hasta olduğu için, Dersim’de gerçekleştirilen katliamlardan haberi yoktur. Bazı Dersimliler de, Atatürk’ü Hazreti Ali’nin bu dünyadaki görünümlerinden biri olarak gördükleri için, Atatürk’e toz kondurmayanlara destek verirler. CHP’li Onur Öymen gibi bazıları ise, gerçek sorumlunun Atatürk olduğunu bilirler ancak bunu günümüzde Kürtlere karşı yürütülen baskı ve zulüm politikalarını meşrulaştırmak için kullanırlar. Kısacası 1937-1938’de Dersim’de yaşananların kimin sorumluluğunda olduğu meselesi geçmişe dair değil aynı zamanda günümüze dair bir meseledir.

***
Atatürk’ün sorumluluğu
Bana göre ise, bu üç şahsiyet de sorumludur ama en büyük sorumluluk, ölümüne kadar iktidarın hem hukuken hem de siyaseten rejimin en güçlü adamı olan Atatürk’ündür.

Öncelikle Atatürk, Dersim’de iplerin kopmasına neden olan uygulamaların yürürlüğe konulduğu dönemde, örneğin 1935’te “Tunçeli Kanunu” çıkarıldığında gücünün doruklarındadır. Öyle ki, Kemalizm bu dönemde katı bir ideoloji olarak tanımlanmıştır.

İkincisi Atatürk 1936’da TBMM açılışında yaptığı konuşmada “Bu korkunç çıbanı tümüyle temizleyip koparmak, kökünden kesip temizlemek ve bunu her ne pahasına olursa olsun yapmak gerektiği”ni savunurken sapasağlamdır.

Birinci Harekât
Dersimlilerin üstüne uçaklarla “Teslim olmazsanız Cumhuriyet’in kahredici ordusu tarafından mahvedileceksiniz” bildirileri atıldığı 4 Mayıs 1937 günü Dersim’in kaderini belirleyen Bakanlar Kurulu’na da Atatürk başkanlık etmiştir.

Atatürk, uçağıyla Dersim’i bombalayan manevi kızı Sabiha Gökçen’i 22 Mayıs 1937’de Ankara’daki Devlet Hava Yolları salonunda karşılamış, 10-12 Haziran 1937 tarihinde Trabzon’u ziyaretinde, bugün Atatürk Köşkü denen konakta Dersim’le ilgili harekât planlarını hazırlamıştır. Bugün müze olan köşkte sergilenen haritada bizzat Atatürk tarafından konulmuş kırmızı ve mavi işaretler (bizim kuvvetlerimiz ve isyancıların kuvvetleri diye) görülebilir.

Atatürk, Seyit Rıza ve adamlarının asılmasından birkaç gün önce yanına Sabiha Gökçen’i de alarak Dersim’i de kapsayan bir geziye çıkmış, önce Elazığ yakınlarındaki Singeç (Soyungeç) Köprüsü’nü açmış, Seyit Rıza asıldıktan sonra da önce Elazığ’a uğramış, sonra da Diyarbakır’a doğru gezisine devam etmiştir.

Atatürk, 1 Kasım 1937 günü yaptığı TBMM’yi açış konuşmasında “Milletimizin layık olduğu yüksek medeniyet ve refah seviyesine varmasını engelleyecek hiç bir engel düşünmeğe yer bırakılmadığını ve bırakılmayacağını huzurunuzda söylemekle bahtiyarım. Tunceli’deki icraatımız neticeleri bu hakikatin ifadeleridir” demiştir.




İkinci Harekât

Ocak 1938’de başlatılan ikinci harekât da Atatürk’ün kararıyla olmuştur. Bu kararın nasıl alındığını Celal Bayar yıllar sonra gazeteci Kurtul Altuğ’a şöyle anlatmıştır: “Şimdi, Mareşal Erkan-ı Harbiye Reisi (Genelkurmay Başkanı), ben Başbakan’ım. Atatürk malum... Üçümüz Dersim’de yapılan büyük ordu manevralarındayız. Manevranın da sonuna gelmek üzereyiz. Üçümüz birarada ‘Ordunun emniyeti bakımından strateji ne olmalıdır?’, onu görüşüyoruz... O sırada biz konuşurken, Dersimlilerin Jandarma karakollarımızdan üç-dört tanesini bastıkları haberi geldi. Atatürk’le göz göze geldik. Birbirimizi anlıyorduk. Atatürk benim yüzüme baktı. ‘Ne olacak?’ dedi. Anlıyorum, orada emniyet tesis edilecek. Ne olursa olsun bana hitap edecekler. Hükümet reisi benim. ‘Anlıyorum efendim, bana hitap edişinizin manasını’ dedim. Atatürk: ‘Sorumluluğu üzerime alıyorum, vuracağız Dersim’i’ dedi ve vurduk...”

Atatürk’ün 19 Mayıs 1938 günü Atatürk Stadyumu’nda henüz resmen “milli bayram” olmayan gençlik ve spor gösterilerini izledikten sonra 16:30’da stadyumdan ayrıldığını ve Hatay’ın Türkiye’ye ilhakı projesi kapsamında planladığı Mersin gezisine başlamak üzere gara gittiğini biliyoruz. Bizim kuşağın zihnine nakşolmuş Atatürk’ün trenin penceresinden hüzünle bakan yüzünü gösteren ünlü fotoğraf bu geziden kalmıştır. Yani Atatürk, o sırada bile bedensel açıdan değilse bile zihinsel açıdan gayet diridir.

Hepimiz sorumluyuz
Bütün bu bilgileri birleştirince, Dersim’le ilgili tüm hayati kararları Atatürk başkanlığındaki heyetin verdiği anlaşılır. Kısacası, bundan 74 yıl önce Dersim’de yaşanan korkunç olayların sorumluluğundan, ne Cumhuriyetimizin kurucu babası Atatürk, ne CHP geleneğinin sembol ismi İnönü, ne sağ muhafazakâr geleneğin temsilcisi Celal Bayar, ne de İslami muhafazakârların saygıyla andığı Fevzi Çakmak kurtulur. En az bu şahsiyetler kadar sorumlu olanlar ise tarihimizin bu karanlık sayfalarıyla hesaplaşmaya, mağdurlardan özür dilemeye, kayıp kızları bulmaya, kısacası Dersim’in yaralarını sarmaya teşebbüs etmeyen siyasetçiler, bu konuyu gündeme getirmeyen aydınlar, bilim insanları, gazetecilerdir...
Not: Bu yazıyı yazarken yararlandığım kaynakları, yer sorunu yüzünden daha önce bu sayfalarda yazdığım Dersim’le ilgili yazılarda belirttiğimden tekrarlamadım.
hurayse@hotmail.com



İrfan'ın Notu: Bu topraklarda sadece müslümanlara zulmedilmedi. Alevilere, Ermenilere, Kürtlere... Zulmün her türlüsüne karşı çıkmak için sessiz kalınamaz. Kalınmamalı. Haykıramıyorsak haykıranların sesini duyurmalı, gayret göstermeliyiz.

27 Mayıs 2011 Cuma

Seçime Giderken Meydanlar ve Fenerbahçe





















































































Seçimlere Giderken Fenerbahçe Şampiyon Oldu

2011 seçimleri yaklaşırken bir günde iki olay hayatımda yer aldı. Bunlardan birincisi Bağcılar'dan evime dönerken yaşadığım sıkıntı. Evet Kemal Kılıçdaroğlu, İstanbul Bağcılar'da miting yaptı. Tam da ben evime gelirken, düşünebiliyor musunuz. Ama ben de de acar gazetecilik var tabi, hemen ortam ile ilgili bazı resimler çekeyim dedim. Aaa bir de ne göreyim, çekilecek bir şey yok ki! Bağcılar'ın ortası haricinde her taraf boş, insanlar bir yerde beklemiyorlar, aksine hareket halindeler, zaten Bağcılar'ın kalabalığı bu kadar !

Tabi bunlar yaşandıktan sonra sevgili iki oğlumu da alarak Fenerbahçe'nin şampiyonluğunu kutlamak için Kadıköy'ün yolunu tuttuk. Yavrularımın da gönlü olsun, çocukluklarını yaşasınlar, bu konudaki açlıkları gitsin diye.

Evet, bu konu önemli,

Bir İslam Aliminin şöyle dediğini iyi hatırlıyorum: Çocuklar eğer küçükken çocukluklarını yaşamadıkları taktirde, büyüdüklerinde çok daha olumsuz olarak hayatlarında bu ukde ortaya çıkar.

Ebu Hanife için anlatılan da biraz öyle değil mi?

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Bourne Serisi













Filmin Adı: Bourne (I - Identity, II- Supremacy, III- Ultimatum)








Casus filmleri birçok konuda ilgi çekmiştir. Kendi içindeki çekişmeler, soğuk savaş yıllarındaki mücadeleler, kendi içlerindeki köstebek arayışları, birbirlerini devşirme çabaları, aksiyon, hainlikler, arada oluşturulan aşklar vs.


İlgi çekilmeyecek gibi değildir bu tür filmler. İşte bu tür filmler içerisinde Bourne serisi çok özel bir yer işgal etmektedir. Kimliğini kaybeden birisinin kimlik arayışı, ve kendisini eğiten kuruma karşı yaşadığı mücadeleler.









İzlemeyenler için şiddetle tavsiye edilir.

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Sorulası Sorular: Öteki Dünya

Filmin Adı: Öteki Dünya
Orj. Adı: Hereafter

Filmin Konusu: Clint Eastwood'dan doğaüstü güçlerle ilgili bir gerilim filmi...

Amerikalı bir işçi, Fransız bir gazeteci ve Londra'da yaşayan bir öğrenci henüz birbirlerinden haberdar değildir. Ancak onların ortak bir noktası vardır: Ölüm etraflarında kol gezmektedir.

İnternet Sitesi: http://www.sinemalar.com/film/54798/Oteki-Dunya/

İrfan'ın Yorumu: Clint Eastwood, yaşlandıkça ölüm ile ilgili sorular kafasına takılmış olmalı. Film olarak farklı bir dala yelken açmış. Buna rağmen filmi çok başarılı buluyorum.
İnsanoğlu "nereden geldik", "niçin geldik" ve "nereye gidiyoruz" sorularını her zaman sormuştur. Bu soruların cevabını insan kendi aklı ile vermeye çalışsa da, böyle büyük bir yükün altından kalkamayınca inkar yoluna gitmeyi tercih etmiştir. Özellikle günümüz dünyasında inkar çok daha yaygındır. Oysa bu ağır soruları ancak din cevaplamıştır. İnsanoğlu fıtraten bu soruların cevabının din tarafından verilebileceğine meyyal yaratılmıştır. Bu soruların en güzel cevabını İslam dininde rahatlıkla bulabilirsiniz.
1. Niçin geldik. "Biz insanları ve cinleri yalnız Bana ibadet etsinler diye yarattım." Kur'an- Kerim
2. Nereden geldik. "Adem'i topraktan, eşini de ondan yarattık."
3. İnsanoğlu Allah'ı ve Allah'ın tercih ettiklerini seçerse, Cennete, Allah'ın dışında bir tercihte bulunursa Cehenneme gidecektir.
En kaba şekli ile bu kadar kâfi sanırım.

19 Mayıs 2011 Perşembe

Çocuğunu Kaybetmek: Mutluluğun Peşinde

Filmin Adı: Mutluluğun Peşinde
Orj. Adı: Rabbit Hole


Mutlu bir evlilikleri olan Becca ve Howie Corbett’ın yaşamı, oğulları Danny’nin bir trafik kazasında ölmesi ile alt üst olur. Çift karşılaştıkları bu yoğun acı ile baş etmeye çalışırken, bir taraftan da kendi ilişkilerinin çıkmazları ile karşılaşır.

Howie’nin acısı onu tuhaf bir nostaljiye kaptırır ve geçmişini yeniden sorgulatırken, Becca’nın yas süreciyle başa çıkma yöntemi çok daha farklı olacaktır. Becca oğlunun ölümünden sorumlu olan Jason adlı genç ile bir dostluk kurar ve onun dünyasını anlamaya çalışır. Acı Corbett çiftini farklı seçimlere sürüklerken, tehlikeli ve sürprizlerle dolu bir kendini keşfetme süreci onları beklemektedir .

İrfan'ın Yorumu: Bir Amerikan orta sınıf ailesinin başına gelebilecek en kötü şey tek çocuklarını bir kaza sonucu kaybetmeleridir. Bu konu üzerine çekilmiş, ağır ilerleyen, duygusal yönleri de olan ama hiç bir şey vermeyen ve katmayan bir film. Nicole için izleyebilirsiniz belki ama yine de kalitesiz maalesef.

18 Mayıs 2011 Çarşamba

Güncel'e Hızlı Bir Bakış: Kaddafi, Kasetler vs.

Öyle Bir Yazı

Farklı Ülkücülük adlı internet sitesinde Milliyetçi Hareket Partisi'nin yönetim kadrosunun istifasına yönelik kasetle şantaj, gündemi tamamen işgal etti. Bu gündemi takip ettiğim TV programında, diğer tarafta Porto - Braga maçını izlemeye çalışırken, şok bir son dakika gelişmesi gördüm: CNN Türk'deki habere göre, Kaddafi'nin kızı ve eşi Tunus'a kaçmış. Seçim sürecinin hızlı bir şekilde gündemde yerini bulduğu şu günlerde, Kılıçdaroğlu'nun gafları ve Tayyip Erdoğan'ın kabadayılığı ve kabadayıca tavırları muhakkak halk tarafından karşılığını bulacaktır. Ama bu haber bombardımanı içerisinde gözümüz kulağımız Libya ve Suriye'de. Özellikle Suriye çok önem arzetmektedir.
Kaddafi gitti gidiyor, artık dönüşü olmayan bir yoldu, sadece uzatmaları oynuyor. Rezil ve rüsvay bir şekilde defolup gidecek ya da kahrından ölecek. Belki de geberip gidecek. Ben her halükarda seçeneklerden seçenek beğen diyerek defolup gitmesi taraftarıyım.
Kaddafi gidecek başka yolu yok.
Farklı Ülkücülük sitesi de ülke gündemini belirledi, bunun lamı cimi yok.
Bu arada Usame bin Ladin'in Amerika tarafından öldürülmesinden sonra ilk açıklamayı yapan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, cumhurbaşkanlığından sonra Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliğine oynuyor yorumunu yapan insanlar da yok değil.
Bu da böyle bir yazı olsun değil mi?

8 Mayıs 2011 Pazar

Ermeni Meselesine Farklı Bir Bakış: 3 Yazı



1. YAZI: "SOYKIRIM"

SERDAR KAYA / TARAF GAZETESİ / 23 - 04 - 2011


Yakın bir geçmişe kadar Türkiye’de hemen hiç kimsenin 1915 hakkında olumlu ya da olumsuz bir fikri yoktu. Bu nedenle, konunun gündeme gelmeye başlaması ile birlikte sergilenen ilk tavır inkâr oldu. Herkes, ilgili iddiaların, dış güçlerin Türkiye’ye tazminat ödetmek için uydurduğu bir yalan olduğundan emin gibiydi. Türkiye’yi bölmek için fırsat kollayan düşmanlarımız, işte yine karşımıza yeni bir oyunla çıkıvermişlerdi...


Zihinsel kırılmalar

İnsan, kafa konforunun bozulmasından hoşlanmayan, bu nedenle de zihnindeki kurulu düzeni bozan gerçeklere tepki gösteren bir varlık. Ancak şu da var ki, gerçekler inkâr edilemeyecek bir aşikârlığa kavuştuğu an, insan zihinsel bir kırılma yaşıyor ve inkârı sürdürmek zorlaşıyor. Dahası, kadim ezberler bir kez bozulduktan sonra bu kırılmayı yenilerinin takip etmesi zor olmuyor.

1915 konusunda da benzeri bir süreç yaşıyoruz. Zira konunun daha gerçekçi bir düzlemde değerlendirilmeye başlanmasıyla birlikte 1915’te gerçekten de bir şeyler yaşandığı artık reddedilemez hale gelince, kamuoyunda inkârın işlevselliği sona erdi ve bunu çeşitli zihinsel kırılmalar takip etti.

İnkâr, ilk başta, yerini üste çıkmak olarak nitelendirilebilecek yeni bir tavra bıraktı. Bu tavra göre, 1915’te Ermenileri öldürmemiştik. Asıl onlar bizi öldürmüştü! Ama şimdi bir de utanmadan soykırıma uğradıklarını iddia ediyorlardı!

Bu söylem, kimi Ermeni çetelerin 1915’in öncesinde ve sonrasında yaptıklarını nazara vermek suretiyle 1915’i yoksaymayı hedefliyordu. Ancak pek çok konunun eskisine oranla çok daha özgür bir şekilde tartışılabilir hale geldiği Türkiye’de, (bir tür şark kurnazlığına karşılık gelen) bu söylemin ömrü uzun olmadı. Zira, bir yandan bizim dışımızda bütün dünyanın zaten başından beri bilmekte olduğu gerçeklerin giderek daha da fazlası gündeme gelmeye devam ederken, diğer yandan da bu gerçeklerin önemli bir kısmının kendi kaynaklarımızda da yer aldığı ortaya çıktı. Yani 1915’te yaşananlar Cumhuriyet’in öncesinde ve ilk yıllarında herkesçe bilinen bir gerçek durumundaydı ve ilgili tartışmalar dönemin (bizim harf inkılâbı nedeniyle artık okuyamadığımız) gazete ve kitaplarında zaten yer alıyordu.


Yeni kırılmalar

Türkiye’de ifade özgürlüğünün genişlemesiyle birlikte ortaya çıkan bu gibi gerçekler, yaşanmakta olan zihinsel kırılmaların önünü almanın artık mümkün olamayacağı anlamına geliyor. Türkiye’de inkârdan sonra üste çıkma tavrının da iflas etmiş olmasının nedeni bu.

Bugün geçmiş bulunduğumuz yeni aşamada sergilediğimiz tavır ise, mazeret üretmek. Şöyle ki, bir milyonu aşkın Osmanlı Ermenisi’nin bütün taşınmazlarına el konarak çoluk çocuk demeden topyekûn yollara çıkarıldığını, çoğunun Suriye’ye varamadan öldü(rüldü)ğünü artık biliyoruz. Ancak bu bilginin ima ettiği gerçeklerle yüzleşmeye henüz hazır değiliz. Bu nedenle de, çeşitli mazeretler üreterek geçmişte yaşananları gerekçelendirme gayretindeyiz. “Soğuktan öldüler”, “Ölenlerin sayısı iddia edilenden az”, “1915’te olanlar Cumhuriyet’i değil Osmanlı’yı ilgilendirir”, “Öldürmeseydik Ruslarla işbirliği yapacaklardı”, “Tehcir var soykırım yok”, “Birinci Dünya Savaşı’nda kim kimi öldürmedi ki”, “Zaten o zamanlar soykırım diye bir suç henüz tanımlanmamıştı ki” gibi birbirleriyle çelişkili (ve aslında hiçbiri soykırımı yadsımayan) argümanlar, mazeret üretme tavrının farklı dışavurumları.

Ancak yaşanmakta olan kırılmaların önünü mazeret üretmek suretiyle alabilmek artık zor. Bu konudaki resmî tezleri savunmakla ünlü bir profesörün bile öldürülen yüzbinler üzerinden kamera önünde rakam pazarlığı yapacak ya da Deyrizor’a giden tehcir yolunun Fırat Nehri kıyısından geçtiğini belirterek sempati toplama ihtiyacı hissedecek bir noktaya gelmiş olması, gerçeklerin artık mazeretlerle de perdelenemeyeceği anlamına geliyor.

Dolayısıyla, bundan bir sonraki aşama, gerçekle yüzleşme aşaması olacak.

----------------

2. YAZI: "SÖZDE DEĞİL, ÖZDE SOYKIRIM" / TARAF GAZETESİ / 1 - 5 - 2011

Sadece 1915’i değil, soykırım kavramının kendisini de yeni yeni öğreniyoruz. Soykırım, etnik temizlik, katliam gibi kavramları keyfî bir şekilde (ve hatta birbirlerinin yerine) kullanıyor olmamızın nedeni bu. Ancak bu kavramların her biri farklı anlamlar ifade ediyor.


Katliam

Katliam, sadece ve sadece, çok sayıda insan öldürme işidir. Örneğin, II. Dünya Savaşı’nda Japonya’ya atılan atom bombaları ile yapılan, çok büyük bir katliamdır. 1999 yılında ABD’nin Colorado eyaletindeki Columbine Lisesi’nin iki öğrencisinin 11 öğrenci ve bir öğretmeni öldürmeleri ise, küçük bir katliamdır.


Etnik temizlik ve soykırım ise, belli bir kimliği taşıyan insanları bilinçli bir şekilde hedef almayı ifade etmesi itibariyle katliamdan farklıdır.


Etnik temizlik

Etnik temizlik, belli bir kimliği taşıyan insanların herhangi bir coğrafi bölgedeki varlıklarını sona erdirmektir. Ancak bu sona erdirme işinin öldürmek suretiyle gerçekleştirilmesi şart değildir. Söz konusu kitleyi zorunlu göçe tabi tutmak ya da sınır dışı etmek gibi yöntemlerle de etnik temizlik yapılabilir. Bir başka deyişle, bir kişinin dahi burnunun kanamadığı etnik temizlikler de mümkündür. Dolayısıyla, kimi etnik temizlikler aynı zamanda katliamdır, ama her etnik temizlik katliam olmak zorunda değildir.


Soykırım

Birleşmiş Milletler’in Türkiye medyasında sıklıkla referansta bulunulan (ancak nadiren yer verilen) soykırım tanımı şöyle:

“Soykırım, aşağıdaki eylemlerden herhangi birinin, milli, etnik, ırki ya da dinî bir grubu tamamen ya da kısmen yok etme niyetiyle gerçekleştirilmesidir:


(1) grubun üyelerini öldürmek,


(2) grubun üyelerinin ciddi derecede fiziksel ya da zihinsel zarar görmelerine neden olmak,


(3) grubu kısmen ya da tamamen fiziksel bir tahribe uğratacağı hesap edilen hayat şartlarına maruz bırakmak,


(4) grup içerisinde doğumları engellemeye yönelik uygulamaları yürürlüğe koymak,


(5) grubun çocuklarını zorla bir başka gruba transfer etmek.”

Bu tanıma göre, soykırımın en belirgin ayırt edici özelliği, herhangi bir kimliği taşıyanları “tamamen ya da kısmen yok etme niyeti”dir. Dahası, bu yok etme işinin katliam yolu ile gerçekleştirilmesi şart değildir. Söz konusu grubu ortadan kaldıracak (doğum engelleme, çocuk transferi gibi) yöntemler kullanmak suretiyle, tek bir kişiyi dahi öldürmeden de soykırım yapılabilir. Çünkü, soykırımda aslolan katliam değil, herhangi bir grubu yeryüzünden (kısmen ya da tamamen) silme girişimidir.

Bütün bunları toparlayacak olursak: Her soykırım aynı zamanda bir etnik temizliktir, ama her etnik temizlik soykırım değildir. Kimi soykırımlar aynı zamanda katliamdır, ama her soykırım katliam değildir. Dolayısıyla, katliam, etnik temizlik ve soykırım, kimi kesişim kümelerine sahip olan üç müstakil olaydır.


1915 bir soykırım mıydı?

Ermeni tehciri sadece zorunlu göçe dayalı bir etnik temizlikten ibaret değil. Gemilere doldurulup Karadeniz açıklarında sulara atılan Ermeni ailelerin varlığı, ölüm yürüyüşünün Anadolu’nun pek çok yerinde sistemli olarak “kesinti”ye uğratılması, kilit görevlerdeki kimi İttihatçıların Doğu’daki katliam, tecavüz ve gasplara zemin hazırlaması gibi olaylar, planlı bir “yok etme niyeti”ne işaret ediyor.

Birleşmiş Milletler’in soykırım tanımında yer alan beş maddenin her biri, bir olayı soykırım olarak nitelendirebilmek için tek başına yeter-şart teşkil eder. Bu noktada, tanımdaki birinci ve ikinci maddelerin tek başlarına 1915’i bir soykırım olarak nitelendirebilmeyi mümkün kıldıkları görülebilir. Ancak burada asıl ilginç olan, üçüncü maddedir. Çünkü, üçüncü madde, 1915’in tek cümlelik bir özeti gibidir. Bunun nedeni ise, bu maddenin bir bakıma gerçekten de 1915’i anlatıyor olmasıdır!

Şöyle ki, soykırım kavramını ilk kez ortaya atan Raphael Lemkin adlı hukukçu, hem 1915 tehcirinden hem de 1933 yılında Kuzey Irak’ta gerçekleşen Süryani katliamından etkilenerek insanlık suçları üzerinde çalışmaya başlamış ve soykırım kavramı bu çalışmalar neticesinde ortaya çıkmıştı. Bu, şu anlamada geliyor: Türkiye’de “1915 bir soykırım mıdır?” diye tartışan bizler, aslında kendisine bakılarak soykırım kavramının tanımlandığı bir hadisenin soykırım olup olmadığını tartışıyoruz. Daha da kötüsü, vaziyetimizin bu olduğunu dahi bilmeyecek kadar cahiliz.


30 puanlık uzman sorusu: Bu bilgiler ışığında; 1937-38 Dersim Harekâtı esnasında yapılanlar katliam mıdır, etnik temizlik midir, soykırım mıdır? (Soruyu cevaplandırmak, üniversitemizin bütün öğrencileri için mecburi, diğer herkes için opsiyoneldir!)

------------

3. YAZI "SOYKIRIMLA YÜZLEŞMEK" / TARAF / 8 - 5 - 2011

Bir tartışmayı değerli kılan, dile getirilen argümanların (birbirlerine karşıt da olsalar) bilgiye dayalı ve tutarlı olmalarıdır. 1937-38 Dersim hadiselerinin bir soykırım olup olmadığına dair bir tartışma izlediğimizi farz edelim... Böyle bir tartışmada, taraflardan biri, Dersim’de çocuk-kadın-yaşlı demeden toplu imha emri verildiğini, sağ kalan çocukların ise transfer edilerek Türklüğe asimile edildiğini hatırlatarak, yaşananların bir soykırım olduğunu öne sürebilir. Bir başkası ise, dönemin tek parti idaresinin Dersimlileri imha “niyet”inin merkezî otoriteyi tanımamalarından ileri geldiğini, Kürt-Alevi kimliğinin konu ile ilgisi olmadığını, dolayısıyla aynı tavrı Türk bir grubun sergilemesi durumunda da Mustafa Kemal’in izleyeceği politikanın yine pekâlâ katliam olabileceğini, bu nedenle de yaşananları soykırım olarak nitelendirmenin yanlış olduğunu iddia edebilir.

Böyle bir tartışma, makul bir zemine oturur. Ancak bir de, herhangi bir katkıda bulunmak şöyle dursun, cehalet izharından başka bir işlevi olmayan argümanlar var. 1915 söz konusu olduğunda Türkiye’de öne sürülen argümanların büyük bir çoğunluğu ne yazık ki bu minvalde:


Argüman: “I. Dünya Savaşı’nda kim kimi öldürmedi ki...”

Evet, doğru. Ancak bu, 1915’in bir soykırım olduğu ya da olmadığı anlamına gelmiyor. Hatta “II. Dünya Savaşı’nda kim kimi öldürmedi ki” de denebilir. Ama buradan hareketle bir Yahudi soykırımının yaşanmadığı sonucuna varılamaz. Ayrıca, (tıpkı Almanya örneğinde olduğu gibi) Osmanlı Devleti Ermenilerle savaşta değildi. Zira Ermeniler zaten Osmanlı vatandaşıydı. Türkiye halkı yeni yeni fark ediyor olsa da, diaspora ve Ermenistan Ermenileri Ermenistanlı değil, ekseriyetle Doğu Anadolulu. Dünyanın farklı yerlerinde Mersinli ya da Sivaslı Ermenilerin bulunmasının nedeni bu. Yani “diaspora” diye zihinlerimizde kötücülleştirdiğimiz insanlar, aslında eski hemşehrilerimiz oluyorlar!


Argüman: “Zaten o zamanlar soykırım diye bir suç henüz tanımlanmamıştı ki”

Doğru. Soykırımın bir suç olarak tanınması 1946 yılında oldu. Ama bu, 1945’e dek öldürülen Yahudilerin soykırım mağduru oldukları gerçeğini değiştirmiyor. İlgili soykırımın sorumluları ise, spesifik olarak soykırımdan olmasa da, insanlığa karşı işledikleri suçlardan hüküm giydiler. Ayrıca, dikkat edilirse, bu argüman soykırımı yadsımıyor. (Soykırım itirafı barındıran diğer popüler argümanlara örnek olarak “Öldürmeseydik Ruslarla işbirliği yapacaklardı” ve “Kabul edersek tazminat isterler” sayılabilir.)


Argüman: “Soğuktan öldüler”

Doğru, soğuktan öldüler. Ama sadece soğuktan ölmediler. Mesela açlıktan, susuzluktan da öldüler. Yolları üzerindeki köylerde rastladıkları fırsatçı ahaliye bir yudum su için kollarındaki bilezikleri vermek zorunda kaldıkları da oldu. Ama maruz kaldıkları gaspları, tecavüzleri, katliamları bir kenara bırakarak sormak gerekli: Bu ölüm yolculuğuna kendi istekleriyle mi çıkmışlardı? Yoksa “grubu kısmen ya da tamamen fiziksel bir tahribe uğratacağı hesap edilen hayat şartlarına” mı maruz bırakılmışlardı?


Argüman: “Onlar da bizi öldürdü”

Doğru değil. Doğrusu, “Bazı Ermeniler çok sayıda Türk ve Kürt öldürdü” şeklinde olmalı. Tıpkı bazı Türk ve Kürtlerin çok sayıda Ermeni öldürdükleri gibi... “Biz” ya da “onlar” şeklindeki genelleyici kategoriler, 1915’te İttihatçılarla işbirliği yapmak suretiyle tehcirden muafiyet kazanan Ermenileri ya da tehcir edilen Ermenileri evinde saklayarak ölümden kurtaran Türk ve Kürtleri gözardı eder. Ama bu argümanın asıl problemi, Ermeni çetelerin kimi yerlerde dehşet saçmış olmalarından hareketle onlarla aynı kimliği taşıyan herkesi tehcir etmeyi (ve fazlasını) mazur gösteriyor olmasıdır.


Argüman: “Ölenlerin sayısı iddia edilenden az”

Bir milyon değil de 200.000 insan ölmüş olsa, 1915’te yapılanlar daha mı kabul edilir olacak? Ya da, bir milyon Ermeni öldürseydik ama üç milyon öldürdüğümüz iddia edilseydi, o zaman da “Hayır! Sadece bir milyon Ermeni’nin ölümüne neden olduk!” diyerek mi kendimizi savunacaktık? Kaldı ki, bir olayı soykırım olarak nitelendirilebilmek için belli sayıda ya da oranda insan katledilmesi gerekmiyor. (“Soykırım yaptıysak neden hâlâ etrafta Ermeniler var?” argümanı da benzeri bir hata içeriyor.)


Argüman: “1915’te olanlar Cumhuriyet’i değil Osmanlı’yı ilgilendirir”

1923, başkaları için, M.E.B. sisteminde talim ve terbiye edilmiş olanlara göründüğü kadar büyük ve önemli bir milat olmayabilir. (Bu miladı, 4000 yıllık ordu ya da 166 yıllık polis teşkilatı ile övünürken bir anda unutuveriyor olmak ise, ayrı bir tutarsızlık.)


Düşünce egzersizleri


1. Yükselen milliyetçilikle birlikte Balkanları kaybedeceğini sezen Osmanlı Devleti’nin, 1910 yılında o bölgede 1915 ayarında bir “tehcir” politikası uyguladığını ve bu sayede bugünkü sınırlarımızın Macaristan’a kadar uzanabildiğini düşünelim... Böyle bir şeyi tercih eder miydik?


2. Bugün “Bir milyonu aşkın Ermeni’nin malına mülküne el koymak, ailesini parçalamak ya da canını almaktansa, Doğu Anadolu’da bağımsızlıklarını ilan etmelerini tercih ederdik” diyebilmek bizim için ne kadar kolaydır?

Asıl sorular bunlardır.

Yunus Emre edebiyatı yapmak kolay, bu gibi soruların içerdiği imalarla yüzleşmek zordur.

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Kabadayı'nın Façasını Bozan Adam


Tarihe Not Düşüldü: Cılız Adam Öldü

O kasaba ki kabadayılarıyla da meşhur bir semttir. Kabadıyıları adaletten yoksundur, kendine göre bir namus anlayışları vardır vesselam. O kasabaya nizam vermeye çalışan
hakdan ve adaletten yoksun vahşi kabadayıya, oranın cılız delikanlısı baş kaldırır. Yapma der, vurma der, büyümüşsün ama adam olamamışsın der. Hatta öyle ileri gider ki, ayağını denk al tehditleri dahi savurur. Kışın soğuğunda, millet fırının önünde kuyruğa girmiş beklerken, sıranın önüne geçmeye devam eder bu kabadayı. Kimse korkusundan ses çıkaramaz, boyun büker. Ta ki o cılız delikanlı ses verene kadar. "Ey kabadayı! Ya adam olursun, ya da façanı alırım" der. "Façamı mı alırsın, sen mi?" diye kükrer kabadayı ve yüzüne bile bakmaz cılız delikanlının.

11 Eylül'de herkes işe giderken, kabadayının önüne dikilir cılız delikanlı. Cebinden küçük elma bıçağını alır ve hiç umulmadık bir hareketle kabadayının façasını söz verdiği gibi bozar. O tarihten bu tarihe gittikçe vahşileşir kabadayı, ama façası bozulmuştur artık. İntikam yeminleri ederek yıllarca cılız delikanlının peşinden koşmuştur. Cılız delikanlı ise kasabada değil artık şehirde de tanınır olmuştur. Kabadayı her kükrediğinde, küçük bıçağının ucunu gösterip nanik yapmakdadır yıllar yılı. Yıllar yılları takip etmiştir, cılız delikanlı yorulmuş ve hastalanmıştır. Dostları terketmiştir, ama namı yürümüş gitmiştir. Ve bir gün haber gelir. Kabadayı cılız delikanlıyı bulmuş ve yere sermiştir. Çok kötü pataklamış, içindeki bütün kini ve nefreti ona boşaltmıştır. Pataklamakla kalmamış, ibreti alem olsun diye canına da kastetmiştir cılız delikanlının.

Cılız delikanlı ile ilgili şehir efsaneleri bile uydurulmuştur. Kimileri cılız delikanlının aslında kabadayının adamı olduğunu bile söylemiştir. Kimileri cılız delikanlının yaptığının yanlışlığını, hiçbir şekilde elma bıçağı taşımaması gerektiğini söylemiş, yerden yere vurmuşlardır.
Cılız delikanlının arkasından muhakkak ağıt yakanlar olacaktır. Yerden yere vuranlar da... Ama tarihe not düşüldüğünde, kabadayının façasını bozan adam olarak anılmaya devam edecektir.