24 Eylül 2011 Cumartesi

Sarstı: Kundakçı

Kundakçı (Incendiary)

İrfan'ın Yorumu:
11 Eylül sendromunun İngiltere versiyonu olarak göze çarpıyor. Film birkaç tane rahatsız edici sahneyi es geçtiğiniz taktirde insanı sarsabilecek kapasitede. El Kaide'nin ve Usame bin Ladin'in İngiltere halkı üzerindeki etkisini çarpıcı bir dille anlatmaya çalışmış. Evet eylemler sonucunda insanlar öldü, çocuklar, kadınlar vs. İşin ölümler boyutundan baktığınızda gerçekten içler acısı bir durum. Aynı şekilde İngiltere'nin de tarih boyunca ne tür canlar aldığını gözönüne alacak bağımsız filmler bekliyoruz ! Özellikle çocuğunu kaybetmiş kadın oyuncunun Usame'ye yazdığı mektup kayda değer nitelikte. Müslümanlar da bunu anlatmak istiyor zaten, öyle yıkıcı, tahrip edici işler yaptınız ki siz en azından mektup yazabiliyorsunuz, bizler mektup dahi yazamadık... İbretle izleyebileceğiniz etkili bir film sizi bekliyor...
  • Filmin Özeti

Bir intihar bombacısının bombayı patlatmak için seçtiği bir futbol maçı ve stadyum... Bundan habersiz oğlunu alıp maça götüren bir baba... Kocası ve oğlunu maçta patlayan bomba yüzünden kaybeden bir kadın ve parçalanan hayatlar...



21 Eylül 2011 Çarşamba

Doğayla Barışık mı Olmak İstiyorsun: Into the Wild

Into the Wild

  • Filmin Özeti

Genç Christopher McCandless’ın (Emile Hirsch) ilham veren gerçek hikayesinden uyarlanan Into the Wild, rahat ve konforlu yaşamını terk ederek Alaska’nın kırsalında hayatının en büyük meydan okumasını gerçekleştirmek ve özgürlüğü yaşamak için yollara düşen Christopher’ın hikayesini anlatıyor. Filmin senaryo yazarı ve yönetmeni Sean Penn’e yıldız oyuncular William Hurt, Marcia Gay Harden, Vince Vaughn, Catherine Keener ve Hal Holbrook eşlik ediyor. Özgürlüğe Giden Yolda, “güzel olduğu kadar heyecan verici, eğlenceli ve çoşkulu.”



Gerçek mutluluk nedir ? Gerçek mutluluk ; Dünyanın bize sunduğu sahte ilişkiler, paranın verdiği sahte mutluluklar, zoraki ve istemeden hayat denizinde boğulmak zorunda kaldığın insanlarla birlikte istemediğin bir dünyada yaşamak değildir mutluluk . Gerçek mutluluk ; Sahte olamayan ilişkilerle,insanlarla ve dünyayla içiçe girdiğin insanlarla paylaşmaktır mutluluk.Film gerçek mutluluğu karakter üzerinden yansıtmakta ,ve hayata eleştirisel gönderileri çok başarılı ,film kimine göre saçma veya mantıksızca gelebilir fakat filmdeki kurgu tam ankamıyla ''ilham verici'' sean peann ın yönetmenlik koltuğundan kalkmaması kanısındayım mükemmel bir film olmuş dostluk temasıda gayet iyi yansıtılmış replikler ise ders verici emilie hirschi ilk defa duysamda oyunculuğu bence yabana atılmaması gerekir ve gerçekten çok iyi oynamış kurgu gerçekten iyi hatalar ise yok denecek kadar az mesaj içeriği ise çok başarılı farklı ve zor bir hayat ...


İrfan'ın Yorumu

Kalburüstü bir ailenin içinde, iyi eğitim almış genç birinin farklı arayışlar içerisine girmesi, mutluluğu standartların dışında arama mücadelesi... Maalesef ibretlik olarak izlenmesi gereken filmler statüsünde... Böyle bir hayat tercihi, kızgınlıklarımızın ve isyankarlığımızın karşılığı olmaması gerektiğini gösteriyor. Mutluluğu aramak için sarılan sebebler bu filmde çıkmaz sokaktan başka bir yol değil maalesef. Kalbim burkularak izledim, mutluluğu bu şekilde aramak... IIh !

19 Eylül 2011 Pazartesi

Mavi Marmara Olayında Ahmet Altana Eleştiriler Devam Ediyor

SINIR YAZILARI 19.09.2011
Cihan Aktaş
Mavi Marmara’yı niye tartışıyoruz

Günlerdir Taraf gazetesinde son zamanlarda Mavi Marmara üzerine yayımlanan yazılar üzerine neler düşündüğümü soran e-mesajlar alıyorum. Aslında bu konuda ne düşündüğüm, bu köşede yazdığım yazılar veçhesinde apaçık.

Başından itibaren Mavi Marmara yolcularının Hazreti Hüseyin’in mesajının izinden gittiğine inancımı dile getiriyorum. Mavi Marmara yolcuları seferlerinin sivil niteliğine o kadar güvenmiyor olabilirlerdi, İsrail saldırganlığına aşina oldukları için. Böyleyken İsrail katliam yapabilir diye bu haklı yolculuğa çıkmaktan sakınmak, zalimin zulmünün sürmesine bir tür katkı anlamına gelmez mi... Hem gemideki yolcular reşit insanlardı ve bu iyilik yolunu kimsenin baskısı olmaksızın seçmişlerdi. Böyle “ölümcül” bir sefere katılmanın sebeplerinin içyüzüne kolaylıkla karar verilemez, dışarıdan bir bakışla.

Gazze yolculuğu ve Arap halk hareketlerinde somutlaştığı üzere, toplumsal değişimlerde halka güç veren değerlerin kaynağının maddi medeniyetin kriterleriyle kavranamayacağı bir vakıa. Adam Ferrarisini niye sattı, nasıl bilge oldu sonra, bu soruların cevabını derketmiş olduğunuzu varsaydıran kriterler, Mavi Marmara seferini irrasyonel olarak işaretlemenin de fizibilite raporlarını hazır etmişlerdir çoktan.

Sol kökenli liberal ve seküler aydınların bir problemi bu: Che Guevara olmak yüceltilir, ancak onun tuttuğu yoldaki içinde canını feda etmeyi de getiren zor mücadele rasyonel bulunmayarak sorgulanır. Oysa Che’yi posterlerindeki romantik direnişçi imajını bütünleyen beresinden, kıvırcık saçlarından önce, bakışlarındaki kararlılığı oluşturan sebeplerle anlamak gerekir.

Ahmet Altan’ın zaman zaman İslamiyet ve Müslümanlar bağlamında sohbet ederken tanığı olduğum bir coşkusu var ki bende yükseklerde bir yere bağlanmaya hazırlandığı bir yolculuğun içinden seslendiği izlenimini uyandırıyor. Gerek Ahmet Altan ve Yasemin Çongar olsun, gerek Yıldıray Oğur olsun birkaç yıldır Türkiye’de hele Taraf’ın ilk çıktığı zamanlarda daha da zorlu olan bir riski üstlenmeyi gerektiren bir bağlamda gazete çıkartıyor, yazılar yazıyorlarsa, bu onların kendini feda etmeyi göze aldıran değerlere inancının göstergesi. Altan’ın Ali Şeriati ve Aliya İzzetbegoviç okumasını çok isterdim. Şeriati’nin Hüseyin’in kıyamı üzerine yorumlarının onun epik ruhunda bir karşılık bulacağını sanıyorum. Bir dönemde uzak ülkelerde kalabalıklara halkların kardeşliği ve sınırların izafiliği temalarına açılan “devrimci” konuşmalar yapmış olan Yasemin’den de alternatif Mavi Marmara yazıları umuyor gönlüm.

Şehit Furkan Doğan’ın geçen mart ayında Kayseri’de ziyaret ettiğim ailesiyle, ardından mayısta New York’ta karşılaştığım babası Ahmet Bey’le yaptığım konuşmalarda da bu konu hep vurgulandı: Furkan’ın yolculuğu Hazreti Hüseyin’in yolculuğuna benziyor bir yerde.

Hüseyin zalimlerle yaşamak zulmün ta kendisi olacağı için, ucunda ölüm olduğunu bile bile Küfe’ye doğru yola çıkmıştı. Mavi Marmara yolcuları için ise Gazze’nin kapalı yollarını açmak işte böylesine her ihtimali göze aldırtan kaçınılmaz bir yolculuk anlamına geliyordu.


Gazze seçimle işbaşına gelmiş meşru bir hükümete sahip her açıdan, ama bir yandan da hukukun apaçık ihlal edildiği zalimce bir abluka altında. Hiçbir yardımın ulaşılmasına izin verilmiyor bölgeye, İsrail yüksek duvarlarla kendisinden ayırıyor Gazzelileri ve aynı zamanda karadan denizden ablukayla tecrit edilmelerini sağlamaya çalışıyor. Gazze halkı ise etrafında yükseltilen çelik duvarlara rağmen direnişini sürdürüyor. Kimileri o duvara rağmen normal hayatını sürdüremeyeceğini, duvarı yakından görmeden tek kelime yazamayacağını, okuyamayacağını düşünüyor, “The Wall” sorgulamasını işte bu yolla geliştiren Pink Floyd gibi. “İşgale ihtiyacımız yok, ırkçı bir duvara ihtiyacımız yok” diyebilmek için, Roger Waters misali o duvarı yakından görmek gerek...

Zahide Tuba Kor’un büyük emek vererek İngilizce ve Türkçe olarak hazırladığı Küresel Vicdanın Dilinden Özgürlük Filosu isimli, Özgürlük Filosu yolcularıyla yapılan söyleşilerden oluşan kitapta 2008’de Gazze’ye iki küçük tekne götüren hareketin kurucu üyelerinden olan Amerikalı bilim adamı Paul Larudee’nin ifade ettiği gibi: Mavi Marmara’nın yolculuğu bölgedeki özgürlükçü hareketleri cesaretlendirdi, bu hareketler ivme kazandırdı.( İHH yayını, Mayıs 2011) “Umut... Umut ve dünyanın Filistin’i unutmadığını ve yüzüstü bırakmadığını göstermek.” Bu cümleyi de New York doğumlu bir gezgin, David K. Scehermerhorn aktarıyor Tuba Kor’a, senelerce Batı Şeria’da çalışan hemşehrisi bir doktorun dilinden, Gazze’ye gitmenin anlamı bağlamında.

Gazze direnişine destek sunan Küresel Halk Hareketi, İsrail’in sömürgeci ırkçı projesine yönelik büyük bir tehdit, Amerikan ve İsrail vatandaşlığı olan bir Filistinlinin, Huwaida Arraf’ın ifadesiyle.

Mazlumlarla dayanışmada söylemle mi kalıyorsunuz, yoksa bu sizin için eyleme dönüşmeden yapılamayacak kadar hayati bir problem mi, Mavi Marmara işte böyle ciddi bir sorunun tecessümü olduğu için de tartışma konusu olmaya devam ediyor.


aktascihan@gmail.com

16 Eylül 2011 Cuma

Okuyan Değişir: Yoldaki İşaretler

Kitabın Adı: Yoldaki İşaretler
Yayınevi: Dünya Yayıncılık
Yazarı: Seyyid Kutub
Kitabı okumayı Bitiriş Tarihi: 16 Eylül 2011 – İstanbul

En zor anların yaşandığı bir dönemde insanlığa yeni bir dünya düzeni sunmak için sahneye çıkma sırası artık İslam"a gelmiştir. Bu dönem artık ümmet dönemidir. Allah"ın yeryüzündeki iradesini gerçekleştirmek için seçip çıkarılan "Müslüman ümmet" dönemi.


Bu kitap öyle bir kitap ki, bu yazar öyle bir yazar ki, getirdiği fikirler öyle fikirler ki... Uyuyan devin uyanmasını sağlamıştır bu kitap ve yazar. Büyük şehid ile ilgili söylenecek o kadar çok şey var ki, biz ona sadece rahmet okuyalım. Bu kitap Seyyid Kutub'un zindanda iken yazdığı büyük bir eserdir. Kimileri uçuk kaçık fikirler olduğunu dahi söylemişlerdir. Günümüzde bu eserin geride kaldığını dahi söylemişlerdir. Ama size şunu söyleyeyim hem de iddialı bir şekilde, bu kitap en az 6 ayda bir ya da hadi diyelim ki 1 senede bir tekrar okunması gereken kitaplardan birisidir. Eğer bir yalpalama yaşıyorsanız bu kitabı okuyun, kendinize gelirsiniz. Çünkü sizi öyle bir şekilde avucuna alıyor ki, evet diyorsunuz, şehid doğru söylüyor diyorsunuz. Ben yanılmışım diyorsunuz vesselam... Kitabın özetini bir internet sitesinden aldım... Çünkü bu kitabın benim tarafımdan özeti yapılamaz. Bu kitap ancak okunur, tekrar okunur, tekrar okunur, tekrar okunur, altı çizilir, hissedilir, tekrar ama tekrar okunur... Allah izin verdikçe kitaptaki çarpıcı ve sarsıcı ifadeleri Kur'an'ın Gölgesinde Yoldaki İşaretler'den Hatırlatmalar başlığı altında incelemeye gayret edeceğim...


Kitabın Özeti:

Günümüzde insanlık tam bir ateş çukurunun kenarında durmaktadır. Bu durum hastalığının kendisi değil sadece belirtisidir. İnsanlığın bu duruma gelmesinin asıl sebebi, sağlıklı bir hayat nizamı kuran ve geliştiren "değerler sisteminin iflas etmesidir.

Batı dünyası tüm insanlığı kuşatan cihanşümul bir hayat nizamı kurmak şöyle dursun kendi varoluş gayesini kendisine bile kanıtlayamamaktadır. Nitekim demokrasi efsanesinin iflasıyla yüz yüze gelmesi toplumculuk (sosyalizm) adı altında doğu dünyasına özgü olan rejim biçimini ödünç almak zorunda bıraktı onu.

Bu tün beşeri düzenlerin hemen hemen hepsi insan fıtratına aykırıdır. Bu yüzden kokuşmuş ya da uzun süre baskıcı rejimlerin uyguladığı otoriter ortamlarda gelişebilir ancak.

İnsanlık için yeni bir dünya düzeni artık zorunlu ... Çünkü batılı adamın tüm insanlığı yönetmesi son bulmak üzere. Bu batı uygarlığını iktisadi ve askeri açıdan güçsüz duruma düşmesinden dolayı ortaya çıkan bir sonuç değil, aksine batılı adamın insanlığı yönetmesine imkan veren "değerler düzeni" ne sahip olamamasından kaynaklanmaktadır.

İşte bütün bu sayılan değerlere sahip yeni dünya düzeni olamaya layık tek sistem İslam"dır.

Yine bu dönemde ortaya çıkan bölgecilik ulusalcılık gibi bölgesel temellere dayalı toplumsal çıkışlar da fonksiyonunu tamamlamıştır; onlarından insanlığa sunacağı bir şey yok. Son tahlil de bireyci ve toplumcu düzenler de iflas bayrağını çekti.

En zor anların yaşandığı bir dönemde insanlığa yeni bir dünya düzeni sunmak için sahneye çıkma sırası artık İslam"a gelmiştir. Bu dönem artık ümmet dönemidir. Allah"ın yeryüzündeki iradesini gerçekleştirmek için seçip çıkarılan "Müslüman ümmet" dönemi.

Dönem İslam dönemi ancak bir ümmet bir toplum içinde biçimlenmedikçe işlevini yerine getiremez İslam... İslam ümmeti hayatları düşünceleri tutum ve davranışları örgütleri değerleri ve değer yargıları... bunların tamamı İslam metoddan kaynaklanan insan topluluğudur. Bu niteliklere sahip ümmet Allah'ın şartlarına göre yönetim biçimi yeryüzünün tamamından kaldırıldığından beri varlığını yitirmiştir.

İslam'ın bir kez daha insanlığa "yeni bir dünya düzeni" sunma konusundaki yüce işlevini yerine getirebilmesi için bu ümmete yeniden varlığını kazandırmak gerekir. İslam la ve islami metotla yakından uzaktan alakası olmayan fosil haline gelmiş nesiller düşünceler tutum ve davranışlar düzenler .. tarafından yok edilen bu ümmet kavramının yeniden diriltilmesi mecburidir.

Yeniden yaratılış girişimi ile "yönetim"i ele geçirmek arasındaki mesafenin ne denli uzak olduğunun bilincindeyim. Çünkü İslam ümmeti uzun zamandır varlığını yitirmiştir. Onun alanı boş bırakması ile insanlığın yönetimini yıllarca başka düşünceler başka milletler başka dünya görüşleri almıştır.

Günümüz dünyası yaşamı düzenleyen dinamikler ve sistemlerin dayandığı kaynak açısından tam bir cahiliyleyi yaşıyor. Bu cahilliye Allah'ın yeryüzündeki otoritesine özellikle uluhiyet haklarına saldırı temeli üzerine kurulmuştur. özellikle Allah'ın hakmiyet ine saldırı temeline...Söz konusu cahili anlayış otoritesini insanlığa dayandırır. İnsanların bir kısmını bir kısmına rabb yapar.

Sosyalist düzenlerde insanların topluca ihanete uğraması kapitalist düzenlerde bireyin ve toplumun sömürge ve sermayenin baskısı altında kalarak zulüm görmesi Allah'ın otoritesine saldırının ve Allah'ın insana bağışladığı kutsallığı yadırgamanın ortaya çıkardığı sonuçtan başka bişey değildir.

İslami diriliş hareketi nasıl başlayacaktır? Öncelikle bu işe bütün benliği ile karar vermiş ve bu yola baş koymuş bir öncü topluluk .. Yeryüzünün tümünde zorbalığını bütün şiddeti ile uygulayan cahilliye hayatına son vermeye kararlı bir topluluk... yeryüzünü kuşatan bu cahiliyeden uzak durmaya çalışırken öte taraftan belirli bir biçimde onunla ilişkide olmayı savsaklamayan bir topluluk...

"O'nun ahlakı Kuran dı" (Nesei) Bu durumda söz konusu ilk neslin susuzluğunu giderdiği eğitildiği ve kişiliğini biçimlendirdiği yegane kaynak Kuran'dı. Bunun böyle olması o dönemde yaşayan insanlığın medeniyetsiz kültürsüz bilgisiz kitapsız ve eğitimsiz oluşundan değildi. Kesinlikle!

Allah Resulü , yüreği bütün pisliklerden arınmış yepyeni bir nesil yaratmak istiyordu. Beyni düşüncesi ve bilinci Kuran'ın içerdiği ilahi yöntemden başka şeylerden tamamen arınmış saf arı-duru bir nesil...İşte o nesil sadece ve sadece bu kaynaktan susuzluğunu gideren bir nesildi. Tarihteki eşsizlik bu yüzdendi.

Sonra ne oldu ? Kaynaklar karıştı safiyet bozuldu! Bu neslin ardından gelen kuşakların beslenme kaynaklarına gerek felsefesi ve mantığı , Pres efsaneleri ve düşünce biçimleri yahudi israiliyatı ve hristiyanlık mistizmi, bunların dışında kalan diğer kültür ve medeniyetlerin tortuları karıştı.

Bütün bu sayılan kültür ve medeniyet öğeleri Kuran tefsirlerine, kelam ilmine, fıkıh ve fıkıh metodolojisine bulaştırıldı. O nesilden sonra gelen bütün nesiller bu bulanık kaynaktan beslendiler. İşte bundan dolayı o ayarda ikinci bir nesil gelmedi. O nesil ile öteki nesiller arasında açık farklılıktaki birincil faktörün kaynakta meydana gelen bu bulanıklıkta olduğunda kuşku yoktur.

İlk dönemin eşsiz nesli Kuran"ı, bilgilerini görgülerini kültürlerini arttırmak müzikal bir zevk almak yada dünyasal bir çıkar sağlamak için okumuyorlardı. Kur'an'ı kendisiyle kültür edinen ilim ve fıkhı konularda dağarcık dolduran bir kaynak olarak algılamıyorlardı. Onlar Kuran'ı Allah'ın buyruğu olarak algılıyorlardı ve bu buyruğu savaş alanındaki asker gibi duyar duymaz uyguluyorlardı. Kuran Mushaf sayfalarında yazılı veya zihinde ezberlenmiş bir halde kalmayıp adeta yaşanan bir kültür haline gelmişti. Kısacası Kuran , yaşamın seyrini tamamen kendi çizdiği plana göre değiştirmişti. Kuşkusuz Kuran kendisine bu şekilde yaklaşan ruha açar zenginliklerini.



İlk neslin yaşadığı dönemde kişi İslam'a girdiği zaman cahiliye dönemindeki geçmişini islamın eşiği önünde tamamen bırakıyordu. Kişi islama girdiği andan itibaren hayatında yepyeni bir sayfa açıldığını biliyordu. Nefsine yenildiğinde geçmişteki kötü alışkanlıkların albenisine kapıldığında .. bir zayıflık hissettiğinde derhal bu tutumunun yanlış olduğunun farkına varır ve hemen Kuran'ın getirdiği hidayet üzere yaşamaya yönelirdi.

Ayrıca cahili bir çevreden gelenek ve görenekten dünya görüşünden ilişkiler sisteminden tamamen soyutlanma söz konusu idi burada. Şirk akidesinden sıyrılmak tevhid akidesini ; cahili dünya görüşünden ayrılmak ise islamın dünya görüşünü ve varlık anlayışını meydana getiriyordu. Bütün bu sıyrılmalar islami bir toplumu meydana getiriyordu.

İşte burası bir nevi yolların ayrıldığı bir kavşak noktasıdır. Yolda yürüyüşün başlangıç noktası... yeni yoldaki yürüyüşe , bu noktadan başlanacaktı. cahiliyye toplumunun koyduğu gelenekler orada hakim olan düşünceler ve değerler sisteminin dayattığı bütün baskıların etkisinden kurtulmanın hafifliği ile çıkılan yepyeni bir yürüyüş.

Bu yürüyüş sırasında müslüman kişi işkence ve aldatmacadan başka bir şeyle karşılaşmıyordu. Ne var ki o kendi benliğinde kesin kararını vermişti ; bu yolda yürüyecek ve menzile ulaşacaktı sonunda. Cahiliyye düşüncesinin dayatmaları cahili toplum geleneklerinin zorlaması artık onu yolundan çeviremezdi.

Öyle ise islami hareket yöntemi gereği ilk önce yapmamız gereken nedir? Öncelikle İslami hareketin oluşum sürecinde şu an yaşadığımız ve kendisine dayandığımız cahiliyyenin bütün etkilerinden sıyrılmalıyız. Ardından ilk neslin dayandığı ve beslendiği her türlü şaibeden arınmış saf kaynağa dönmekle işe başlamalıyız.

O kaynağa yöneldiğimizde salt araştırma, dünyasal bir yarar ve haz elde etme tutkusu ile değil uygulama ve eyleme dökme bilinci ile döneceğiz. Kuran'da ki kıyamet sahnelerine vicdanlara nüfuz eden olağanüstü mantığına ve araştırmacıların aradıkları bütün ilmi zevklere tanık olacağız. Fakat bütün bunlarla birincil hedefimiz olmadan karşılaşacağız. bizim birincil hedefimiz Kuran'ın bizden istediği hareketler olacaktır.

Birinci vazifemiz şu içinde yaşadığımız toplumun değerler sistemini değiştirmektir. Bunun için önce kendimizi değiştirmeliyiz. Yolun yarısında karşılaşacağımız az yada çok değerlerimizden ve düşüncelerimizden dönmememiz ödün vermememiz gerekir.

Bu yolda elbet zorluk ve sıkıntılarla karşılaşacağız. Bu yol bize ödenmesi zor bir fatura sunacaktır. Ancak ilahi bağışa mahzar oldukları bizzat Allah tarafından onaylanan cahili yöntem karşısında kendisine yardım edilen ilk neslin yolunda yürümek arzusu ile bu yola girdikten sonra başka seçeneğimiz yoktur. İlk nesil gibi biz de bu cahiliyle bataklığından çıkabilmemiz için metodumuz bilmemiz gerekecektir.

Kuran'ın Mekke de inen bölümü Allah Resulü ne 13 yıl boyunca tek meseleden söz etti. Sunuş biçimi tekrarlanmadan kesinlikle değişmeyen tek meseleden... "uluhiyet-Rububiyet! (ilahlık ve kulluk) ve bunların arasındaki ilişki anlatılıyordu. Akide (inanç) meselesiydi bu.

Kuran'ın Mekke de inen bölümü insana kendi varoluş sırrını yanı sıra onu çevreleyen varlık aleminin varoluş sırrını da açıklıyordu. Kuran bunu yapmakla kalmıyor insana kim olduğunu nereden geldiğini niçin geldiğini işin sonunda nereye gideceğini ; onu yokluk ve bilinmezlikler diyarından kimin çıkarıp getirdiğini ve kimin tekrar geri götüreceğini vardığı yerde sonunun ne olacağını da soruyordu.

Bunlardan başka sorularda yöneltiyordu insana ; görerek ve hissedilerek algılandığında şu varlık alemi nedir? Gizemlerle dolu bu alemi kim yarattı onu kim idare ediyor , kim onu evirip çeviriyor? Kuran bununda da kalmıyor, insana bu varoluş aleminin yegane yaratıcısı ve evrenle nasıl bir ilişki içinde olacağını öğrettiği gibi kulların birbirleri ile olacak ilişkilerini de enine boyuna açıklıyordu.

Allah bu meselenin gereği gibi açıklandığında, insanoğulları arasından seçip çıkardığı seçkin insanların yüreğinde sarsılmaz bir biçimde yerleştiğine kesin kanaat getirinceye dek Kuran Mekke de inen bölümünde bu temel meseleden çıkıp hayatın detayına ilişkin konuların üzerine bina edileceği ilkeler manzumesinin düzenlenmesine geçmedi. Çünkü Allah bu dini bu temel meselenin üzerine kurmayı planlamıştı.

Şöyle denilebilirdi: Risaletten 15 yıl önce Hacer-i Esved taşının yerine konulması meselesinde hakem tayin edildiğinde verdiği hükümden memnun olunan çevresinde sadık ve emin lakablarıyla tanınan Hz. Muhammed içsel tartışmaların yiyip bitirdiği arap kabilelerini bir araya getirerek kuzeyden Rumların güneyden Pers'lerin gasbettikleri toplarakları işgal altından kurtarmak için "Arap ulusçuluğu" hareketi başlatabilirdi.

Ve böylece orada hüküm süren egemen güçlerden 13 yıl boyunca gördüğü sert tepkiler sonucu çektiği sıkıntıları çekmezdi; araplar böyle bir çağrıyı hep birlikte kabul ederdi.

Şöyle de denilebilirdi : Hz. Muhammed arap ulusuna yaptığı çağrıyla liderlik makamına oturur ipleri eline aldıktan sonra her türlü güce sahip olurdu. Bu gücünü önce insani egemenliğine boyun eğdikten sonra insanların Rabblerine ibadet etmelerini sağlama tevhid in kökleştirilmesini sağlamaya yönelik kullanabilirdi.

Ne varki Alim ve Hakim olan Allah , elçisini böyle bir amaca yöneltmedi. Bilakis onu ve onunla birlikte olan bir avuç güçsüz inanmışı "Lailahe illallah'ı açıktan haykırmaya karşısında başlarına gelecek meşakkatlere katlanmaları yönüne yöneltmeyi yeğledi.

Yüce Allah milliyetçilik ülküsü ile ortaya çıkmanın ve insanları buna çağırmanın doğru bir yol olmadığını biliyordu. Ülkenin gaspedilen topraklarını Rum ve Pers tağutlarının elinden kurtarıp bir arap tağutuna teslim etmek çözüm değildir. Adı sanı ne olursa olsun tağutun hepsi tağuttur.Yeryüzü Allah'ın mülküdür, O nun adına kurtarılması gerekir. Üzerine "Lailaheillallah" bayrağı çekilmeyen hiç bir toprak parçası Allah adına kurtarılmış değildir...

Allah Resulu bu dinle gönderildiği sırada arap toplumu servet dağılımı ve eşitlik yönünden son derece kötü bir durumda idi. Küçük çaplı mutlu bir azınlık ticaret ve mal edinme imkanlarını elinde bulunduruyordu. faize dayalı ticari işlemlerle mal üzerine mal yığıyordu. Geriye kalan devasa çoğunluk ise açlık ve yoksulluktan başka hiçbir şeye sahip değildi.

Burada şu denilebilirdi : Hz. Muhammed toplumculuk adına bayrak açarak, soylu ve sömürücü sınıfa karşı ezilen sınıfları yanına çekerek onlara karşı savaş açabilirdi; ezilenleri , yaşadıkları olumsuz koşulları değiştirmeye, zenginlerden alıp fakirlere vermeye yönelik bir amaca hizmet etmeye çağırabilirdi.

Devasa çoğunluk işlerine gelen daveti kabul ettikten sonra Hz. Muhammed onların başına geçtikten sonra dizginleri eline alır ardından mutlu azınlık dediğimiz sınıfı da yenilgiye uğratarak liderlik gücünü iyice pekiştirebilirdi. Daha sonra elde ettiği bu otoriteyi kullanarak Rabbinin kendisine verdiği Tevhid akidesini yerleştirmede kullanabilirdi.

Ne var ki Alim ve Hakim olan Allah onun böyle bir yöntem kullanmasına izin vermedi.Toplumda sosyal adalet anlayışı her şeyi Allah'a dayandıran herşeyi O'na iade eden Allah'ın insanlara eşit olarak dağıttığı şeyleri gönül rızası ile kabullenen kapsayıcı bir itikadi anlayıştan kaynaklanmalıydı. Böylece toplumda sağlıklı bir sosyal dayanışma meydana gelebilir.

O dönem de yaşayan müşrikler ahlaken erozyona uğramışlardı. Ahlaki değerleri çökmüştü. Cahiliye dönemindeki evlilik türleri de buna bir örnektir. Buna binaen şöyle denilebilirdi : Ahlaki açıdan bu denli çöküntüye uğramış bir toplum içersinde Hz. Muhammed bu yeni daveti ahlaki değerleri güçlendirerek toplumun temizlenmesini ve insanların nefislerini temizlemeyi amaçlayan ahlaki bir reforma davet etme biçiminde de sunabilirdi.

Hz. Muhammed temiz vicdanlı kimselerin dikkatini çekebilirdi. Bir grup bu daveti kabul ederdi. Bu sayede onlar ahlaklarını ruhlarını iyice temizleyerek yeni sunulan akide modelini kabullenmeye ve sorumluluğunu taşımaya en yakın insanlar olurlardı. Daha sonra "Lailaheillallah" çağrısına öylesine sert tepki ile karşılık vermezlerdi.

Ancak bu da çıkar yol değildir. Sağlıklı bir ahlak modeli , değerler sistemi kuran bir akide temeline dayandırılabilirdi ancak. Bunun dışında kalan bir temele dayandırılması mümkün değildir.Bu akide anlayışı aynı zamanda bu ölçülerin ve değerler sisteminin üzerine kurulacağı siyasal bir otoriteyi de yerleştirir. Böyle bir otorite kendisine bağlı olanları ödüllendirme diğerlerini ise cezalandırma hakkına sahip olabilir. Söz konusu akide anlayışı yerleştirilmeden kurulan sınırlı siyasal otoritenin gölgesi altında kurulacak değerler sisteminin , ölçülerin ve ahlaksal yapıların tamamı kuralsız, otoritesiz ve yaptırımsız olurdu.

Zorlu mücadeleler ardından böylesi bir akide anlayışı hakim oldu. İnsanlar kula kulluktan nefsin egemenliğine boyun eğme zilletinden kurtulduğunda "Lailaheillallah" yüreklere iyice yerleştiğinde bu saydıklarımızı Cenabı Hak bu akideye gönül verenlere nasip etti.

Arap yarımadası Bizans ve Pers egemenliğinden temizlendi. Ancak temizlenme hareketi arap ulusunun kendi egemenliği adına değil sadece Allah'ın egemenliğinin yerleştirilmesi adına yapılmıştı. Sosyal adalet bayrağı sadece Allah adına dalgalandı. Belli bir ırkı temsil etmediği sadece bu akideye gönül verenlerin altında toplandığı için bayrağa şu ibare yazılıyordu : "Lailaheillallah"

Ahlaklar tertemiz oldu. Herhangi bir yaptırıma gerek duyulmadan gerçekleşti bunlar. Çünki insanlaır denetim altında tutan mekanizma onların vicdanlarına yerleştirildi.Böylece insanlık, ahlaki alan dahil hayatının bütün alanlarında daha önce eşine rastlanılmayan yücelikte bir yüceliğe sahip bir düzen kurmayı başardı. Zirveye ulaşt. İslamın gölgesinde yaşamanın dışında kimse bu zirveye ulaşamayacaktır.



Bu yüce gaye yi gerçekleştirmek için uygulanacak en kutsal metod davete o dönemde başlanıldığı gibi başlamaktan başka birşey değildir. Davet adına sadece "Lailheillallah" bayrağını yükseltmek onun yanısıra başka bayrakları yükseltmemek. Davet mücadelesinde görünürde son derece zor olan bu yolda yürümekten başka yapılacak birşey yoltur. Bu mücadele de ilk adım olarak ulusçuluğa , toplumculuğa , ahlakçılığa davetle başlansaydı "Lailheillallah" bayrağı yerine başka bayraklar yükseltilirdi.

Bu din tamamen aktif harekete dayalı eylemsel bir dindir. Yaşamın bütün evrelerine realitelerine kendi emri ile ya onaylar ya dönüştürür ya da kökünden değiştirir. Bundan dolayı Başlangıçta yalnız Allah'ın egemenliğini tanıyan toplumlarda fiili bir olayla karşılaşılmasının dışında yasa koymaz. O sadece varsayımlarla uğraşan bir kuramlar dizgesi değildir. Yalnızca vakıa ile ilgilenen reel bir yöntemdir o.

Kuran bu inanç beraberliği ile sıcak bir savasın içine giriyordu. Yaşayan insan unsurunun vicdanları üzerine abanarak onları görevlerini icra etmekten alıkoyan geçmişin birikintileri ile girilen bir savaş...

Müslüman toplumun vicdanlarına kendi akidesini yerleştiren Kuran bir yandan bu Müslüman toplumu çepeçevre kuşatan cahiliye tortularının inanan insan unsurunun vicdanlarının benliklerinin derinliklerindeki kalıntılarına karşı savaşıyordu. Fakat inanç sisteminin yeniden kurulması aşamasının uzun süreli olması, atılan adımların yavaş yavaş ve emin olması da mecburidir.

Kuran'ın akide sistemini kurmak için 13 sene geçirmesi onun ilk kez inmesinden ötürü değildi. Kesinlikle , eğer Allah dileseydi bu Kuran ı bir kerede tamamen indirir ardından seslendiği kitleyi 13 yıldan uzun veya kısa bir süre İslami kura'ı kavrayabilsinler diye onu incelemeleri hususunda serbest bırakırdı.

Allah c.c. istiyordu ki bu akideye uygun cemaat ve hareket kurulsun ; akide de bu cemaat ve hareketle birlikte sistemleşsin... O istiyordu ki akide , aktif hareket edebilen bir toplumun dinamik bir biçimi olsun ; fiili olarak hareket edebilen bu cemaat, akide için somut hale gelen bir yapı teşkil etsin.

Allah c.c. biliyordu ki bir gecede bu nitelikleri taşıyan bir cemaat meydana gelmez

Bizi çevreleyen cahiliyye, bazı ihlaslı İslam davetçilerinin sinirsel yapılarını bozmak için zaman zaman şu sorularla köşeye sıkıştırmak istemektedirler : Kendisine çağırdığınız orijinal düzeninizin detayları nelerdir? onu uygulayabilmek için çağdaş araştırma yöntemlerine uygun hangi bilimsel araştırmaları gerçekleştirdiniz? Hangi hukuki bulgular elde ettiniz? ... sanki günümüzde İslam şeriatını icra etmek için insanların tek eksiği İslam fıkhını araştırmak ve fıkhı hükümler çıkartmakmış gibi ! sanki insanlar Allah'ın egemenliğine tamamen teslim olmuş da sadece çağdaş araştırmalarla fıkhı hükümler çıkartabilecek müçtehitler bulamıyorlar!!

Cahili sistemin bu dayatmasındaki asıl amacı Allah'ın şeriatını bir köşeye atarak insanın insana kulluğunu yürürlükte tutmayı sürdürebilmek için kendisine bir gerekçe bulmak yada islami gelişimin boyutlarını yaşanan islami hayatın gerçek sorunlarına karşı çözümler ve yasal düzenlemeler üretmelerini sabote etmekten başka bir şey değildir.

Müslüman'a gereken bu tür oyunlara gelmemek bu tür oyunları aşmak Allah'ın sistemi dışında kalan bütün sistemleri reddetmektir. Bu tür oyunlar gülünesi oyunlardır.Kuşkusuz İslam da yöntem hakikatle özdeştir. Kesinlikle birbirinden ayırdedilemez. ""Şüphesiz bu Kuran en doğru ya götürür..."" isra 9

Allah Resulü Hz. Muhammed sayesinde gerçekleştirilen İslam'a davet hareketi yüce elçiler yönteminde yürütülen uzun süreli davet zincirinin son halkasını oluşturur. İnsanlık tarihi boyunca yürütülen bu davet hareketi tek bir amacı gerçekleştirmeyi hedefliyordu "insanlara tek olan ilahlarını ve Hak olan Rabb'lerini tanıtmak yaratılmışların Rabb'liğini kaldırmak

Söz konusu topluluk aktif, organize bir yapı kazanarak varlığını iyice kökleştirmeli alanını iyice genişletmeli varlığına kasteden şer güçlere karşı toplumca direnmeli bütün bu savaşın ve etkinliklerin cahiliyye toplumundan bağımsız kendi özgün İslam toplumunun yöntemi altında gerçekleştirmelidir.

İşte öz fakat kapsamlı teorik temellerde ifadesini bulan İslam, ilk andan itibaren ancak böyle bir organik aktif cahiliyye toplumundan tamamen bağımsız ve bu topluma sürekli direnen canlı bir toplulukta temsil edilebilir. Böyle fiili varlıktan soyutlanmış salt kuram biçiminde varolması kesinlikle mümkün değildir.

Tarih içinden bir kaç örnek verelim : Roma imparatorluğu ; eski çağda en ünlü insan topluluklarının bir araya gelerek oluşturduğu bir toplum yapısına sahipti. Bu imparatorluk çeşitli uyrukları ve renkleri bir araya getirmişti ne var ki bu toplum insanilik bağları ile bağlanmış bir toplum değildi. Akide gibi yüce bir değerle canlılık kazanmamıştı. İmparatorluğun her köşesinde toplumsan yapı senyor-serf (efendi - köle) sınıflaşması temeline dayalıydı.

İngliz imparatorluğu ; Roma imp. luğundan farklı bir yapıya sahip değil çünkü onun mirasçısı. İmparatorluğun yönetimi ingliz ulusu egemenliğindedir. Yönetim altında bulunan "deminyonları" bir müstemleke zihniyeti ile sömürüyorlar. Fransız Portekiz , İspanyol imparatorlukları hepsi de düşük iğrenç ve utanç verici toplumsal düzeylere sahip imparatorluklardı.

Kominizim de uyruk millet bölge dil ve renk gibi engelleri aşarak kendine özgü bir toplum kurmak istedi. Ancak kurduğu toplum yapısını tüm yönleri ile insanilik temeli üzerine değil sınıf temeli üzerine kurdu. Roma imp. nda aristokrasi temeline dayalı ise bunda da işçi temeli ne dayalı idi.Kominizim de yeme içme ve cinsellik gibi talepler ön planda idi. Halbuki bu tür ihtiyaçlar hayvanilik taşıyan ihtiyaçlardı. Bundan şu sonuç çıkar Kominizt toplum anlayışı insanlık tarihini sadece yeme içme yollarının araştırılıp incelendiği bir tarih olayı olarak kabul ediyordu.

İslam toplumu ise uyguladığı Rabbani yöntem ile toplumsal yapı içerisinde insanın en özel en özgün özelliklerini ortaya çıkarma geliştirme ve yüceltme etkinliği ile diğer toplumlara özgü toplumculuk bireycilik anlayışından ayrılıyordu. Böylesi asil bir sistem dururken ondan vazgeçip insani yöntemlere sapanlar gerçekte insanlığa düşmandırlar.

"Deki Alem bakımından en çok ziyana uğrayanları bildireyim mi? Dünya hayatında bütün çabaları boşa gitmiş olan ve kendilerine güzel şeyler yaptıklarını sanan kimselerdir..... " " İşte onlar Rabb'lerini ayetlerini ve O'na kavuşmayı inkar eden, bu nedenle yaptıkları boşa çıkmış kimselerdir. Kıyamet günü onlar için bir terazi kurmayacağız. İnkar ettikleri ayetlerimi ve elçilerimi alaya aldıkları için onların cezası cehennemdir."" (Kehf 103 - 106)

İslam düşünce yapılarını ve inanış biçimlerini düzelmek için öncelikle davet ederek ileri çıkar. Bunun ardından insanların vicdanlarına baskı uygulayarak Rabb'lerine kulluktan saptırıp başka şeylerin boyunduruğu altına girmeye zorlayan totaliter teşekkülleri ve onların dayandığı düzenleri ortadan kaldırmak için sözle tebliğ etmenin yanı sıra güç kullanarak ta cihad eder.

İslam öylesine ideal bir harekettir ki fertlerin vicdanlarını ve yüreklerini egemenliği altına almak için kesinlikle zor kullanma yöntemine başvurmaz. Ancak maddi güce dayalı kendi karşıtı otoriter ve totaliter teşekküllerin karşısına çıkarken de sadece açıklama yolu ile tebliğ etmekle yetinmez.

İslam'ın bir özelliği de aktif oluşudur. İslami hareket aşamalı bir harekettir. İslam'ın kendine özgü her aşamaya uygun mücadele araçları vardır. Her aşama yerini kendisini izleyen başka bir aşamaya devreder.

İslam'ın cihad konusunda koyduğu ve uyguladığı yönteme Kuran'i naslardan delil getirme girişiminde bulunan bazı kimseler bunu yaparken cihad konusunun kendine özgü ne yazık ki dikkate almıyorlar. Bu yüzden İslam'ın cihad konusunda uyguladığı yöntemin geçirdiği aşamaların yapısal özelliklerini , değişik Kuran'i nasların bu aşamalarından herhangi birisi ile olan ilişkilerini kavrayamıyorlar. Bundan dolayı söz konusu kimseler cihad konusunda çok büyük yanılgıya düşmekten kendilerini kurtaramıyorlar. Dinin cihad anlayışını tanınmaz bir kılığa sokuyorlar.

Onların böyle bir yanılgıya düşmelerinin başlıca nedeni Kuran'i naslardan her birisini İslam'da nihai kuralları temsil eden nihai nas olarak kabul etmemelerinden kaynaklanıyor.

Akılca ve ruhça yılgınlığa düşmüş bazı kimseler "İslam yalnız savunma amacı ile cihad eder" derler. Böylelikle asıl amacı yeryüzündeki tüm tağutları ve tağuti sistemleri kaldırıp insanların tek Allah a kulluk etmelerini sağlamak onları kula kulluk zilletinden kurtarıp Rabb'lerine kulluk etme izzetine eriştirmek olan İslam'ı asıl amacından yönteminden saptırmakla onu başkalarına (özellikle karşıtlarına) şirin göstereceklerini sanırlar. Halbuki bu din kendi inanç sistemini benimsesinler diye insanlara baskı uygulamaz. Sadece akide sistemi ile insanların arasına girmiş veya girmesi olası engelleri ortadan kaldırır.

Bu din ilk indirildiği gün nasıl ise bu günde öyledir hep öyle kalacaktır. Nitekim İslam'ın ilk indirildiği günlerde Allah Resulü en yakınlarına daha sonra sırası ile kendi kabilesi olan kureyş e çevre kabilelere yarımada da yaşayan tüm Araplara ve son tahlil de tüm insanlığa tek bir şeyi öneriyor ve bunu yapmalarını kendilerinden istiyordu. "kula kulluk etme zilletinden kurtulup tek olan Allah'a ihlas la kulluk etmek..." bu konuda herhangi bir pazarlık yumuşama veya ödün verme diye bir şey yoktur. Din daha sonra mücadele stratejisi için belirlenen başka amaçlara , o aşamalara uygun düşecek araç ve gereçlerle birlikte geçer ve savaşımını bu şekilde sürdürür.

Allah'ın yeryüzündeki hakimiyeti ne ise yönteminde olduğu gibi yeryüzü egemenliğinin (yönetim hakkının) bir takım itibar sahibi din adamları tarafından kullanılmasını ne de "teokrasi" denilen siyasal sistemlerde olduğu gibi tanrılar adına insanları yönetme hakkına sahip olduğunu iddia eden bir takım seçkin insanların yönetime egemen olması biçiminde kurulamaz. Sadece ve sadece Allah'ın şeriatını yürürlüğe koymak açık ve seçik ifadelerle bildirilen ilahi şeriata yerleştirilen ilkelere uygun biçimde bütün işlerin yönetimi top yekun Allah'a bırakılması ile mümkündür.

Tirmizi kaydediyor : adiy b. Hatem den : Adiy Allah elçisinin İslam'a davet mesajı kendisine ulaşınca kurtulurum ümidi ile Şam'a kaçmıştı. Zira o cahiliye döneminde Hıristiyan olmuş birisi idi. Adiy Şam da bulunduğu sıralarda kız kardeşi ve bazı yakınları Müslümanlarca esir alınmıştı. Rasulullah kız kardeşini bağışlayarak Adiy'e azad etmişti. Serbest kalan kadın kardeşinin yanına döner. Ve Adiy'in İslam'a ısınmasına çalışır. Bunun üzerine Adiy Rasulullah'ın yanına gelirken onu gören insanlar onun huzura gelişi hakkında konuşuyordu. Nihayet Adiy boynunda gümüş bir haç ile birlikte Allah huzurunun yanına geldi.

O sırada Raslullah şu ayeti okuyordu :
"" Onlar hahamlarını ve rahiplerini Allah tan başka Rab edindiler..."" tevbe 31

Adiy diyordu ki : Ben bu ayeti duyunca Yahudi ve Hıristiyanların onlara bilfiil tapmadığını söyledim. Bunun üzerine Rasululah :

"Hayır öyle değil. Onlar insanlara Allah'ın helal kıldığını haram, haram kıldığını helal kıldılar (değil mi?) bu onlara kulluk etmeleri anlamına gelir"

Alah elçisi'nin söz konusu ayetle ilgili bu ilginç yorumu yasama ve yürütmede Allah'ın şeriatından başka bir yasal sisteme uymanın insanı Hak din'den çıkaran bir nevi ibadet , böyle yapmanın , insanların birbirini rab edindikleri anlamına geldiğinin kesin kanıtıdır.

Mekke döneminde ve hicretin ilk günlerinde Müslümanların savaştan uzak tutulması şundan dolayı olabilir. Mekke döneminde belirli şartlar içersinde belirli bir kavim belirli bir çevrede eğitilerek gelecek yıllarda daha önemli görevler için hazırlanıyordu. Bu bir

İkinci olarak belirli bir çevrede böylesi bir eğitim verme ve insanları geleceğe hazırlama etkinliğinde bulunmanın başlıca amaçlarından bir tanesi kendisine veya kendisine sığınmış birisine yapılan işkence karşısında sabredebilir bir olgunluk seviyesine ulaştırmak böylelikle onu kendi kişiselliğinden kurtarıp benliğinden soyutlayarak bir daha eski hayatına dönmemeyi yaşamının yegane ilkesi ve ekseni haline getirmek , hayatının bundan sonraki döneminde tutum ve davranışlarını bu yeni olgun kişiliğinin gerekliğine göre düzenlenmesini sağlamaktır.

Bu eğitim sayesinde artık o tutkularına sinirlerine hakim olabilecek yaşamının ilk dönemlerinde doğal yapısından kaynaklanan güdülerle harekete geçmeyecek, heyecanlarına kapılmayacak, doğal yapısında ve tüm hareket ve davranışlarında ılımlı ve esnek olmayı başaracaktır. Ve o insan hayatının her alanında uyması gereken tüzüğe riayet edecektir. Bu teşkilatın kendisine emrettiği ilkelere ters davranışlarda bulunmayacaktır.

İslam'ın ilk yıllarında Mekke de inanan kimselere işkence ve zülmedecek siyasi bir organizasyon yoktu. Sadece hareketin velisi durumundaki insanlar himayesinde bulunan müminleri bıktırma ve usandırma yolu ile bu gayeden vazgeçmelerini sağlamak amacı ile bireysel olarak işkence ediyorlardı. Böyle bir ortamda savaşa izin verilmesi demek Mekke de bulunan her evin bir savaş alanı haline getirilmesi demek olacaktı. hatta bununla da kalınmayacak işte İslam bu dur denilecektir.

İslam'ın gerçekleştirmek istediği asıl amacı insanları benliklerini fesada uğratan seçme hürriyetlerini kayıt altına alan sistemlerin bozucu ve yıkıcı etkilerinden kurtarmaktır. Bu amacı gerçekleştirmek için insanları doğrudan onları bu hale getiren sistemlerle, genel kabul görmüş İslam'a ters dünya görüşleri ile mücadele eder.Onların üzerine saldırır ve onları ortadan kaldırmaya çalışır.

Eğer Allah c.c. Müslüman bir cemaate belirli bir dönem için cihaddan elini çekmesini istemiş ise bu ilke sorunu değil tamamen bir taktik sorunudur. Yani akide ile değildir. Yalnızca hareketin o evrede gerekli kıldığı mecburiyettir.

Bir toplumda insanın insanilik yönü en yüce değer olarak alındığında orada yalnızca insani özelikler onurun ve saygınlığın yegane öğesi sayıldığında işte böyle bir toplum medeni bir toplumdur.

İnsan, milliyet renk ulus ve bölge gibi öğelerin ötesinde de insan olarak kalabilir. Ancak ruh ve fikir öğeleri bir yana bırakıldığında insanın artık insan olarak kalması mümkün değildir. Zira insanın bizzat kendi iradesi , fikrini düşüncesini dünya görüsünü değiştirebilir. Fakat bir ulus içersinde veya dünyanın herhangi bir bölgesinde doğmasına karışamayacağı gibi derisini rengini değiştirme imkanına da sahip değildir.

Bir toplumda hangi biçimde olursa olsun madde en yüce değer olarak kabul edildiğinde bu kabul ediş ister Marksist düşüncenin tarihi yorumlama için koyduğu "diyalektik materyalizm kuramı biçiminde olsun isterde yolunda insani değerlerin ve insani özelliklerin yıkıma uğratıldığı en yüce değer olarak Amerika Avrupa ve diğer kapitalist toplumlarda olduğu gibi "maddi üretim" biçiminde olsun.. Bu tür toplumlar görünürdeki durumları nasıl olursa olsun aslında geri kalmış yada islami ifadeyle "cahili toplumlar" dır.

İslami toplum madde olgusunu hafife almaz. Çünkü bu hem içinde yaşadığımız kainatı meydana getiren temel öğe hem bizi de etkisi içine almış bir realitedir. Allah'ın halifesi olmanın dinamiklerinden birisidir maddi üretim. Fakat İslam toplumu yüksek verimlilik için cahilliye toplumların yerle bir ettiği en yüce değerlerin faziletlerin ve kişisel dokunulmazlıkların çöküntüye uğratıldığı madde yi en yüce değer olarak kabul etmez.

İslam hakimiyette olduğu yerde , sadece insani değerler ve özellikleri yükseltmeye çalışır. toplumu meydana getiren insanları tekrar hayvanileşme tehlikesinden korur.

Bu akide sistemine inananların sayısı üç kişiyi bulunca bu akide onlara şöyle seslenir, artık siz bir cemaatsiniz, bundan böyle . Bu akideyi benimseyen onun değerler sistemine göre toplumsal yapısını sevk ve idare etmeyen cahiliyye toplumundan tamamen ayrısınız. onunla ilişki bağlarınızı tamamen kesmiş kendine özgü toplum oluşturmuşsunuz. Üç kişi ... on kişi ... yüz kişi...İslam toplumunun varlığı ortaya çıkar.

Bu varoluş hareketi yola koyulur koyulmaz akide sistemiyle düşünce yapısıyla değerleriyle ölçüleriyle varoluşuyla kabulleriyle ve oluşumuyla fertlerini dahi kendisinden sağladığı cahiliyye toplumundan ayrılarak yeni doğan İslam toplumu ile cahiliyye toplumu arasındaki inanç savaşı başlamış olur.

Ne var ki islami akidenin ve bu yeni doğmuş İslam toplumunun yapısal özelliği olan "sürekli hareket halinde olma durumu hiç kimseye kendini gizleme fırsatı vermez!. Çünkü bu toplumun üyesi olan her ferdin hareket halinde olma gibi bir mecburiyeti vardır. Akide adına hareket, hayatı adına hareket, toplumu adına hareket... Çevresini kuşatan cahiliyeye karşı ve o çevresindekilerin kendisi üzerinde bıraktığı tortulara karşı hareket. Yani sürekli savaş söz konusu. Cihad kıyamet sabahına kadar sürecektir.

Doğuş ve oluşum , İslam toplumunu diğer toplumlardan ayıran iki özgün özelliktir. Bu iki özellik İslam toplumunu kesin çizgiyle ayırır. Bunun yanı sıra İslam'a yabancı toplumsal kavramlar ile kendi sorunlarına çözümlenemez, kendi doğasına aykırı araştırma yöntemleri ile araştırılamaz. Başka rejimlere dayalı düzenlemeler ile uygulamada bulunamaz bir nitelik kazandırır yeni kurulan İslam toplumuna.

İslam Afrika'nın içinde çıplak insanların arasında bile bir medeniyet kurmuştur. Aynı zamanda bu insanlar artık gelenek haline getirdikleri hımbıllıktan sıyrılıp doğanın kendilerine sunduğu maddi zenginliklerden yararlanmak için çalışmaya başlamışlardı. Totemlere tapmayı terkedip alemlerin Rabb'ine ibadet etmeye başlamışlardı. Eğer medeniyet bu değil de başka ne olabilir ?.. (bakara 138)

İslam uzayın sonsuz boşluklarına , özgürce katlanabilsinler diye insanlığı çamura bağımlı olmaktan kurtarmıştır. En yücelere yükselsinler diye kan ve hayvanilik bağlarından azad etmiştir onları.

İslam hiç bir konuda cahiliye ile ortaklaşa iş yapma girişimini kesinlikle kabul etmez. Ne düşünce yapısı açısından ne de bu düşünceden filizlenen uygulamalar açısından... Bir şey ya İslam'dır ya cahiliye... Bunun üçüncü bir alternatifi yoktur. İslam'ın bakış açısı gayet nettir. Hak tektir. Hak'tan geriye kalan tek bir kavram vardır. Dalalet...

Onlara hoş görünmek derdine düşerek İslam'ı olduğundan başka biçimde kesinlikle sunmayacağız insanlara... onların şehevi tutkularını tahrife uğramış düşüncelerini kesinlikle övmeyeceğiz. Son derece şeffaf davranacaz onlara. Açıkça diyecez ki şu içinde yaşamış olduğunuz hayat tamamen necis' tir. Allah İslam'a ve O'nun düzenine inanarak temizlemek istiyor sizi.

Siz bu dinin düşmanı olan sizler kötü kalpliliğinizden ötürü islami hayatın gerçek dinamiklerini bir türlü göremiyorsunuz. Çünkü sizler bu dine düşman olan sizler İslam'ın hayatı düzenlemesine sürekli karşı çıkmaktasınız. Fakat bizler gördüğünüz gibi Allah'a binlerce hamd olsun ki geleceğinden kesinlikle kuşku duymadığımız Kur'an'ımız şeriatımız tarihimiz ve dünya görüşümüz değerlerimiz, yüreklerimizde mevcut bulunmaktadır.

Günümüzde bazılarını görüyoruz : İslam insanlara sunarken onun hakkında İslam sanki büyük bir suçla itham edilmektedir de onlarda onu bu suçtan kurtarma derdindeymişler gibi konuşuyorlar. Onu savunurken efendim mevcut dünya düzenleri ,İslam da örneğini ayıpladıkları şu şu hatalarını işliyorlar, halbuki İslam gelişinin üzerinden 1400 küsür yıl geçmiş olmasına rağmen çağdaş medeniyetlerin yaptığından farklı bir şey yapmamıştır....!

Ne kadar cüce ne kadar kötü bir savunma biçimi....

İslam kendini temize çıkarmak için cahili dünya düzenlerini ve bunlardan kaynaklanan yararsız tasarruflardan kullanmaz. İslam'ın kendisini insanlara sunduğu açık ve kesin delil şudur. : İslam'ın düzeni diğer dünya düzenleri ile kıyas olmayacak kadar üstündür. Bu düzenleri restore etmek onaylamak rutuşlamak için değil onları kökten kaldırmak için gelmiştir. İslam insanları içlerinde yaşadığı çirkef çukurundan çıkarmak için gelmiştir. onları bataklıkta kutlamak için değil.

Bize ücret versinler diye insanları İslam'a davet etmiyoruz. Yeryüzünde ulvi mertebeler edinmek , fesat çıkarmak ta istemeyiz. Biz insanları İslam'a davet ediyoruz; çünkü onları gerçekten seviyoruz ve onlar için en hayırlı olanı istiyoruz

13 Eylül 2011 Salı

İran Mektuplarından Esintiler 2: Adalet

İran Mektupları / Mektup 9 / Dipnot

...

Suçları önlemek istiyor musunuz? O halde kanunları sadeleştirip manalarını aydınlatın. Kanunları millete sevdirmeye çalışın. Bütün milleti, topyekün bu kanunları savunmaya gönüllü bir hale getirin. Milletin hatta az bir kısmı olsun bu kanunları ihlale gayret göstermesinler. Kanunlar milletin hiçbir sınıfı için imtiyaz tanımasın. Cemiyetin her bir üyesini eşit olarak savunsun ve himaye etsin. Vatandaşlar ancak kanun önünde korkup titresinler. Zira, kanunun verdiği korku selamete götürür. Halbuki, insanın diğer insana verdiği korku ise daima suçların ve kötülüklerin kaynağı olmuştur. (sh. 60)



Temel olarak suçların azalması, önlenmesi ile ilgili yazarın verdiği tedbirler, insan aklının gelmiş olduğu seviyeyi o tarih içinde bize gösteriyor. Gerçi o tarihte bunların düşünülmesi uygulamaya geçirilmiştir anlamı mı taşıyor, tartışılır. Ama şu bir gerçek ki kanunlar insanlara nasıl sevdirilir? İnsanlar kanunlara gönül huzuru ile nasıl teslim olurlar. Hukuk sistemi denilen şeriat, islami bir terminoloji ifade etmesine rağmen, beşeri şeriat dendiğinde de yine aynı şekilde bir hukuk manzumesi anlaşılmaktadır.

İşte insanların kanunları sevmesinin en temel etkeni adil olmasıdır ve hiçbir insan adalet meselesinde Allah'tan daha adil değildir. Bu yüzden Allah'ın kanunları bütün insanlık için adaleti tesis etmede daha takdire şayan ve sevilmesi noktasında, korkması noktasında daha doğrudur. Hatta bir kıyaslama dahi kabul edilemez. Gerçek budur. Vatandaşların kanun önünde korkup titremesi onların adalet duygusunun toplumda hissetmesi ile birebir orantılıdır.

Örnek: Evinin içindeki bütün birikimini temel ihtiyacı olmadan çalan bir hırsızın 6 ay sonra hapisten çıkması adaleti zedeler

Örnek: Haksız yere bir insanın diğer bir insanı öldürmesi sonucunda 15-20 yıl hapis yattıktan sonra tekrar sokaklara dönmesi, kurbanın akrabalarının ve yakınlarının vicdanlarını kanatır. Bu böyledir!

Hayatın gerçekleri ile karşı karşıya kalındığında bunun böyle olduğu aşikardır.

Norveç'de bir manyağın elindeki silahlarla 70 kişiye yakın genci öldürmesi sonucunda kanunlara göre 20 küsür yıl yatması gerekir. Fakat toplum vicdanında bu öyle büyük bir yaradır ki bu katile daha nasıl fazla bir ceza verilebilir, hatta bu caninin ölmesi gerekmez mi soruları sorulur olmuştur. Kur'an'da "Kısas'ta hayat vardır" ifadesi geçmektedir. Toplumun vicdanının sükut bulması için bu caninin öldürülmesinden başka bir seçenek tatmin edici değildir.

Peki toplumsal olarak vicdanların kanaması sonucunda bu caninin öldürülmesi fikri konuşulduğuna göre, bireysel olarak öldürme fiilinnde yakınların çekmiş olduğu ızdırap aynı değil midir?

İlk örneğimizde gösterilen hırsızlık olayında, adam elini kolunu sallayarak çıktığında, bütün birikimini kaybetmiş olan mağdurun vicdanını nasıl teskin edebilirsiniz? Oysa bu hırsızlık olayının toplumda yaygın olmaması için keskin cezalar gereklidir ve bu ceza İslam'da toplum vicdanını rahatlatır.

İşte anlatılmak istenen İslam şeriatının Allah tarafından geldiği kabul edilirse, adalet hissi toplumda daha bir yaygın hale gelir ve kanunları severler. Bu da toplumun daha temiz kalmasını sağlar.

12 Eylül 2011 Pazartesi

Büyük Türk'ün Hazin Sonu: Zeytindağı

Kitabın Adı: Zeytindağı
Yayınevi: MEB
Yazarı: Falih Rıfkı Atay
Kitabı okumayı Bitiriş Tarihi: 11 Eylül 2011 – İstanbul


Acaba insanın öldüreceği kimseleri, önceden, sağ olarak, karşısında dizlerine kapatmaktan ve dik boyunlarını eğdirmekten aldığı zevk nedir?. (sh. 47)





Açıkçası Afrikalı Leo'yu okuduktan sonra bu kadar yavan bir kitap beklemiyordum. İşin açıkçası tamamlayıcı olacağını sanıyordum. Bazı konularda tamamlayıcı olmakla beraber umduğumu bulamadığımı ifade etmek isterim bu kitaptan. Mustafa Kemal yandaşı bir dil benim tercih ettiğim bir dil değil açıkçası. Ama bir insan Mustafa Kemal yandaşı bir dile sahip olmakla beraber edebi olarak kaliteli bir ürün verirse, açıkçası ona diyecek bir şey de bulamam. Fakat yazar bu konuda maalesef umduğumu veremedi. Umulanın çok gerisinde kaldı.

Hatıratı anlarım, bu konuda yazılan kitaplardan bazılarını okumuşluğum da vardır. Ama bu kitapda maalesef konu bütünlüğü dağınıklıkla birlikte işlenmiş. Çok çabuk konudan kopabiliyorsun, esprileri anlamakta kullandığı dil pek uygun değil.

Bütün bunlar eşliğinde kitabı bitirmek amacı ile bitirdim diyebilirim. İnternetten bu kitap ile ilgili övücü ifadeler olsa da ben tutmadım kardeşim. Budur!


Kitabın Özeti:

Kitapta Osmanlı saltanatının son günlerinden Türkiye Cumhuriyetinin ilk günlerine kadarki bir zaman dilimi anlatılmaktadır. Yazar bir görev sebebiyle Cemal Paşa’nın karargahına yani Zeytindağı’na gitmiştir. Burada yaşamış olduğu olayları ve anılarını bulunduğu tarihin önemli olaylarını da içine alacak şekilde anlatmıştır.

Kitabın ismi; Cemal Paşa’nın karargahının (4. Karargah) bulunduğu Kudüs’e yakın bir dağın isminden gelmektedir.

Birinci Dünya Harbi patlak verdiğinde Falih Rıfkı yedek subay olarak orduya alınır ve Cemal Paşa’nın karargahına tayin olur. Cemal Paşa ile ilişkileri de burada gelişir.

Kitabın ilk kısımlarında İttihat ve Terakki’den söz edilmiştir. İttihat ve Terakki içerisinde Cemal Paşa, Talat Paşa ve Enver Paşa en önemli simalardır. Cemal Paşa yenilikçiliği ile tanınmaktadır. Enver ve Talat Paşa’lar ise muhafazakar bir kişilik sergilemektedir. Enver Paşa’nın Turancılık fikirleri güçlüdür. Falih Rıfkı, Enver Paşa’nın bu fikirlerini benimsememekte ve Enver Paşa’yı diktatör olarak nitelemektedir. Türkiye’nin kurtuluşunun Enver Paşa gibilerden kurtulmakla mümkün olduğu düşüncesindedir. İttihat ve Terakki kendi içerisinde bölünmüş bir yapı sergilemektedir. Bir birlik ve beraberlik söz konusu değildir. Her liderin bir grubu vardır. Falih Rıfkı da Cemal Paşanın adamı damgasını taşımaktadır. Falih Rıfkı, İttihat ve Terakkinin bu yönünü yani fikir birliğinin bulunmayışını eleştirmektedir. Çünkü yaşanılan buhrandan kurtuluş ancak birlik ve beraberlikle mümkündür. Buna rağmen bilinçsiz yaklaşımlar, kişisel hesaplaşmalar İttihat ve Terakkiyi kendi kendisiyle uğraşan bir duruma düşürmüştür.

Falih Rıfkı, Cemal Paşa ile beraber çalışmaya başladıktan sonra, olayları daha açık ve net bir şekilde görebilmektedir. Bir dönem, bir İmparatorluk yok olmaktadır. Yazar bunu sezinleyebilmektedir. Suriye, Filistin ve Hicaz’da yaşamış oldukları bir devrin çöküşünü gözler önüne sermektedir.

Falih Rıfkı Osmanlı’nın bir kukla devlet olduğunu söylemektedir. Örneğin şöyle bir olay anlatılmakta; “Mahmut Şevket Paşa’yı öldüren Kavaklı Mustafa, memleketten kaçmaya muvaffak olmuştu. Bir Rus vapuruna binmişti. Fakat Osmanlının Rus sancağı taşıyan bir vapurdan bir kişiyi almaya hakkı yoktu. Bunun üzerine bir Osmanlı hükümeti görevlisi, Kavaklı Mustafa’yı gemiden kaçırır ve boğdurur. Bu olayı haber alan Ruslar, Kavaklı Mustafa’yı kaçıran zatı görevden aldırır ve bundan böyle devlet hizmetinde kullanılmamasını isterler ve istedikleri de olur.”

Osmanlı, ümmetçilik fikri sebebiyle neredeyse üç kıtada egemen olmuştu. Bu coğrafyanın büyük bir kısmını Arapların yaşadıkları ülkeler kapsamaktaydı. Kudüs, Şam, Filistin, Hicaz gibi. Osmanlı sadece coğrafyada büyüyebilmişti. Çünkü, bu kazanılan toprakların hiçbirinin kültürlerine, dillerine, ticaretlerine ve maddiyatlarına egemen olunamamıştı. Hatta Osmanlı, Arapları Türkleştireceğine oradaki Türkler Araplaşmıştı.

“Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş, ne de vatanlaştırmıştık.”

Osmanlı İmparatorluğu buralarda, ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi. Eğer, medrese ve şuursuzluk devam etmiş olsaydı, Araplığın Anadolu içlerine kadar gireceğine şüphe yoktu. Osmanlı Emperyalizmi şu ana fikir üstünde kurulmuş bir hayal idi. “ Türk milleti kendi başına devlet yapamaz! “

Osmanlı, Arap topraklarını alarak oraları bir bakıma imar ediyordu. Çünkü, Arap şeyhleri arasındaki kanlı savaşlar sonucunda Arap halkı mağdur oluyor ve maddi olarak da çöküntüye uğruyordu. Osmanlı geldiğinde ise bu şeyhleri uzlaştırıp sükuneti sağlıyor ve onlara belirli imtiyazlar veriyordu. Bir bakıma Osmanlı onlar için bir kurtuluş gibiydi. Buna rağmen Osmanlının güçsüz duruma düşmesini fırsat bilip hemen İngilizlerle, Fransızlarla anlaşmışlar ve Osmanlı’ yı arkadan vurmuşlardır. Osmanlı’ ya karşı görünüşte bağımlı olan Araplar her zaman kendi halifeliklerini istiyordu. Müslüman Araplar arasında Arap Halifeliği hükümeti peşinde olanlar vardı ve 1. Dünya savaşı çıktığında bu düşüncelerini gerçekleştirmek için ve İngilizlerin vereceklerini vaadettikleri imtiyazlardan dolayı Osmanlı’ ya ihanet etmişlerdi.

Osmanlının Araplara vermiş olduğu haklar, onların küçük bir anlaşmazlıkta bile isyan etmelerini sağlıyordu. Cemal Paşa zamanında çıkmış olan bir kanun ile komutanlara eğer vatan müdafaası için zaruri görülürse idam hükümlerini yerine getirmesi yetkisi verilmişti. Yani isyanlar artık kanla bastırılıyordu.

Cemal Paşanın bir amacı da Suriye’ yi Osmanlılaştırmaktır. Bu düşüncesini gerçekleştirmek için Suriye’ de modern okullar açtırmıştır. Bunun yanında bir de hicret eden Ermenileri, (irfanın yorumu: soykırım ifadesi daha doğru gibi geliyor) Suriye içlerine dağıtarak güçlenen Araplılığa karşı bir teminat olarak kullanıyordu. Hatta Ermenileri güçlendirmek için ev ve toprak bile verilmiştir.

Falih Rıfkı Atay, Arapları anlatırken din sömürüsü konusuna da değinmiştir. Falih Rıfkı’ ya göre din sömürüsü bütün dinler için geçerlidir. “Medine dini mallaştırmış ve maddeleştirmiş bir Asya pazarıdır. Kudüs dini oyunlaştırmış bir Garp tiyatrosudur”. Araplar çok fakirdir. Kendi ülkelerinde; ata topraklarında hizmetçi konumuna düşmüşlerdir. Filistin ikiye ayrılmıştır. Eski Filistin Arapların,yani hizmetçilerin; yeni Filistin ise tüm güzelliği ve ihtişamıyla Yahudilerin. Din satışa sunulmaktadır. Hac dönemlerinde Araplar da Yahudiler de büyük kazanç elde etmek peşindedir.

Osmanlı Devletinin Almanlarla beraber savaşa girmesinin en büyük nedeni İttihat ve Terakki yöneticilerinden Enver Paşa’ nın Alman hayranı olmasından kaynaklanıyordu.

Birinci Dünya harbi sonucunda Tuna yukarısındaki iki İmparatorluk, Akdeniz kıyısındaki bir İmparatorluk ve Tuna kenarındaki bir krallık devrilmek üzereydi.

Suriye ve Filistin’ de Almanların durduramadığı İngiliz seli yine bir Türk, fakat bu sefer öz bir kumandan, Mustafa Kemal tarafından Halep aşağısında tutulmuştur. Mustafa Kemal’ in orada seçtiği savunma hattı, Milli Misak’ taki Türkiye sınırıdır.

Cemal Paşa’ nın yerine, Suriye’ de silahlı kuvvetlerin başına geçen Alman Fon Falkenhein bozgunu durduramadı ve Kudüs İngilizlerin eline geçti.

Artık yalnız Anadolu ve İstanbul düşünülür. İmparatorluğa ve onun rüyalarına “Allahaısmarladık! “ denir.

Artık Şam’ dan ayrılmak zamanı gelmiştir. Cemal Paşa İstanbul’ da istifa edecektir.

Cemal Paşa harap Anadolu topraklarını gördükçe

- “Keşke vazifem buralarda olsaydı, keşke o altın sağanağı ve enerji fırtınası, bu durgun, boş ve terkedilmiş vatan parçası üstünden geçseydi. Anadolu hepimize hınç ve güvensizlikle bakıyordu. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya şimdi kendimiz pişmanlığımızı getiriyoruz. Kumar oynadık ve kaybettik” diye düşünmektedir.

Cemal Paşaya sorulan :

- Paşam bu harbe niçin girdik? sorusuna cevap ilginçtir.

- Aylık vermemek için! Hazine tamtakırdı. Para bulabilmek için ya bir tarafa boyun eğmeli, ya öbür tarafla birleşmeli idik.

İlim, İhtisas ve tecrübe sahibi Mustafa Kemal, vatan ve istiklal düşüncesiyle milletin nesi var nesi yoksa yüzde kırkını vatan savunması için vermesi gerektiği düşüncesindedir.

Sakarya, Dumlupınar, İzmir ve Lozan… hepsi böyle ödenmiştir.

Mustafa Kemal büyük harbe girmek karşıtı idi: çünkü O kafa ve sanat adamı idi.

Mustafa Kemal Kurtuluş Harbini bırakmak fikrinde asla bulunmadı : çünkü O vatan adamı idi.

İşte bütün kitabın özü : İlim ve vatan adamı olunuz. (irfanın yorumu: ilim ve vatan adamı olmak yerine Allah'ın adamı olunsa yani O'nun nitelendirmesi ile müslüman.)


ŞAHISLARIN VE OLAYLARIN TAHLİLİ:

a)Şahısların Tahlili:

Falih Rıfkı: Aynı zamanda kitabın yazarı da olan şahıs kştabı kendi hayatından alıntılarla yazmıştır.Yazarımız yedek subay olarak orduda yer almaktadır.Genç ve İttihatçı bir kişiliğe sahiptir.Fakat Enver,Talat ve Cemal Paşaları tanıyınca İttihat veTerakki hakkındaki fikirleri değişir.

Diğer şahıslar: Mustafa Kemal,Enver Paşa,Talat Paşa,Cemal Paşa.

b)Olayların Tahlili:

Olaylar genellikle Garp Cephesinde ve Şam’da vuku bulmaktadır.


xKİTABIN YAZARININ HAYATI:

Falih Rıfkı Atay (1894 – 1971)

1894 yilinda Istanbul’da dogdu. Fikra, makale, gezi türlerindeki gazete yazilariyla ve özellikle Atatürk’ü yakindan tanitan anilariyla ün kazanan Falih Rifki Atay, Kovacilar semtindeki Rehberi Tahsil Rüstiyesi’ni bitirdikten sonra Hüseyin Cahit’in Yalçin müdürlük yaptigi Mercan Idadisi’nde ögrenimini tamamladi. Darülfünunun Edebiyat bölümünü bitirdi. Idadide edebiyat ögretmeni olan Celal Sahir Erozan ile kendisinden bir ileri sinifta okuyan Orhan Seyfi Orhon, Falih Rifki’nin edebiyat zevkinin gelismesine yardimci oldular. Ilk Yazilari, Serveti Fünun dergisinin genç yazarlara ayrilan ek sayfalarinda yayimlanan Falih Rifki’nin Tecelli(1911) dergisi ile Süleyman Bahri’nin yönettigi Kadin(1912) dergisinde Cenap Sahabettin ile Ahmet Hasim’in eserlerini hatirlatan siirleri çikti.

1912′de Tanin gazetesinde düz yazilari yayimlanmaga basladi; Istanbul Mektuplari, Edirne mektuplari gibi yazilari çikti. 1913-1914 yillarinda sadaret ve Dahiliye Nazirligi kalemlerinde çalisti. Dahiliye Vekili Talat Pasa ile birlikte gittigi Bükres’ten Tanin gazetesine röportaj yazilari yolladi. Bu dönemdeki yazilari, Türkçülük ve Türkçecilik akimlarinin etkisini tasiyordu. I. Dünya Savasinda yedek subay olarak Suriye’ye gitti; 4. Ordu kumandani Cemal Pasa’nin hususi katipligini yapti. Suriye ve Filistin’deki savas anilarini “Ates ve Günes” (1918) kitabinda topladi. Cemal Pasa’nin Bahriye naziri olmasi üzerine Kalemi Mahsusa müdür yardimciligina getirildi (1917). Kazim Sinasi Dersan, Necmettin Sadik Sadak, Ali Naci Karacan ile birlikte Aksam Gazetesini çikarmaga basladi (1918). Bu gazetede Günün Fikralari basligiyla sürekli yazilar yazdi. Kurtulus Savasini destekleyen etkili yazilari dolayisiyla idam istenerek Kürt Mustafa Divani Harbi’ne verildi. Fakat Inönü Zaferinin kazanilmasi üzerine Divani Harp tutumunu degistirdigi için idamdan kurtuldu. Kurtulus Savasi sona erdigi sirada Izmir’de Atatürk ile görüsmege gelen gazeteciler arasindaydi. Atatürk’ün istegi üzerine Ikinci Büyük Millet Meclisi’ne Bolu’dan milletvekili seçildi (1922). Daha sonra uzun yillar Ankara Milletvekili olarak T.B.M.M.’de bulundu. Hakimiyeti Milliye, Milliyet ve Ulus gazetelerinin basyazarligini yapti.

Yeni Türk Alfabesinin hazirlanmasi ve uygulanmasi sirasinda Dil Encümeninde görev aldi. Serbest Cumhuriyet Firkasi’nin tutumuna siddetle karsi çikti. Ulus gazetesinin basyazarligini yaptigi dönemde Ankara sehir plani jürisinde üyelik ve Imar Komisyonunda baskanlik yapti. 1946′da çok partili döneme geçildikten sonra Ulus gazetesinde CHP’nin savunuculugunu sürdürdü. Demokrat Parti’nin 1950′de iktidara geçmesinden sonra Dünya Gazetesini kurarak (1952) muhalefete geçti; yeni iktidara karsi Atatürk devrimlerini savundu.

Falih Rifki Atay, saglam, atak, çekici, anlatimi ve duru Türkçesiyle Cumhuriyet basininin Encümeninde usta kalemlerinden biriydi. Günlük siyasi olaylari ele alan basyazi ve fikralari yaninda Ulus ve Dünya gazetelerinde Pazar günleri yayimladigi haftalik yazilarinda çok usta bir deneme ve söylesi yazari niteligi gösteriyordu. Gezi ve ani türlerinde Cumhuriyet döneminin çok ilginç ürünlerini verdi.

Eserleri

“Eski Saat” (1933), “Niçin Kurtulmamak?” (1953), “Çile” (1955), “Inanç” (1965), “Kurtulus” (1966), “Pazar” “Konusmalari” (1966), “Bayrak” (1970), “Ates ve Günes” (1918), “Atatürk’ün Bana Anlattiklari” (1955), “Mustafa Kemal’in Mütareke defteri” (1955), “Çankaya” (1961), “Batis Yillari” (1963), “Atatürk’ün Hatiralari” ; “1914-19″ (1965), “Atatürk Ne idi?” (1968), “Fasist Roma”, “Kemalist Tiran, Kaybolmus Makedonya” (1930), “Deniz Asiri” (1931), “Yeni Rusya” (1931), “Moskova-Roma” (1932), “Bizim Akdeniz” (1934), “Taymis Kiyilari” (1934), “Tuna Kiyilari” (1938), “Hind” (1944), “Yolcu Defteri” (1946), “Atatürkçülük Nedir?” (1966), “Roman” (1932).

Kitap'dan Alıntılar:

Eğer bu adam (Enver Paşa'dan bahsediyor) Harbiye Nazırı, Başkumandan vekili ve Yaver-i Hazreti şehriyari olmasa, yeri doğrudan doğruya tımarhanedir. (sh. 35)

... İmparatorlukların sanatı sömürge ve milliyet işletmektir. Osmanlı İmparatorluğu, Trakya'dan Erzurum'a doğru, koca gövdesini yan yatırmış, memelerini sömürge ve milliyetlerin ağzına teslim etmiş, artık sütü kanı ile karışık emilen bir sağmal idi. (sh. 40)

Türk enerjisi, ancak, planlanmış, nizamlaşmış, inzibatlaşmış bir çarka takıldığı zaman mucizeler doğurur ve Allah gibi yaratır. (sh. 134)

Burada kısaca yazara ÇÜŞ diyebilir miyim? Irkçılık bu kadar mı seni dinden uzaklaştırdı? Daha da yorum yapmıyorum.

10 Eylül 2011 Cumartesi

Taraf Yazarları Mavi Marmara Olayında Hatalıdırlar: Hakan Albayrak Dedi ki:

Yıldıray Oğur ve Ahmet Altan'a / Yeni Şafak Gazetesi / 10 Eylül 2011

Mavi Marmara'ya çıkan "full silahlı" İsrail korsanlarının karşısına niçin dikildiğimizi soruyorsunuz...

"Arap devletlerinin dize getiremediği İsrail"e mukavemetimizin mantığını sorguluyorsunuz...

Dokuz arkadaşımızın katledilmesinden sorumlu tuttuğunuz İHH'nın hesap vermesini istiyorsunuz...

Bir kere, İsraillilerin gemiyi ele geçirmeye kalkışmaları halinde onlara mukavemet gösterileceği daha gemi yola çıkmadan defaatle ilan edilmişti.

Mavi Marmara'ya binen herkes bunu bilerek binmişti.

Tabii ki sivil bir mukavemet olacaktı ve öyle de oldu.

Ölümüne bir dövüş olsun diyen kimse yoktu içimizde.

Protesto gösterilerinde polise karşı sıkça kullanılan molotof kokteyli bile kullanmadık.

Sivilliğimizi tırnak içine alıyorsunuz (Ahmet Altan) ama bazılarımızın kullandığı demir sopalar da sivilliğimize halel getirmez.

Açık denizde gemimize zorla binen korsanlardan üçünün dövülmesinin katliama makul gerekçe teşkil ettiğini de kimse iddia edemez.

Siz de iddia etmiyorsunuz zaten.

Öyleyse nedir bizimle alıp veremediğiniz?

"Ne olursa olsun, işin ucunda ölüm olabileceğini hesap etmeniz ve İsraillilerin karşısına dikilme gafletine düşmemeniz gerekirdi" mi diyorsunuz?

Öyleyse, yurtlarını çiğneyen İsrail tanklarının karşısına dikiliyorlar diye Filistinli gençlere de laf sokun.

İntifadayı da yargılayın.

"Koca Arap ordularının yenemediği İsrail'i siz mi yeneceksiniz çocuklar? Bırakın bu işleri" deyin.

Der'a'da, Hama'da, İdlib'de full silahlı Baas birliklerine mukavemet gösteren sivilleri de kınayın.

"Bu ordunun ne kadar gaddar bir ordu olduğunu bildiğiniz halde ona niye karşı çıkıyorsunuz? Esed'in katiller sürüsünü niçin kışkırtıyorsunuz? Ölümü niçin göze alıyorsunuz? Niçin devrimden vazgeçip evinize dönmüyorsunuz?" diye sorun onlara.

* * *

Mavi Marmara'da verdiğimiz dokuz şehidin Gazze ablukasına büyük darbe indirdiğini söyleyen arkadaşlarımızı "pragmatizm"le suçlayıp ayıplıyorsunuz; "Değdi mi yani?" demeye getiriyorsunuz.

Ben daha ileri gidip bu şehitler sayesinde kahpe dünya düzeninin fena halde sarsıldığını ve inşaallah yıkılacağını söylüyorum; isterseniz buna da "Değmez" deyin.

Böyle düşünüyorsanız, Tunus ve Mısır'da devrime yol açan protesto gösterilerinin organizatörlerine de "Devrimi kutlamaya utanmıyor musunuz? Verdiğiniz onca kurbana değdi mi? Bu ne pragmatizm böyle? Hesap verin!" diye çıkışabilirsiniz.

Sahi, Tunuslu ve Mısırlı siviller zalim rejimlere karşı ayaklanıp kanlı diktatörlerin gaddar polislerine mukavemet gösterirken kendi kendinize "Şu ahmaklara bak" mı diyordunuz?

Hürriyet ve adalet için mücadele yolunda risk alan, canlarını tehlikeye atmaktan bile geri durmayan bütün protestocular, aktivistler, devrimciler hatalı mı?

Vicdanın bu kadarı fazla mı?

Tatlı suların dışında mücadele vermekten kaçınmak mı lazım?

Derin devletin derin devlet olduğu günlerde enselerinden kurşun yemek pahasına ona meydan okuyan Taraf yazarları ve muhabirleri de mi sorumsuzca davrandılar, maceraperestlik ettiler?

Yapmayın!

* * *

Son söz, Yıldıray Oğur'dan.

Geçen sene yazdığı bir Mavi Marmara yazsısında şöyle diyordu Yıldıray Oğur:

"Bu kelimeyi pek sevmesem de Mavi Marmara şehitleri evet. Uzun süredir konfor ve hedonizme batmış insanoğlu içinden iyilik için ölmeyi göze alan kimse çıkmamıştı."

yazının tamamı için:

http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?t=10.09.2011&y=HakanAlbayrak

Şiirden Uzaklaşmayalım: İsyanlı Sükût

İSYANLI SÜKÛT

Gitmişti makama arz-ı hâl için,
'Bey' dedi, yutkundu, eğdi başını.
Bir azar yedi ki oldu o biçim...
'Şey' dedi, yutkundu, eğdi başını.

Kapıdan dört büklüm çıktı dışarı,
Gözler çakmak çakmak, benzi sapsarı...
Bir baktı konağa alttan yukarı,
'Vay' dedi, yutkundu, eğdi başını.

Çekti ayakları kahveye vardı,
Açtı tabakasın, sigara sardı.
Daldı.. neden sonra garsonu gördü,
'Çay' dedi, yutkundu, eğdi başını.

İçmedi, masada unuttu çayı;
Kalktı ki garsona vere parayı,
Uzattı çakmağı ve sigarayı,
'Say' dedi, yutkundu, eğdi başını.

Döndü, gözlerinde bulgur bulgur yaş,
Sandım can evime döktüler ateş.
Sordum: 'memleketin neresi gardaş? '
'Köy' dedi, yutkundu, eğdi başını.

Yürüdü, kör-topal çıktı şehirden,
Ağzına küfürler doldu zehirden;
Salladı dilini... vazgeçti birden,
'Oy' dedi, yutkundu, eğdi başını.

ABDURRAHİM KARAKOÇ

9 Eylül 2011 Cuma

İran Mektupları'ndan Esintiler: İlim Esintisi

İran Mektupları / Mektup 8 / Dipnot


...

Suçları önlemek istiyor musunuz? Öyleyse, hürriyeti ilmin meşalesinde yürütün. Şayet ilmin bazı fenalıkları olduğu iddia olunmakta ise, buna sebeb sahasının dar tutulmasındadır. Bir kere yayılıp genişleyince bütün fenalıkları sileceği gibi, iyilikleri ve iyilik isteyenleri de son derece artırır. Becerikli bir riyakar, cahil bir toplulukta büyük bir hayranlığa mazhar olabilir. Halbuki, aynı adam, aydın bir millet için alay konusudur.

İlim, insanlara şeyler arasında karşılaştırmalar yapmak, bunları çeşitli cephelerden görmek ve kendisinde mevcut aynı his ve arzuların hemcinslerinde de aynı şiddetle varlığını kabul ederek hislerini buna göre düzeltme imkanını bahşeder. Eğer, siz ilmin meşalesini millete uzatır ve onu cömertçe aydınlatırsanız, cehalet ve iftiranın bu nurdan kaçacağını göreceksiniz. Adaletsiz idarecilerin titremeye başladığını ve orada müthiş bir korku ve kuvvet kaynağı olarak, sadece kanunların kaldığını göreceksiniz. Aydın insan, hükümleri açık, nimetleri belli ve temeli halkın selameti olan kanunların meydana gelmiş olduğunu görmekle kalbi sevinçle dolacaktır...

Hayırhah kanunları gözden geçiren her hassas kalp sahibi insan, vatandaşların cemiyete terk etmiş olduğu hürriyetlerin sadece hemcinslerine zarar veren hürriyetlerden ibaret olduğunu görecek ve bu sebeble gerek taç ve tahtı, gerekse bu taç ve tahtı işgal edeni takdis mecburiyetinde kalacaktır... Kudret sahibi pek sınırlı bir kısım insanlara faydalı ve asıl büyük lakin zayıf kitle için hayırhah olan hakikatlere zararlı ve bütün şahlanan ihtirasların mayasını teşkil eden korkunç etkili batıl inançlar, bedbaht insanlığa sonsuz fenalıklar getirmiştir...

Tarihin sahifeleri dikkatlice okunursa, karanlıktan ilme, esaretten hürriyete geçişlerde bu tehlikeli, lakin geçilmesi zaruri geçitlerde durulduğu ve gelecek bir neslin saadeti için bütün bir neslin kurban edildiği görülecektir.

Millet kendisini ezen bütün karanlıklardan kurtulunca, ruhunu yakan taassup ateşinin fışkırttığı lavlar söndürülünce, hakikat evvela yavaş yavaş, sonra hızlı adımlarla koşarak hükümdarın ta yanıbaşındaki tahtın üzerine kurulur. Bu suretle de gerek parlamentolarda, gerek ibadethanelerin mihraplarında büyük bir itibar ve hürmete mazhar olur.
Suçları önleyecek diğer bir çare de, mahkemelerin, cemiyete terk edilen hürriyetlerin deposu vazifesini gören kanunları, kendi suistimalleri yüzünden ifsad edilmelerine meydan vermeyerek, bilakis onlara büyük bir itina ve hürmet göstermeleridir...

Şayet hükümdar, hakimlere fazla şatafat, çok şekil ve merasim ve otorite bahşeder, zulüm gördüğüne inanan vatandaşın şikayetine müsaade etmez ise, bu taktirde hükümdar tebaalarına kanundan ziyade hakimlerden çekinmek alışkanlığını aşılamış olur. Hakimler de bu çekinmeden fazla istifade ederler, böylece de gerek ferdi ve gerek toplumsal emniyet ve selamet mahvolmuş olur...

Suçları önleyecek tedbirlerden biri de, fazileti mükafatlandırmaktır. Akıllı ve adil ellerle, şeref ve faziletlere dağıtılan paralar, bereketlenerek asla bitmez ve hiç gecikmeden meyvesini verir... Ve nihayet insanları en hayırlı hale getirecek en emin, lakin en güç çare de, daha ilk çağlarda verilecek terbiyenin en ince ve en faydalı hale getirebilmesi sanatıdır... (sh. 52-53)


İrfan'ın Yorumu:

Burada o kadar önemli ve hassas konular irdelenmiş ki, bu bahsi ayrı bir blog sahifesinde değerlendirme ihtiyacı hissettim. Burada ilim var, cehaletten uzaklaşma var, suçlar, tedbirler, tavsiyeler bir mektubun dipnotundan esinlenerek yazılmış şeyler. Burada bizim de eklemek ihtiyacı hissettiğimiz konulara gelince;


Suçların önlenmesinde ilmin vazgeçilmez gerekliliği: Bu ilimden murad edilen din ilmi ile harmanlanmış fenni ilimlerdir kanaatimce. Eğer televizyonlarda CSI adlı dizi filmlere aşinalığınız varsa ne demek istediğimin yarısını anlamış sayılırsınız. Çünkü fenni ilimler Allah'ın kanunlarındandır ve Allah'ın kanunlarında bir değişiklik bulamazsınız. Örneğin bütün insanların parmak izleri birbirinden farklıdır. Bütün insanların DNA ları da ha keza. Suçlular için teşkil eden masumiyet ilkesi ancak ve ancak fenni ilimlerin eşliğinde bir sonuca varılabilir. Bu ilimler ile ilgili o kadar çok örnek sunulabilir ki, bunu ancak bu dizi filmleri izleyenler daha iyi anlar kanaatindeyim. Öte yandan İslam dini fıtrat dini olduğundan, bu tür ilimlerle kolkoladır zaten. Çünkü yüce yaradanın kanunlarıdır zaten bunlar. Aynı şekilde yüce yaradanın kanunları fenni ilimlerde nasıl bir düzen oluşturur ise, insan-insan, insan-hayvan, insan-tabiat ilişkilerinde de aynı nizam geçerlidir. Bir insan kendi isteği ile parmak izini değiştiremez, taklit edebilir, tamamen derisini kazıyabilir ama normal şartlarda bu iz değişmezdir. Aynı şekilde DNA da öyle. Her bir ferdin DNA sı farklıdır.

Bütün bunların ışığında toplumsal kanunlar Allah'ın insan için sunmuş olduğu kanunlar olduğunda, oluşabilecek aksilikler de yine ilmi gelişmeler ışığında yürüdüğünde düzenin sağlandığını ve vicdanların huzur içinde olduğu görülecektir.


Diğer taraftan, toplumda Allah'ın murad ettiği bir ilim ve eğitim yaygınlaşırsa, cehalet içerisinde kendisine yer edinen ve çığırtkanlık yapan sahtekarların da un ufak olacağı aşikardır.


Yukarıdaki tesbitler şunu da göstermektedir ki, 1700 lü yıllardan itibaren Avrupa düşünürleri ciddi arayış içerisine girmişlerdir. En mükemmeli bulmak ve adaleti ilim gölgesi içerisinde, toplumun hayrına şekillenmesi için ciddi ciddi düşünmüşler, belli bir seviyeye geldikleri de aşikardır. En azından fenni ilim noktasında çok iyi olmaları, kendi toplumsal kanunlarını bir istikamete sokmuş görünüyor. Bunun İslam hukuku açısından olduğunu düşündüğünüzde insanoğlu için en mükemmelin gerçekleşmemesi mümkün değil. Çünkü Allah insanlara zulmetmek istemez, oysa insan kendi elleri ile kendilerine zulmeder.


Fazileti mükafatlandırmak bahsi kanaatimce tartışmaya açıktır. Çünkü İslam'da faziletin mükafatı ahirettedir, dünyadaki mükafatlandırma rüşvet çarkı ile yanyana gidebileceğinden azami dikkat gerektirir. İnsanoğlu nefsine uyma konusunda çok zalimdir. Ama şu bir gerçek ki, toplumun en temelden insaflı bir eğitime tabi tutulması, çocukların adalet ve hakkaniyet çerçevesi içerisinde eğitilmesi, aileden başlayarak devlet nizamı içerisinde verilen eğitimde de aynı hassasiyetin güdülmesi, aşırılıklardan ve bağnazlıklardan uzak, temiz kalplerin kazanılması, en etkili hususlardan birisi olmaya devam edecektir.