30 Ocak 2011 Pazar

Firavunun Sonu mu: Mısır'da Ayaklanma

Firavun Diyarından Firavun İçin "SON" Haberini Bekliyoruz:
Tarih belli, yine önemli bir tarihe mi şahitlik ediyoruz? Evet ben yeni gelecek olan arabistanlı hanımların turistik ziyareti dolayısı ile gerekli program hazırlıkları ve telaşı içerisinde iken, dünyada neler oluyor. Tunus'da bir diktatör halk ayaklanması sonucu yakın zamanda yıkıldı gitti. Şu an televizyonda Mısır ile ilgili haberleri tüm cankulağı ile dinliyor, orada yetkileri alınmış el-Cezire kanalının Kahire'deki meydanda canlı yayınını izliyorum. Alınan son haberlerde de Tunus'da Gannuşi'nin ülkesine döndüğü yönündeydi. Enver Sedat'ın öldürülmesi sonucunda iktidar koltuğunu gasp eden Hüsnü Mübarek, yıllardır diktatörlükle yönetiyor ülkeyi. Ülkede Müslüman Kardeşler örgütüne karşı yaptıkları iğrençlikler biliniyor. Muhammed el Baradey için ittifak sağlanmış gibi.
Evet Fringe diye bir dizi var, bilmiyorum takip ediyor musunuz? Paralel evren mantığını işliyor dizide. Orda iki farklı evrende gerçekleşen paralellikler de inceleniyor. Biz de burda firavunlar yıkılırken bizim paralelimizde neler oluyor, neler olacak, hayat devam ediyor. Türkiye'de Kılıçdaroğlu rüzgarı (!) esip gürlüyor. Obama da Tayyip Erdoğan'ı arayarak "bu tip durumlarda sizi ararım ne olacak bu Mısır'ın hali?" diye çaba sarfediyor.
Ben ne mi yapıyorum?
Sevgili kaynım İbrahim ve ailesi bize gelecekler, onları ağarlayacağız. Yeğenim Fatih ve ailesinin de evlilik hazırlıkları yaptığı gerçeğini de gözönünde bulunduruyoruz tabi.
Paralel evrende firavunlar yıkılırken, gerçek hayatta fenerbahçenin trabzon karşısında ilk golünü attığını öğreniyoruz. Hayat da böylece devam ediyor...

Satılmış Kansız Bir Vatan Haini mi?: Hrant

Kitabın Adı: Hrant
Yayınevi: Everest
Yazarı: Tûba Çandar
Kitabı okumayı Bitiriş Tarihi: 30 Ocak 2011 Pazar – İstanbul

Evet. Kendimi bir güvercin ruh tedirginliği içinde görebilirim. Ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmazlar. (sh. 635)

İrfan’ın Notu: Aşağıda kitap ile Radikal gazetesinde yer alan bir yazıyı bulacaksınız. Şu bir vakıa ki Hrant yurdum insanıydı. İyi bir insan mıydı, yoksa hain, aşağılık, vatanını satan, bir insan mıydı? Bu soruların cevabını benden beklemeyin ama bu kitabı bitirdiğinizde inanın bir fikriniz olacaktır.

Üç yıllık bir çalışmanın ürünü olan Hrant’ın arkasında, daha önce yayımlanan Hitit Güneşi ve Murat Belge: Bir Hayat kitaplarından tanıdığımız gazeteci Tûba Çandar’ın üç yıllık emeği, 125 kişiyle yaklaşık 90’ar dakikadan yapılmış 200 saate yakın ses kayıtları, Brüksel’den Tuzla’ya Hrant’ın ve sevdiklerinin geçtiği, dokunduğu onlarca coğrafyaya yaptığı seyahatleri var. Everest’in Sultanahmet’teki ofisinde yaptığımız duygusal söyleşide Çandar, bana, Maureen Freely’nin Hrant henüz tamamlanmadan çalışmanın ilk kitabını alıp çevirmeye başladığını anlattı. Hrant, İngilizce çevirisiyle ve muhtemelen bunu takip edecek diğer dillerden çevirileriyle dünya çapında bir yayıncılık fenomeni olmaya aday. Ama hepsinden de önemlisi, bize (Tuzla’daki) bir yetimhanedeki bir çocukluğu, artık korumak için çok geç olan bir çocuğun yaşadıklarını, insanı öfkelendiren, utandıran, çaresiz bırakıp sarsan ayrıntılarla anlatıyor. Hrant insanlara dokunan biriydi, kardeşimiz ve yoldaşımızdı. Hrant’ta -onu tanıyanların olduğu kadar tanımayanların da hissedeceği- aşina bir sıcaklık var. Bu, düşünen, gören, isteyen, arzulayan, ölen bir adamın ruhu...
Önceki çalışmanız, Murat Belge: Bir Yaşam, bir sözlü tarih kitabıydı. Tamamen Belge’nin anlatımıyla yaşantısının bir portresini çiziyordu. Burada ise aramızda olmayan birinin, Hrant’ın yaşantısı var.
Ben Türkçede daha önce de hiç klasik biyografi yapmadım, iki biyografik kitabım var, ikisi de nehir söyleşi tabir edilen biyografiler. Soru-cevap formatında, kişinin hayatını kişinin kendisiyle konuşarak ama tabii kurgulayarak yazdığım kitaplar. İki kitapta da kurguya çok önem verdim. Hrant’ı yazarken Hrant hayatta değildi ama bir klasik biyografi yazmayacağımı biliyordum. Çünkü bildiğiniz gibi klasik biyografide bir tanrı anlatıcı oluyor, bir sürü araştırma-inceleme okuduktan sonra özel hayat arşivine giriyor, mektuplar, çizimler, günlükler vesaire hepsini inceliyor ve kendisi bunların hepsinin dışına çıkarak tercihen bir tez de geliştiriyor ve böyle yazıyor kitabı.
Hrant bir özel hayat arşivcisi değildi, çünkü doludizgin yaşanan bir ekmek kavgası içinde geçmişti hayatı. Özelini biriktirmeye hiç vakti olmamıştı. Hrant’ın özelinden geriye kalan, sadece karısına yazdığı bir-iki şiir ve evlatlarına askerdeyken gönderdiği mektuplar ve bir masaldı. Başka bir şey yoktu. Ama öte yandan Hrant çok büyük bir sözlü kültür arşivcisiydi, yıllarca kendisine anlatılanları biriktirmiş, bunları genetik kodlarında yazılı olan içbilgiyle birleştirmiş kendi hayatıyla buluşturmuştu. Ve hep söylüyorum, yüz yıllık Ermeni kılmıştı kendini. Hrant bütün Ermeni meselesini hep küçük insan hikâyelerinden yola çıkarak anlatmıştı. Otobiyografik nitelikte çok yazı yazmıştı. Bu yazıların kayıtlı olduğu, binlerce yazı ihtiva eden bir arşivi vardı Agos’ta. Gezi notları, denemeler, röportajlar ve köşe yazılarından oluşuyordu. BirGün’e de hayatının sonuna kadar yazmıştı. Oralardaki yazılar büyük bir sözlü kültür arşivi oluşturdu bana. Destansı üslupta yazılardı.
Kitabın tohumlarının ilk atıldığı günlerden bahseder misiniz?
Daha başından, 2007 Ekim’inde Etyen Mahçupyan’a projeyi götürdüğümden itibaren biliyordum ki, kitabım, Hrant’ın başta aile büyükleri olmak üzere hayatının en yakın tanıklarının seslerinden oluşacaktı. Kafamdaki proje daha başından beri buydu. Hrant’la konuşamayacağıma göre diğer insanlarla olan konuşmalarımda da kendimi yok etmeyi seçtim. Tamamen kendim dışında seslerden oluşturmaya karar verdim kitabı. Sonra, bittikten sonra, bölümlere giriş yazıları yazdım, o kadar koydum kendimi.
Bir koro oluşturuyor bu sesler. Son sayfada onları koro olarak görüyoruz. Hrant’ı deneyimleyenler, paylaşanlar korosu. Koronun büyüklüğünü insan baştan kestiremiyor. Ama koro gittikçe büyüyor ve çok büyük bir projeye dönüşüyor...
Hrant çok kalabalık yaşayan, dostları olan bir insandı. Sevgi dolu biriydi, insanlara çok değmiş, dokunmuş; dokunarak yaşamış bir insan. İki hayatı var aslında, kitapta da görüldüğü üzere. Ama birinci hayatından ikinci hayatına bütün o dostluklarını da taşımış bir insan. Geride bırakmamış onları. Dolayısıyla oldukça kalabalık bir liste çıktı. Yine de dışarıda bıraktıklarım vardır muhtemelen. Onlardan da önsözde af diledim. Ama en yakınlarıyla yetinmek zorunda kaldım. Çünkü çoğalarak yaşamış bir insan. İlk hayatını yazarken, tabii, aile büyükleriyle hayatının belirli dönemlerine tanıklık etmiş insanlar konuştu. Diyelim ki askerlik dönemini askerlik arkadaşıyla, fakülte hayatını öğrenci arkadaşlarına ulaşarak anlatmaya çalıştım. Tabii elli yıllık koca hayat içinde de epey bir sesler korosu, epey büyük bir koro oluştu. 125 kişilik bir koro...
Bu kişiler yalnızca İstanbul’da değil. Brüksel’e gitmişsiniz, konuştuğunuz pek çok kişiye gitmişsiniz...
Mesela kitap için Adalet Ağaoğlu’yla da konuştum ama maalesef Adalet Hanım’a gidemedim, büyük bir incelik gösterdi ve telefonda anlattı kendi Hrant’ını… Ben de onun sesinden yazdım. Zaten çoğu ses yeniden yazıldı aslında, bunu belirtmek isterim. Özel tınılarını koruyarak, tekrar tekrar dinleyerek yeniden yazıldı.
Bir edebileştirme, gerçeğe daha gerçek kılma kaygısıyla mı yapıldı bu? Kişinin sözle ifade ettiği şeyin yazılı halini daha gerçek kılma çabası mıydı?
Aslında seslerle çok fazla oynamadım. Çünkü burada bana yol gösterici olan Hrant oldu, Hrant’ın yazılarındaki o destansı, mistifikasyona yönelik anlatım oldu. O belirleyici oldu. Diğer sesleri de onun anlatımına tanıklık edecek şekilde formüle ettim. Söylediklerine tek bir söz eklemedim, konuşanların kendilerini anlattıkları bölümleri çıkardım, insanlar kendilerini anlatmaya çok yatkın çünkü. Özellikle de aydınlarımızda var bu eğilim. Bunları epey bir ayıkladım. Eğer bir ses ilave ettiysem, bir cümle ilave ettiysem de mutlaka konuşup kendilerinden izin aldım.
Hrant’ın ilk kitabı, ‘Khent’ Hrant, onun delicesine yaşadığı hayat üzerine. Bu ‘Khent’ lakabını ona takan da Masis Kürkçügil sanırım...
Masis de olabilir, herkesin Tomo olarak çağırdığı Yetvart Tomasyan da olabilir. Herkes bir anda da söylemiş de olabilir. O isim ilk telaffuz edildiğinde herkes bir arada da olabilir, onu net hatırlamıyorlar. Ama ‘Khent’, Hrant’a çok uygun bir isim. O doludizgin yaşanan yaşam mücadelesi içinde, yoksulluk ve yoksunluktan geçen çocukluğundan itibaren, ortaokul yıllarından itibaren ekmek parası peşinde koşan bir insan. Ve o doludizginlik içinde delifişek bir delikanlı çıkmış ortaya. Zaten Hrant isminden de anlaşılacağı gibi coşkulu bir ateş o. ‘Deli’, ‘delioğlan’, ‘delifişek’ anlamında bir sözcük Khent. Ama olumsuz anlamda değil. Hrant, Dostoyevski’nin Budala’sı gibiydi.
Onun için çekinmeden o ismi koydum ilk kitaba.
İkinci kitap ‘Baron’ ise başka bir Hrant’ı anlatıyor...
İkinci kitapta, Hrant’ın mücadelesi ve davası var. Bambaşka bir hayatla karşılaştım burada ve zaten beni çalışmamı iki kitap halinde yazmaya iten de bu oldu. Ekmek kavgası devam etmekle birlikte biraz daha durulmuş. Yaşam deneyiminden damıtılmış bir gazeteci, sonra da bir düşünce adamı, bir mücadele adamı çıkmış ortaya. Agos çalışanları onu Baron olarak adlandırmışlar. Baron, ‘üstad’, ‘hoca’ anlamına geliyor. O yüzden böyle diyorlar. Baron Türkçede bir asalet unvanı olduğu ve bir soyluluk ifade ettiği için Hrant’ın soylu kişiliğine de uygun oluyor diye düşünüyorum.
Hrant tam anlamıyla aramızdan biri, belki bizim olmadığımız denli bu toprakların insanı. Kitaptan bu duygu çıkıyor. Onun bir yurtsever olmadığına dair algıyı bu kitap değiştirecek mi?
Umarım değiştirecek. Ben Hrant’a ölümünden sonra sahip çıkanların da onu yeterince tanıdıklarını zannetmiyorum. Çünkü Agos sonuç olarak beş bin kişiye ulaşan bir gazete, Hrant’ın oradaki yazılarını okuyanların sayısı çok azdı. Gerçi televizyon programlarında izleyenler vardı veya bazı demokrat aydın arkadaşlarıyla katıldığı yurtiçi toplantılarda onu dinlemiş olanlar vardı ama bunlar gene de küçük bir azınlıktı. Hrant’a sahip çıkılmasının sebebi, öldürülmesinin Türk insanının vicdanını harekete geçirmesiydi.
O yüzden 200 bin kişi “Hepimiz Ermeniyiz, Hepimiz Hrant’ız” diyerek İstanbul sokaklarına döküldü. Ölümü, Türk insanının vicdanına dokundu, 21. yüzyıl Türkiyesi’nde hepimizin gözlerinin önünde böyle bir şey yaşanması çok dokundu ve bizi çok incitti. Ama bu, vicdani bir sahiplenmeydi. Sanırım bu kitaptan sonra insanlar Hrant’ı tanıyarak ve bilerek sahiplenecekler. Çünkü bu kitapta Hrant’ın bütün mücadelesi, bütün davası kendi sözcükleriyle veriliyor. Ama tabii ki bütün yazılarını kullanamadım, içlerinden otobiyografik olanları aldım, onların da içinden belirli pasajlar seçmek zorunda kaldım. Bunlar da Hrant’ın nasıl bir insan olduğunu hepimizin gözleri önüne serecek. Bu açıdan Türk insanındaki algıyı değiştireceğini umuyorum. Öldürülmesine giden taşları döşemiş olan veya bu taşlar döşenirken timsah gözyaşları dökmüş olanlar, susanlar girmedi kitabıma. Ama bütün bunların içinden de umarım değişime uğrayanlar olur. Hrant dokunarak değiştiriyordu insanları. Hep onun bir şifacı olduğunu söylüyorum. Bu kitap da insanlara dokunsun istiyorum.
Aydın Engin Almanya’dan geldiğinde, Perihan Mağden’in, Orhan Pamuk’un davalarında, hep arkada, onlara destek çıkan Hrant’ı görüyoruz. Ama entelektüellerin onu yalnız bıraktığı, kitapta çok çarpıcı bir biçimde ortaya çıkıyor...
Evet, o çıksın istedim zaten. En çok da en yakın arkadaşları tarafından dile getirildi, herkes onun pişmanlığını, vicdan azabını yaşadı. Ama orada önemli bir şey daha var: O vicdan azabı çeken arkadaşları Hrant’la birlikte demokratikleşme sürecinde mücadele eden insanlardı ve “Hrant o kadar bizden biriydi ki onun Ermeni olduğunu unuttuk” diyorlar. Bu çok doğru, çok sahici bir şey. Gerçekten öyleydi, hepimizden daha çok Anadoluluydu, hepimizden daha çok buralıydı. Türkiye’nin başörtüsünden Kürt meselesine bütün tabu konularını o bizlerle birlikte dokundu. Bu çok önemli, bunu bir gayrımüslim olarak yaptı. Kendi meselesinden yola çıkarken, aynı zamanda da bunun dışında kalıp Türkiye’nin bütün sorunlarını eşit mesafeden anlatabildi. Herkes bu yüzden kendisini onunla bir hissetti. Onun Ermeni olduğunu unuttuk. Ama devlet unutmadı.
Hrant’la ilk karşılaşmanızda, ondan ayrıldıktan sonra arabada, eşiniz Cengiz Çandar’a “Kim bu adam?” diye soruyorsunuz. Kitabı yazdıktan sonra bu soruyu cevaplayabiliyor musunuz?
Arabada o soruyu Hrant’ın sahiciliğinden etkilenmiş olarak sormuştum. İlk karşılaşmamızda bana ilk bakışındaki, yaklaşımındaki sahiciliği beni çarpmıştı. O yüzden “Kim bu adam?” diye sordum. Üç yıl süren kitap yolculuğu boyunca vardığım nokta, yine o ilk nokta oldu. Hrant, çok sahici bir adamdı. Öldürülmesi onun için bizi bu kadar etkiledi. Zaten belki de bu yüzden öldürüldü. Bu kadar sahici olduğu için tahammül edemediler ona. Söylediği her şey geçiyordu insanlara. Umarım onun sıcaklığını hissettirmeyi başarmışımdır. Türkiye’den bu kadar sahici bir adam geçti. Ve o bizim gözlerimizin önünde öldürüldü.
Kendisi ne kadar seküler olsa da Hrant, kitapta İsevi bir figür olarak beliriyor...
Kendisine rağmen olan bir şey bu. Onun özel bir ruh olduğuna inanıyorum, sıradan bir ruh değildi. Çok zor bir hayatı vardı, bu kitap okunduğunda ortaya çıkacaktır. Çok acılar omuzlamış bir adam. Hem özel hayatında, kişisel olarak böyle; yoksulluktan başlayarak... Aynı zamanda da atalarının hikâyelerini omuzlamış, onu yüklenmiş bir adam. Bütün bunlar olurken de hayatının son yıllarında hakarete uğramış, ‘Türk düşmanı’ olarak yaftalanmış, aşağılanmış bir adam. Sanki kendi çarmıhını da taşımış gibi, sonunda da hepimizin gözü önünde öldürülmüş biri. Böyle bir benzetme ortaya çıkıyorsa, bu onun hayatının ortaya koyduğu bir şey.
Hrant, sağcı-ırkçı basında en ‘radikal/vatan haini’ olarak görüldüğü dönemde gittikçe ruhani bir hayat yaşıyor, yazılarında İncil’den alıntılar yapmaya başlıyor.
O bir solcuydu ve Rakel kadar inanmış bir Hıristiyan değildi belki ama öte yandan onun çocukluğu Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi’ne bağlı bir kimsesizler yurdunda yoğrulmuş. Kendisi de anlatıyor, orada İsa’nın hayatından yola çıkan piyesler oynanırmış, melek rolüne çıkarmış ve koca kanatlarıyla o rolü çok severmiş.
Pek çok kişi onun TİKKO’yla ilişkisini, ÖDP’ye ve Türkiye sosyalizmine olan bağlılığını bilmiyordu sanırım ve bu kitapla bunlar öğrenilecek...
Evet, Hrant’ın kişiliğinin iki ayağı var, Ermenilik ve solculuk. Ermenilik elbette Hıristiyanlığı da içeriyor. Solculuk döneminde de ateist diyebilmiş bazı arkadaşları ona. Hıristiyan inancını geri plana itmiş. Hayatının son döneminde, özellikle de mahkûmiyet kararının Yargıtay’da onanmasından sonra dualara sığınmış. Ben Hrant’ı bir azınlık mensubu olarak kendi dualarıyla uğurlamak istedim, o yüzden Kutsal Kitap’taki Mezmurlarla onu uğurladım. Yüzde 99.9’u Müslüman olan Türkiye’de Hıristiyan azınlığın bari buna hakkı olduğunu düşünüyorum.
İlk karşılaşma
Benim Hrant’ım önce bir çift gözdü. Meraklı bir dikkatle üzerime dikilmiş bir çift hüzünlü göz. Rahmetli Elâ’yı toprağa veriyorduk. Kalabalıktan uzak, başım önümde gözyaşlarımla boğuşurken bakışlarını hissetmiş, kafamı çevirdiğimde de o koca gövdesine uymayan kuzu gözlerini görmüştüm.
Derken omzumda koca bir el oldu. Konduğu haliyle öylece durdu. Sonra da uçtu gitti, geldiği gibi...
Önce bir şaşkınlıktı Hrant; sonra bir şaka oldu. Cenazeden sonra üçümüzü bir araya getiren Cengiz, “Bu gördüğün köylü, Ermeni cemaatinin seküler lideri Hrant. Bu, kendisini yıllarca Kürt zanneden Ermeni kızı Rakel. Bu da karım Tûba...” dediğinde, tanıştırıldığımız o ilk anda, kahkahalarla karışık bir küfür salladı: “Ulan Allahsız, adam gibi tanıştırsana bizi!” Kitaptan
Kendisine kurulan tezgâhı önceden görmüştü
Kitabı okuyan pek çok kişi, sanırım Marquez’in Türkiye’de de çok sevilip okunan kitabı Kırmızı Pazartesi’yi düşünecek. Hrant da ‘tıkır tıkır işleyen’ bir tasarıyı önümüze seriyor. Bir
gazeteci olarak bu kitapta anlatılanlar Hrant cinayeti hakkında nasıl bir
içgörü verdi size?
Başından beri işin o tarafıyla ilgilenmeyeceğim dedim. Bunlar ayrı kitaplar olacak kadar çetrefil, etraflı ele alınması gereken konular. Dedim ki, kitabıma kir pas sokmayacağım. Trabzon’daki güruhun nasıl örgütlendiği, bunları kimin yönlendirdiği gibi meselelere girmeyeceğim dedim. Onların seslerine de yer vermeyeceğim dedim. Dolayısıyla da hiç o konulara girmedim. Ben tamamen Hrant’ın gözünden, yaşananlar nasıl yaşandı, onu yazdım. Bunu bilebildiğimiz kadarıyla yazdım. Burada Hrant’ın yazıları yol gösterdi. Özellikle de son iki yazısı, ‘Ruhumun Güvercin Tedirginliği’ ve ‘Niçin Hedef Seçildim?’ Çünkü burada Hrant, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurma kararı alıyor ve savunması olarak bu yazıları kaleme alıyor. Dolayısıyla da kendisine yapılanları ve yaşatılanların adeta tarihçesini veriyor. Bu iki yazı çok tayin edici oldu o bölümlerin yazılmasında. Bir de yazıları tararken, ‘Kayıtsız Kalmayın’ diye bir yazıya rastladım ve o beni çok çarptı. Çünkü Hrant daha Danıştay saldırısından sonra zanlılar yakalandığında, Alparslan Arslan adlı zanlının “Yakalanmasaydık Ermenileri öldürecektik,” şeklindeki açıklamasından ve bu açıklamanın Yeni Şafak gazetesinde manşete taşınmasından sonra hemen neler olduğunu fark ediyor. Bütün basın bu sırada bu saldırganı şeriatçı olarak hemen damgalamıştı ve hikâyeyi böyle veriyordu. Ama Hrant, “Yakalanmasaydık Ermenileri öldürecektik” cümlesinden yola çıkarak ‘Kayıtsız Kalmayın’ diye bir yazı yazıyor ve “kim bu Ermeniler?” diye soruyor.
Ali Bayramoğlu kitabın bir yerinde Hrant’ın aldığı ölüm tehditlerinden sonra Hanefi Avcı’yı aradığını anlatıyor.
O süreç yaşanırken Hrant bunu en yakınlarıyla paylaşıyor, valiliğe çağrılmasından, orada uyarılmasından itibaren bunu birkaç yakın arkadaşıyla paylaşıyor. Bunların bir kısmı, birinci hayatından ikinci hayatına taşıdıkları, Oşin Çilingir gibi, hapishaneden koğuş arkadaşı Necdet Koçtürk gibi. Ama bir de Ali Bayramoğlu, Oral Çalışlar, Baskın Oran gibi Türkiyeli demokrat aydınlar var. Yaşadıklarını onlarla da paylaşıyor. Bunlardan Ali Bayramoğlu, o sırada Hanefi Avcı’yı iyi tanıyor. Onunla çeşitli röportajlar, görüşmeler yapmış. Ali
hemen Hanefi Avcı’yı haberdar ediyor, kendisi o sıralar Edirne Emniyet Müdürü. Sanırım Ali’nin de Hanefi Avcı’ya olan ‘güveni’, Avcı’nın Susurluk’taki performansından kaynaklanıyor. Hanefi Avcı derhal koruma istemesini salık veriyor, “Ama ben bütün bunlardan bir şey çıkacağını sanmam,” diyor.
Tesadüfen Hanefi Avcı’nın kitabı da Hrant yayımlanmadan kısa süre önce çıktı.
Evet, Avcı’nın kitabında onun hep Fetullah Gülen cemaatiyle ilişkisinden söz ediliyor ama aslında kitapta epey bir bölüm Hrant Dink cinayetine ayrılmış. Hanefi Avcı hem kitapta hem de kitaptan sonra verdiği röportajlarda Hrant Dink cinayetinin hallolduğunu, daha ileri gitmeye varacak bir durum olmadığını, yeteri kadar ilerlendiğini iddia ediyor.

29 Ocak 2011 Cumartesi

Sergio Leone ile Yola Devam: Birkaç Dolar İçin

Filmin Adı: Birkaç Dolar İçin
Orjinal Adı: For A Few Dollars More
Bilgi Sitesi: http://www.sinemalar.com/film/1612/Birkac-Dolar-Icin/

Col. Douglas Mortimer (Lee Van Cleef) ve Monco (Clint Eastwood) adındaki iki kafa avcısı ,Indio adındaki bir kanun kaçağını yakalamak için bir araya gelirler fakat ikisi de Indio hakkında değişik şeyler düşünmektedirler.

İrfan'ın Yorumu: Sergio Leone'nin üçlemesi, yine harika gerçekten.

24 Ocak 2011 Pazartesi

Sergie Leoni Amcam Bu İşi Biliyor: Bir Avuç Dolar

Filmin Adı: Bir Avuç Dolar
Orjinal Adı: A Fistful Of Dollars
Bilgi Sitesi: http://www.sinemalar.com/film/71480/Bir-Avuc-Dolar/

A Fistful of Dollars (Per un pugno di dollari) başrolünü Clint Eastwood'un oynadığı, yönetmenliğini Sergio Leone'nun yaptığı 1964 yapımı Spaghetti Western tarzı bir filmdir.
For a Few Dollars More (1965) ve The Good, the Bad and the Ugly (1966) filmlerinin takip ettiği, kısaca Dolar Üçlemesi olarak bilinen serinin ilk filmidir.
Üç filmde de Eastwood'un canlandırdığı karekterin adı hiç geçmez. Sadece sarışın olarak anılır. Üç film de İspanya'nın Almeria bölgesinde çekilmiştir.

İrfan'ın Notu: Kovboy filmlerini bu adamın yönettiği İyi, Kötü, Çirkin filmi sayesinde sevdim.

23 Ocak 2011 Pazar

Sen misin Bana Zulmeden: Mezarına Tüküreceğim

Filmin Adı: Mezarına Tüküreceğim
Orj. Adı: I Spit on Your Grave
Bilgi sitesi: http://www.sinemalar.com/film/57768/I-Spit-on-Your-Grave/

Steven R.Monroe yönetmenliğinde 1978 yapımı Day of the Woman ''I Spit on Your Grave''nin yeniden çevrimi 'I Spit on Your Grave. 78 yapımı film; genç bir kadın yazarın sakin ve sessiz nehir kenarındaki evine huzur içinde çalışmasına devam etme ve kitabını yazma amacıyla gitmesi ile start almakta ve buradan itibaren her şey yolunda iken bir anda, tüm gerçekliği içinde barındıran şiddeti ile perdeye yansıyan kareler, huzuru bulmak için gelen genç kadının vahşet ve insanlık dışı muamele ile karşılaşmasını ve sürüp giden eziyetler ve kadının sonradan hepsinin izini bulup tek tek intikam almasını konu edinmekteydi. Filmin 2010 versiyonunda kadın kahramanımız 'Jennifer Hills' karakterini Sarah Butler canlandırıyor. 1978 yılı orijinal versiyonu 'Day of the Woman'da bu karaktere Camille Keaton hayat vermişti. 25 yaşındaki genç aktris Sarah Butler'in filmografisindeki en önemli ve belki de en zor karakterlerden birini oynayacağı yapım olacak 'I Spit on Your Grave'. Day of the Woman'ın 2010 versiyonunda Sarah Butler dışında oynadığı rollerin altından başarıyla kalkan aktör Andrew Howard ( Devil's Chair, Blood River, Luster), Jeff Branson, Chad Lindberg (Push), Daniel Franzese (Killer Pad, War of the Worlds), Rodney Eastman (Joey in A A Nightmare on Elm Street Part 3: Dream Warriors , A Nightmare on Elm Street Part 4: The Dream Master), Saxon Sharbino ve Amber Dawn Landrum gibi isimleri kadroda görmekteyiz

İrfan'ın Yorumu: Çok zor bir film, bunu kabul ediyorum. Ama böyle bir film için fazla söze gerek yok. İntikamın boyutları vahşet derecesinde.

20 Ocak 2011 Perşembe

Ekonominin Derini mi Olur. Hem de Nasıl: Derin Ekonomi

Kitabın Adı: Derin Ekonomi
Yayınevi: Etkileşim
Yazarı:
Süleyman Yaşar
Kitabı okumayı Bitiriş Tarihi: 20 Ocak 2011 Perşembe – İstanbul


Bu toprakları küresel ölçülere yaklaştıran, bölge ve dünya liderliğine yükselten bir siyasetçi ortaya çıktığında, içeriden ve dışarıdan hemen bir saldırı başlıyor. Amaç hep aynı: Statükoyu içerde ve dışarda devam ettirmek, kendi iktidarları sürsün diye bu topraklardaki insanların refah içinde yaşamasını engellemek. (sh. 38)

İrfan’ın Notu: Aşağıda kitap ile ilgili internetten alınmış bir arka kapak yazısı var. Değerlendirmelerimi aşağıda bulabilirsiniz.

Arka Kapak Yazısı:
• Siyaset ve bürokrasideki derin yapılanmaların ekonomiyle ne gibi bir ilgisi var?
• Küresel kriz bahane edilerek 2009'da neden ve nasıl Türkiye'de ekonomik kriz ve sosyal kargaşa çıkartılmak istendi?
• Son küresel krizde bir banka batmamasına rağmen Türkiye neden krizden bu kadar çok etkilendi?
• Büyük sermaye Balyoz Operasyonu'ndan sonra neden Türkiye'nin kredi notunun düşürülmesini bekledi?
• Ergenekon Soruşturmalarını baltalamak için medya nasıl IMF'yi joker olarak sahaya sürdü?
• IMF neden hiçbir programında “Silaha fazla para harcamayın” demiyor? Türkiye'de silah alımları neden denetlenemiyor?
• Mustafa Koç seçilmiş hükümete rağmen, neden IMF'nin gelip ekonomiyi yönet¬mesini istiyordu?
• TÜSİAD darbe teşebbüsünde bulunan askerlerin sivil yargıda yargılanmalarını sağlayacak yasanın çıkmasına neden karşı çıkıyor?
Süleyman Yaşar, tarihsel bir perspektif dahilinde Türkiye'deki derin ekonomik yapılanmanın şifrelerini çözümlüyor, ‘ekonomi' mahreçli birçok olayın ve haberin röntgenini çıkarıyor.
Bu kitabı okuduğunuzda, Türkiye manzarasının sadece görünenden ibaret olmadığını anlayacak, ekonomi haberlerini başka bir gözle değerlendirecek ve şu gerçekle tanışacaksınız: Ekonomi, sadece ekonomi değildir.

Aynı zamanda kitap ile ilgili bir bilgi de internet sitesinden derlenmiştir:
Ekonomist Süleyman Yaşar, son kitabında Türkiye'deki ekonomik faaliyetlerin perde arkasına dikkat çekiyor. Ekonomik krizden kimlerin nemalandığını ortaya koyuyor
İstanbul Üniversitesi öğretim üyesi ekonomist Süleyman Yaşar, Derin Ekonomi'nin kitabını yazdı. Bir dönem Özelleştirme İdaresi Başkan Vekili olarak görev yapan ve SABAH gazetesi yazarı Yaşar, piyasaya çıkan son kitabı 'Derin Ekonomi, Cumhuriyetin Finansal Şifreleri'nde Türkiye'deki ekonomik faaliyetlerin perde arkasına dikkat çekerken ekonomik krizlerden ve terör ortamından kimlerin nemalandığını, son dönemlerde yaşanan ekonomik olaylarla ilgili tahlillerde de bulunuyor. Yaşar, kitabında Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği'nin (TÜSİAD) ekonomiyle değil siyasetle ilgili sorunları olduğunu ileri sürdü. TÜSİ- AD'ın son ekonomik krizin patlak verdiği günlerde bütçe açığını AK Parti hükümeti için devamlı risk olarak gösterdiğini kaydeden Yaşar bu durumun önceki davranışlarıyla çeliştiğine işaret etti. Yaşar, "TÜSİAD aynı zamanda çok tedirgin olduğunu, krizin ciddiyetle ele alınması gerektiğini vurguluyordu. Oysa Türkiye'nin 2001'den beri dünyanın en yüksek faizini ödediğini unutmamak lazım. Dünyanın en yüksek faizini ödemek zaten o ülkenin krizde olduğunun bir göstergesidir. Türkiye'de yıllardır ödenen yüksek faizler bir kriz göstergesiyken hiç tedirgin olmayan TÜSİAD, son ekonomik krizde tedirgin oluyordu. Buradan, TÜSİAD'ın ekonomiyle değil siyasetle ilgili bazı sorunları olduğunu anlıyoruz" değerlendirmesinde bulundu.

İrfan’ın Yorumu:
“Türkiye’de rekabetle para kazanamamış, ‘devlet rantları’yla zengin olmuş statükocu işadamları eskiden olduğu gibi kârlarını arttırmaya devam etmek için, halkın seçtiği hükümetlere bütçeyi yönettirmek istemezler.” (sh. 10)
Yazar burada çok önemli bir tesbitte bulunmuş. Gerçekten de ülkede bir grup vardır ki devleti yolunacak kaz şeklinde görüyor. Halkın bu rantlara karşı gelmesi ihtimallerinde de maalesef darbe şakşakçılarının yanlarında yer alıyorlar.

“Sanırım, bir hatırlatma yapmakta fayda var: 11 Eylül saldırılarından sonra ekonominin durgunluğa girmesinden korkan Bush hükümeti, daha önceden konut almada zorlanan kesimlere destek olsun diye kredi faizlerini düşürdü ve şişen balon da patladı.
Aynen öyle: Ve bunun sonucunda kriz, mali derinliği yüksek olan gelişmiş diğer ülkelere de yayıldı. Amerika ve Avrupa’da pekçok finans kuruluşu sermayesinin bir kısmını kaybetti. Zengin ülkeler kısa yoldan sorunu çözebilmek için, toplamı iki trilyon doları geçen bir kurtarma devreye soktular.
Zengin ülkelerin yaşadığı bu mali krizden gelişmekte olan ülkeler de olumsuz etkilendi elbette. Dünya finans piyasalarında eskisi gibi rahat para bulmak zorlaştı. Kısa vadeli yabancı sermaye akımları ve doğrudan yatırımlar azaldı. Gelişmekte olan ülkelerin büyüme hızları geriledi ve bu ortam işsizliği de artırdı.” (sh. 32)
Amerika’da başlayıp bütün dünyayı sarsan ve Başbakan Erdoğan’ın “bizi teğet geçecek” demiş olduğu küresel krizin hangi olayın olması ile başladığını belirtmesi açısından önem arzetmektedir.

“Yüksek cari açık nereden kaynaklanıyordu?
Yüksek cari açık, dövizle borçlanan özel şirketlerden kaynaklanıyordu. Bazı şirketler bize bir şey olmaz diyerek risk analizi yapmadan borçlandılar. Hatta ceplerinde para olmadan, özelleştirme ihalelerine girdiler ve en yüksek fiyatları vererek bu ihaleleri kazandılar. Ardından dış borç bularak ödemelerini yaptılar.
Halbuki özelleştirme ihalelerinde, sorumsuzca en yüksek fiyatı veren yerli firmalar yerine makul fiyat veren yabancı yatırımcılar ihaleleri kazansaydı, Türkiye’nin cari açığı yüksek olmayacaktı. Çünkü yabancı sermaye bu ülkeye doğrudan yatırım yapmış olacaktı. Sorumsuzca davranarak dışardan borçlanan özel şirketler, Amerikan kaynaklı kredi krizini bahane göstererek hükümetten kurtarma planı istiyorlardı. Zengin ülkelerin hazırladığı kurtarma planlarını örnek gösteriyorlardı. Amaçları, yükselen kur farklarını ve ödemek istemedikleri borçlarını devlete ödetmekti. Gerekçeleri de hazırdı: Biz batarsak pek çok insan işsiz kalır diye bir söylem üretmişlerdi.” (sh. 33)
Statükocu zihniyetin kendi şirketlerini kurtarmak için ülkeyi batağa götürme taktikleri içler acısı.

“Fakir vatandaş, 2001 krizi öncesinde bankalarının içini boşaltıp bugün hâlâ yalılarda oturanların 72 milyar dolarlık borcunu ödemeye hâlâ devam ediyor. Bir de bu sorumsuz şirketlerin borçlarını ödeyecek bir yükün altına giremezdi. Büyük kentler milyon dolarlık rezidans ve son model ciplerden geçilmiyordu. Risk analizi yapmadan dövizle borçlanan bu şirketlerin sahiplerinin, kendi kendilerini kurtarmayı denemeleri gerekiyordu.” (sh. 33)
Düşünebiliyor musunuz, 28 Şubat’tan sonra ülkenin varını yoğunu kemiren köpekler akabinde oluşan kriz sonunda artık dibte kalmış ne varsa bitiren yamyamların parasını hâlâ ödemeye bütün millet olarak devam ediyoruz.

“Kahn’a asıl sorulması gereken soru da, Türkiye’ye verilen IMF kredilerinin bugüne kadar kimler tarafından nerelere kullanıldığı sorusu olmalıydı.” (sh. 45)
Nerde, nereye gitti bu paralar, nereye harcandı, nasıl yedi bitirdiler?

18 Ocak 2011 Salı

Facebook Gerçeği: Sosyal Ağ

Filmin Adı: Sosyal Ağ
Orj. Adı: The Social Network
Bilgi sitesi: http://www.sinemalar.com/film/53065/Sosyal-Ag/

The Social Network, Facebook ’un kurucusu Mark Zuckerberg’in hayat hikayesini ve ünlü sosyal paylaşım sitesinin kurulma aşamalarını anlatıyor.

İrfan'ın Yorumu: Facebook günümüz dünyasında artık internet kullanıcıları için olmazsa olmaz bir sosyal iletişim ağı internet sitesi. Facebook iyi yönden de kötü amaçlar doğrultusunda da kullanılabilen bir ağ. Bu özgür iletişim ağında herkes herkesle iletişim kurabilir, amaçlarını gerçekleştirebilir. Ben Facebooku başarılı bir çalışma olarak görüyorum. Film de en azından bu ağın nasıl doğduğunu anlatıyor. Bu Facebook da nereden çıktı diyenlere...

13 Ocak 2011 Perşembe

Tek Başına Dolaşırsan Olacağı Budur: 127 Saat

Filmin Adı: 127 Saat
Orj. Adı: 127 Hours
Bilgi sitesi: http://www.sinemalar.com/film/67322/127-Saat/


Dağcı Aron Ralston'un başından geçenlerin gerçek hikayesi...

Genç bir dağcı olan Aron, Utah yakınlarında büyük bir kaya parçasının arasına sıkışır. Hayatı için bir çeşit tuzağa dönüşen bu olayda Aron, soğukkanlı olması gereken şoke edici bir çözüm yolu bulur.

İrfan'ın Yorumu: Film konusu bulmada yapımcılara diyecek bir şey bulamıyorum. Ama filmin içerisinde çok güzel mesajlar olduğunu görmek keyif verici. Kader çizgisi ile olumlu-olumsuz olayların çakışması güzel anlatılmış. Film olarak heyecan verici bir gerilim sunulmuş. Adamın başına gelenlerden sonra, benim aklıma gelen ilk çözümü filmin sonunda kendisi uygulamış oldu. İzlediğinizde pişman olmayacak bir tad bıraktığını söyleyebilirim.

Ufak Ufak Dokunalım Hayata: Hayata Dilekçe

Kitabın Adı: Hayata Dilekçe
Yayınevi: Nesil Yayınları
Yazarı: Yavuz Bahadıroğlu
Kitabı okumayı Bitiriş Tarihi: 13 Ocak 2011 Perşembe – İstanbul



Kendini okumasını bilmeyen insanların, kitapları okuması bir işe yaramaz. (sh. 216)

İrfan’ın Notu: Aşağıda kitap ile ilgili internetten alınmış bir arka kapak yazısı var. Değerlendirmelerimi aşağıda bulabilirsiniz.

Arka Kapak Yazısı:
Sadece benim değil, benim neslin hayalleri çalındı... Umutları, sevgileri, aşkları çalındı. Kandırıldık. Büyüyecektik, gelişecektik, Avrupa, hatta Amerika'ya yetişecek, sözde "Küçük Amerika" filan olacaktık, "her mahallede bir milyoner" barındıracaktık... Vakıa mahallelerimizde milyonerler çoğaldı, ama milyonun beş para değeri kalmadı. Gerçeği fark ettiğimde hayalsiz, sevdasız, aşksız umutsuz kala kalmıştım. Anladım ki, sevgilerimizi, hayallerimizi, umutlarımızı sadece kullandılar, sömürdüler, tükettiler. Her şeyimizi lüks yaşantılarına kaynak yaptılar. Bu yüzden politik - diplomatik, siyasal ve ideolojik palavralara inanmıyorum! Bunlara kafa patlatmıyorum, bu konuları sık yorumlamıyorum. Kendi içime döndüm. İmanımla yüreğimi yeniden inşa ettim.

Çok değer verdiğim ve sevdiğim bir kardeşimin işyerinde gördüğüm ve müsaade isteyerek okuduğum bu kitap, hayata dokunuşlar açısından güzel konulara değinmiş. Bu dokunulan konular dindar tabir edilen kesimin yaptıkları yanlışlardan tutun da, aile ilişkilerindeki tutarsızlıkların tesbitine, ebeveyn ile çocukları arasındaki diyalog eksikliğine, kuşak farklılığının çatışmalarından, güncel siyasi meselelere birçok konu yazarın bakışı açısından değerlendirilmiş.
Bu bakış açısında tamamen katılınılabilecek yerler olmakla birlikte, aşırı duygusallığın ve bu duygusallığın tepkimeleri dolayısı ile farklı kanaatlerimiz de yok değil. Ama şu bir gerçek ki yazar kitabı ile iyi niyetini ortaya koymuş.

Biraz da örneklere geçersek:

“Bir babanın çocuklarına yapabileceği en büyük yardım, annelerini sevmektir.” (sh. 9)
Bu önemli bir tesbit örneğin. Aile içerisinde babanın anne ile olan ilişkileri, iyi bir izleyici ve öğrenici olan çocukların gelişimi açısından önem arzetmektedir.

“Doğru Anne ve Baba Olmak” (sh. 10)
Başlığı altında yer alan çözüm önerileri, dikkate değer, uygulanabilir, faydalı olarak görüyorum.

“Kadın yalnızca anne olduğu için değil, öncelikle insan olduğu için, sonra da erkeklerden daha duygusal, daha şefkatli, daha ince, daha sevecen, daha yürekli olduğu, yani kadın olduğu için ayrıca saygı görmelidir. Bahadıroğlu, eşinden korkuyor diyenler desin, kılıbık olduğumu yaymak isteyenler de yaysın, umurumda değil. Şükürler olsun, elalem ne der, hakkımda ne düşünürler sendromunu aşalı çok oldu.” (Sh. 27)
Burada, yazarın tesbitine aynen katılmamak mümkün değil. Elalem ne der sendromunun büyük bir handikap olduğu aşikar.
Kitap, Allah’ın bir lütfu olan ve belli bir zaman dilimini kapsayan hayat denen o anın en iyi şekilde değerlendirilmesi yönünde ciddi öneriler getiriyor.
Savaşlar ve acıları ile ilgili değerlendirmeleri çok hümanist ama gerçekçi değil, hayatın gerçeklerine de uymuyor, iyi niyeti ile çözümlenebilecek gibi de değil. Örneğin Afgan savaşı ile ilgili değerlendirmeleri, savaşan kesimlerin savaş zorlukları tartışmaya açık. Yazar Hz. Peygamber döneminde olsaydı ve Beni Kurayza Yahudilerine uygulanan cezayı aynı hümanist bakış açısı ile değerlendirdiğinde her halde başka bir sonuç alırdı kanaatindeyim. Bu eleştirime rağmen yazarın bu eserinin faydalı bir eser olduğu su götürmez. Özellikle aile ile ilgili tesbitler çok dikkat çekici. Önereceğim kitaplar içerisinde ve severek okuduğum kitaplar içerisinde yer almayı başardı.

11 Ocak 2011 Salı

Amerika'nın El Kaide Sendromu: Paris'ten Sevgilerle

Filmin Adı: Paris'ten Sevgilerle
Orjinal Adı: From Pars With Love
Konusu:
Fransa’daki Amerikan Büyükelçiliği’nde görevli James Reece’in Paris’te kıskanılacak bir hayatı ve güzel bir sevgilisi vardır. Elçilikte CIA için alt düzey bir görevde çalışmaktadır. Ancak tek istediği daha yüksek mertebeli bir ajan olmaktır. Üst düzey görevli olarak bir işe atandığında, ne kadar şanslı olduğuna inanamaz. Ta ki yeni ortağı özel ajan Charlie Wax ile tanışıncaya kadar.

İrfan'ın Yorumu: Şu bir gerçek ki 11 Eylül Amerika'yı da, sinema sektörünü de etkilemiş vaziyette. Terörizm ciddi endişe haline gelmiş olacak ki Amerika için filmlerine bu korku ve tabi ki teröristleri yenmeleri içten bile değil. Film standart bir aksiyon esasında, ama oyuncuları ve süprizleri ile belli bir kaliteyi yakalamış.

Haziran 2011 Seçim Öngörüm: Tahminlerimi Açıklıyorum


2011 Haziran Seçimleri


2011 Haziran Seçimlerine daha çok var, ama ben işte ne yapayım, duramıyorum. Daha önce referandum ile ilgili öngörülerim vardı, % 4 hata payı ile bilmiştim. Şimdi de seçimlere daha çok var ama en azından 3 siyasi partinin ve geri kalanları da diğer olarak bir tahminde bulunayım da bakalım ne oluyor. Artık el öpenlerim mi artar, yoksa artık bir araştırma şirketi mi kurarım bilmiyorum :)


AK PARTİ: % 45,54

CHP: % 26,12

MHP: % 12,15

DİĞER: 16,19

Suikastçinin Duygusalı Bu mudur? : The American

The American

Filmin Adı: Centilmen
Orj. Adı: The American

George Clooney bu filmin en etkin şahsiyeti, zaten başrol oyuncusu. Bir suikastçinin işi bırakma döneminde yaşadığı duygusal gitgeller üzerine inşa edilmiş. At çöpe film de değil, kaliteli bir film de olduğu söylenemez. Ama George Clooney hatırına kaliteli kategorisine koydum.

Filmin Konusuna gelince:
Tetikçiliğini de bir sanat gibi icra eden Jack, her zaman işini sağlama alan bir suikastçidir. Ancak son işinde tuzağa düşer ve sevdiği kadının ölümüne neden olur. Jack kendisine verilen işi yaptıktan sonra, mesleğini bırakmaya and içmiştir.
Yeni işi için gittiği yer, kartpostallardan fırlamış, hayat dolu bir İtalyan kasabasadır. Oysa Jack için huzur çok uzaktadır, çevresindeki herkes potansiyel birer tehdit unsurudur. Günler geçtikçe Jack, kasaba halkı ile iletişim kurmaya başlar. Kasabada Clara adlı bir kadınla beraber olmaya başlayan Jack'in hayatı, Mathilde adlı Belçikalı'nın devreye girmesi yeniden allak bullak olacaktır. Sırlarla dolu bu kadınla birlikte, bu güzel İtalyan kasabası ölümle yaşamın buluştuğu bir yer olacaktır.

9 Ocak 2011 Pazar

Sünni-Alevi Girdabında Bir Roman: Şah ve Sultan

Kitabın Adı: Şah ve Sultan
Yayınevi:
Kapı Yayınları
Yazarı:
İskender Pala
Kitabı okumayı Bitiriş Tarihi:
09 Ocak 2011 – İstanbul

“Ve unutma, her şafak, elinde fenerle gelen bir hırsız gibidir, ömürleri çalıp götürür. Uyanık dur.!” (sh. 269)


İrfan’ın Notu: Aşağıda kitabın arka kapağındaki yazı ile başlamak isterim. İskender Pala, bu ismi “İki Darbe Arasında” adlı kitabı ile tanıdım, 28 Şubat’ın mağdurlarından olan divan edebiyatını topluma sevdiren güzel adam. Bu kitabı onun okuduğum ikinci kitabı. Açıkçası biraz tereddütle okumaya başladım. Ama şunu söyleyebilirim, çok uzun zamandır büyük bir zevk içerisinde okuduğum bir kitaptı. Bazen o kadar güzel cümlelerle karşılaşıyordum ki, onları birkaç kez okuma gereği duyuyordum.
Bir tarafta Alevi-kızılbaşların büyük önderi Şah İsmail, bir tarafta sünni camianın büyük kahramanı, ilk halife Yavuz Sultan Selim, bunların arasında geçen savaşlar, birbirleri arasındaki şiir ziyafetleri, mektuplar, bu arada geçen müthiş bir aşk, aşkına karşılık gelememe, aşkın farklı tarifleri, sevgi ve aşk arasındaki muazzam belki de ince farklılıklar.
İskender Pala aşkı, savaşı, şiiri, alevi-sünni derinliğini bu kitapla içimize işleyecek şekilde anlatması. İktidar hırsının sonuçları, saltanatın, devletin, insan hayatının kahredici zayıflığı, bunları roman tadıyla önümüze çok güzel sunuyor.
Kitabı şiddetle tavsiye ediyorum. Kitapla ilgili aldığım notları da aralara serpiştirmeye çalıştım
.

Arka Kapak Yazısı

Tutku…
Güzellik…
Aşk ve savaş. Sadece gönüllerin değil alınların, kemiklerin ve gözlerin alev alev yandığı savaş.
Kahramanlarını, Yavuz Sultan Selim’i de Şah İsmail’i de tarihin merdivenlerinde bir basamak aşağı indiren bir basamak yukarı çıkaran savaş.
Çaldıran...
Şimdi Çaldıran ne 500 yıl geride ne 500 yıl ileride.
Savaş tasında büyücünün gördüğü neydi?
Kızılbaşlık!
Sünnilik!
İktidar hırsı.
Aşkın bir çökelti gibi dondurduğu zaman!
Korku? Ya o?
Yazar biraz da korkuların üstüne gidendir.
Tarih ileriye doğru çözüldükçe ağacın kökleri de görülecektir.
Alevi de Sünni de bağlıdır o köke. Birdir o toprakta.
Gölgeler büyümüşse ışığı değil korkuyu yenmek gerekir.
Karanlık ve kör ışığın egemenliği boğmasın artık nesilleri.
Ve işte bir kez daha aşk!
Şiir kadar iktidar atında rüzgâra ve ateşe doğru yol alan iki hükümdar.
Şah ve Sultan…
Dünya incisi zarif ve asil kadınlar. Yeminlerine bağlı erkekler.
Masal kadar gerçek.
Büyüleyici olduğu kadar umut verici.
Şah&Sultan her cümlesi aşkla okunacak bir kitap.
İskender Pala’dan…

Kitap içerisinden aldığım seçmeler:

“Ey yolcu, sevgiye yürü, ta ki hakikate eresin!” (sh. 1)
Ne güzel bir cümle değil mi? Sevgiye yürüdüğün taktirde hakikati bulursun, bundan endişe etme…

“Bütün inançların temeli sevgidir. Her kim bir şey veya kimseyi severse ona inanmış, boyun eğmiş, kulluk etmiş olur. Kulluk, sevginin yedi derecesinden biridir ki ilk adımda dostluk başlatır. Bu dereceler ezeli “ilgi”den doğar. İlgiyi “sevgi” takip eder. Sonra “tutku”, “aşk” “şevk” ve “kulluk” diye devam edip ebedi “dostluk”da nihayet bulur. İyi veya kötü, yararlı veya zararlı her tür sevginin bir etkisi, sonucu, meyvesi ve hükmü vardır. Coşku, zevk, özlem, yakınlaşma, ayrılma, uzaklaşma, terk etme, sevinme, üzülme, ağlama, gülme… Hepsi sevginin etkileri ve halleridir. Kişi sevgi basamaklarında sürekli bir kazanç ve güç kazanarak ilerlemelidir. Belli bir yol aldıktan sonra sevgi yüzünden ağlasa da, gülse de, sevinse de, üzülse de, hatta sıkılsa yahut coşsa da bundan yarar görür. Nitekim sevgiden uzaklaştığı zaman bunun tersi olacak, her halden üzülecektir. Akıllı insan kendisine zarar verecek sevgiyi istemez.
Hakikati sevmek, … sevgilerin en güzelidir. Çünkü hakikat Mutlak Güzellik’ten doğar ve bütün güzeller O’nun güzelliğinden bir ilham taşıdıkları için sevilirler, Hakikati ayırt etmeyi bilirsen sevgiliye karşı sevgide ortak edinmemiş olursun. Sevgiliyi sevmek, sevgilinin sevdiklerini sevmek, sevgili için ve sevgili yolunda sevmek, sevgiliyle birlikte sevmek, bunların hepsi insanın tabiatına uygundur. … Sevgiyi bir su farzet, ona ulaşmak zevk, ayrı kalmak acı verir insana.” (sh. 3-4)
Bu cümlelere ekleyecek bir şey bulamıyorum.

“Bir madde, tabii olan merkezinden ayrıldığında sevgiyle ayrılır ve oraya yine sevgiyle dönmeye çalışır. Ezelde harekete geçen eşya ebediyete sevgiyle yürüyecektir. Göklerde, yerlerde ve ikisi arasında ne varsa sevgiyle vardır. Gökler sevgiyle dönerler, yıldızlar sevgi sayesinde yerlerinde durabilirler. Tıpkı kalbimizdeki sevgi yıldızları gibi… Bu yüzden dış yerine içi, suret yerine ruhu sevmek gerekir. Hayat ancak sevgiyle tatlıdır ve sevgilisiz dünyada hayat sürmek beyhudedir.” (sh. 5)
İnsan sevgisini, eşya sevgisini, Allah sevgisini, bunların birbiri ile olan ilişkilerini ne güzel izah etmiş.

“Ne kadar güzel olursa olsun insan aynı yerde oturduğunda hayat yeknesaklaşıyordu. Bir araziyi işlemek, orada mekan tutmak, belki kıt kanaat geçinip kaygısız yaşamaktı, ama bu aynı zamanda heyecansız da yaşamak demek değil miydi? Peki ya her gün yeni bir yerde uyanmak, her ay farklı çiçeklerin kokusunda uyumak, her yıl farklı bir yol izleyip yeni hayaller kurmak…” (Sh. 38) Bu satırlar tam da benim ruhumun heyecanını yansıtan sözler. Hiçbir zaman durağanlığı sevmeyen bir ruh yapısına sahibim. Bu cümlelerde kendi hayatım gözümün önüne geçmedi değil. Birçok inişli çıkışlı anlar, birçok hareketler, ama pişmanlık mı, hareket olunca pişmanlığa yer bile kalmıyor.

“Okuduğum kitaplardan birinde ‘insan sevgiye hükmeder, ama aşk insana hükmeder’ diye yazılıydı. Şah birincisine, Gülizar Begüm ise ikincisine düçar olmuştu anlaşılan. Kişinin gönülde kendisi olmak sevginin başlangıcı, sevgilide kendisi olmak ise sonu olmalıydı. Birincisi hamlık, ikincisi olgunluk ve pişmeydi çünkü. Kişi sevgiyle varlığını, ama aşk ile hakikatini tanıyordu. Çünkü aşk, kendisinden geçip sevgilideki gerçekliğe ulaşmanın adıydı. Eğer aşık, kendi gerçekliğine sevgilide eriyerek ulaşabiliyorsa ayrılık veya kavuşma, ret veya kabul, karar veya irade, açılma veya kapanma ortadan kalkıyordu. Bu durumda sevgiliden başlayan yollar yine sevgiliye gidiyordu ki galiba aşk dedikleri şey de bu idi.” (sh. 45-46)
Aşk ve sevginin her zaman farklı olduğuna inanmışımdır. Bir çok insanın sevgide buluşabileceğini ama aşk kavramının tamamen farklı olduğuna inanmışımdır. Yukarıdaki cümleler kendi kanaatimi doğrular cümlelerdir. Aşkın sevgiden çok daha üstün olduğuna inanmışımdır. Sevgide hesap yapılır, aşkta hesap kitap yapılmaz.

“Aşk, Kamber can, aşk, tekildir ama sevgi çoğuldur. Aşk, Kamber Can, aşk, bir tek kişiye, sevgi binlerce kişi veya şeye yönelik olur. Ben … seviyorum ama ona âşık değilim.” (sh. 108)
Yukarıda anlatmak istediğimi bir de kitaptaki cümleden izah etmeye çalışmış olduk…

“Gayret et, çalış çabala ve kazandığını iyi muhafaza et, güzel kullan. Düşmana kalırsa kalsın ama dosta muhtaç olma yeter…!” (sh. 128)
Bu da hayatın enteresan gerçeklerinden birisi değil mi. Kitapta Yavuz Sultan Selim’in farsça bir beyitin Türkçeye çevrimi olan bu beyit, bir gerçekliği söyler gibi. İnsan bir kazık yediği anları hatırlasın. Dosttan yedikleri, akrabadan yedikleri, düşmandan yedikleri nazarında kendisini çok daha etkiler, sarsar değil mi.

“Çünkü kendi tebaasının Kızılbaş veya sünni olduğuna değil, devlete baş kaldırıp kaldırmadığına göre işlem yapıyor, devlet menfaatinin zedelendiği yerlerde bunu yapan her kim olursa olsun, ister sünni, ister kızılbaş, ister ermeni, ister kürt, cezalandıracağını buyuruyor ve elbetteki cezalandırıyor. Ona göre bir hükümdar, tebaasını oluşturan bir ermeni veya arap, bir kürt veya gürcü arasında ayrım yapmayacağı gibi sünni veya şii, Hanefi veya maliki arasında da yapmamalıydı. Ayrım, devletin aleyhine çalışanlarla lehine çalışanlar arasında olabilirdi ve aleyhinde olanların şiddetle cezalandırılmaları, habis vücutlarının bir an evvel yeryüzünden kaldırılmaları gerekirdi.” (sh. 146-147)
Osmanlı’nın yıllardır bu anlayışta olduğu bilinen bir gerçek olmakla beraber, Türkiye Cumhuriyeti’ne bu maalesef eksik olarak yansımıştır. Devlet öncellenmiş fakat farklılıkların hakları ihlal edilmiştir.

“Doğru yolda rehberlik eden Hz. Muhammed’e ve Hak dinde ona uyanlara övgüler olsun. Şianın kendi imam ve imanlarından başka imamları ve ilk üç halifenin halifeliğini inkar ettikleri, saygıdeğer adlarla yaşayan Ebubekir, Ömer ve Osman’a açıkça küfrettikleri, Sünni memleketlerinden birçok yere hakim olup zulmettikleri bilinmektedir. Bunlar şeriatı tahkir ediyor ve ona uyanlara sövüyorlar. Yüce Tanrı’nın yasakladığı günahlara helal gözle bakıp Kur’an’ı ve diğer semavi kitapları hakir görüyor ve yakıyorlar. Hette kendi mel’un reislerini tanrı yerine koyup secde ediyor, Allah’ın yüce kitabındaki emirlerini koyup reislerinin helal dediğini helal, haram dediğini haram sayıyorlar. İsmail şarabı helal kılsa, şarap helal oluyor. Küfürlerin her çeşidini onlarda görmek mümkündür. Bize gelen sürekli haberler, onların küfürleriyle birlikte dinden döndüklerini de kuşkuya mahal bırakmayacak şekilde göstermektedir. Bu yüzden onların ülkeleri darulharptir. Erkeklerinin ve kadınlarının nikahları geçersizdir. Kestikleri hayvan murdar olur, yenilmez. Her kim bir mecburiyet bulunmaksızın onlara mahsus olan kırmızı serpuşu başına takarsa bu dahi açıkça inkar ve küfür belirtisidir. İmdi, bunlar hakkında hüküm vermeye gelince, bunlar dinden dönmüşlerdir, ona göre muamele yapılır. Mağlup edilmiş olsalar bile bulundukları yerler darulharp sayılır, her an tetikte durulur. Malları kadınları ve çocukları Müslümanlara helal olur. Erkeklerine gelince, onlar Müslüman olmadıkça öldürülmeleri gerekir.” (sh. 172-173)
Şeyhulislam Ebu Suud Efendi’nin fetvası, İslam noktai nazarında söylenecek bir söz bırakmıyor. İslam, hiçbir zaman bir ırk kardeşliğini ölçü almamıştır. Yani kızılbaş alevilerinin eğer islam ölçüleri içerisinde yer almamaları halinde, türk olmaları bir şey ifade etmez. Aynı şekilde Ermeni olan bir Müslümanın ise ayet nezdinde kardeş hükmü çok açıktır. Her kim ki ölçüyü İslam alırsa, neticesi de o istikamette olur.

“Allah’ın adıyla… Bütün işler Allah’ın tasarrufundadır. Sultanlık da saltanat da kuru birer bahanedir. Allah kullarına iyiyi ve kötüyü peygamberleri vasıtasıyla öğretti. Onların asr-ı saadetlerinde cihan adalet ve doğrulukla parladı. Ondan sonra halk kendi aralarından birini seçip onun idaresinde afat, küfür, bid’at ve dalaletten kurtulalar ve dahi doğru yoldan ayrılanları kılıçla Hak yola getireler. İmdi, sen ki İran’dan çıktın, dindar ve doğru kişileri yoldan çıkartıp o ülkeleri müstevli oldun, pek çok yurtları harap ettin. Yaptıkların bize gizli değildir. Sahabeye küfrettiğin de, yaptığın kötü işler de insanların dillerindedir. Alimlerim senin küfürde olduğuna ve katline fetva verdiler. Ben de buna binaen Müslümanlara yaptığın zulüm ve işkenceleri def etmek üzere atıma bindim, üzerine geliyorum. Gafil olmayasın, ben varmadan mülk ve saltanattan vazgeçip ecdadının tarikat yolunu tutup, tevbe edip gelesin, eşiğimi öpesin. Ben de sana ecdadın usulünce bir tekke yaptırırım, devletimin devamına dua ile meşgul olursun. Senin memleketini de layık olan birine verip onu oralara padişah eylerim. Sonra bilmedim, aldandım demen fayda vermez. Askerimle üstüne yürüyüp başında ateşler yakmak kararımdır. Gelip eşiğimi öpmek senin için iftihardır, bir an evvel dediğimi yapasın, yoksa sonra mazeretini kabul etmem. Eğer bir akılsızlık edip askerimin karşısına çıkmaya kalkacaksan işte meydan! Zulmünü mazlumların üzerinden kaldırıp namını ve nişanını dünyaya gelmemişe döndürmek boynuma borç olsun.” (sh. 176-177)
Burda Sultan Süleyman’ın Çaldıran zaferinden önce Şah İsmail’e yazdığı net mesajlar göze çarpmaktadır. Yanlış bir şey var mı söyleyin Allah aşkına.

“Hamiş: Mektubunla birlikte bize bir tas içinde at pisliği göndermişsin. Buna karşılık sana bir kavanoz bal gönderdim. Ne de olsa herkes karşısındakine kendi yediğinden ikram eder.” (sh. 182)
Yine Yavuz Sultan Selim’in Şah İsmail ile mektuplaşmalarında birbirlerine gönderdikleri taciz hediyeler ile ilgili bu kesit çok ilginç. Yavuz’a gönderilen at pisliği karşısında Yavuz’un bal göndermesi, tam kapak olmuş yani…

“Ve unutma, her şafak, elinde fenerle gelen bir hırsız gibidir, ömürleri çalıp götürür. Uyanık dur.!” (sh. 269)
İşte müthiş bir cümle daha. Defalarca okuyabilirsiniz, düşünebilirsiniz…

“İnsanlar birbirlerine gülüyorlarsa aralarında nefret, birbirleriyle gülüyorlarsa aralarında sevgi çoğalıyordu.” (sh. 296)
Alın size bir kitaptan hayata dair bir gerçek daha.

İskender Pala’nın kitabı yazarken faydalandığı kitaplardan birkaç tanesini de burda paylaşmakda fayda görüyorum:

“Yavuz’un Küpesi”, Erhan Afyoncu
“Gayri Resmi Tarihimiz, Osmanlı Padişahları” Z. Nur Aksun
“Osmanlı’da ve İran’da Mezheb ve Devlet” Taha Akyol
“Kızılbaşlık Nedir” Cemal Bardakçı

8 Ocak 2011 Cumartesi

zombiler bastı aman dikkat: The Walking Dead
















Dizi Film Adı: The Walking Dead


Yürüyen ölüler, yaşayan ölüler diye de çevrilebilecek olan bu dizi film benim için ilginç. Şöyle ki: Sinemaya ilgim gerçekten büyüktür, mümkün olduğu kadar kaliteli filmleri ve dizileri kaçırmamaya çalışırım. Bu ilgi içerisinde, ayıkladığım film kategorileri vardır. Örneğin mümkün mertebe kurt adam gibi, vampirli filmleri seyretmem. Bu seyretmediğim kategorilerden birisi de zombi filmleridir. Çok saçma gelir bu filmler. Ama bilim kurgu ve saçmalıklar içerisinde kaliteli denebilecek filmler de yok değil hani. Ama işte dedim ya bu zombi filmleri sevmediğim filmlerdendir. Hâlâ da aynı kanaate sahibim.


Ama bir istisna yaparak bu dizi filmi izleme kararı aldım. İlgimi çekebileceğine inandım. Gerçekten de bu dizi konusundan çok film çekim teknikleri açısından vasatı zorlamış diyebilirim. Ocak 2011 içerisinde CNBC-E ekranlarında da yer alacak. İzlemediğiniz taktirde bir şey kaybetmezsiniz.

6 Ocak 2011 Perşembe

Birlik Mahallesinde Son Demlerden











TELLER ALTINDA DIŞ KAPININ MANDALI

1990 senesinde askerden geldiğimde iki haber vardı: Birisi ailece bizi üzdü, yıktı, babamızı kaybetmiş, bi çare kalmıştık. En büyük kız evlat Konya'da evli, en büyük erkek evlat askerden yeni gelmiş, hayata el yordamıyla tutunmaya çalışıyor, diğerleri ise daha küçük...

Diğer gelen haber de evimizin hemen üzerinden geçen gerilim tellerinin kalkacağı haberi. Evet yanlış duymadınız 1990 senesinden bahsediyorum. Tellerin kalkması 2008 senesini buldu.

Hayat o kadar evirip çevirdiki bizleri elimizin altındaki imkanı değerlendirebilecek çaresizliğimizle bizi başbaşa bıraktı.

Bugün itibari ile babamızdan yadigar evimizin arsasını satmak durumunda kaldık. Rahmetli babamızdan yadigar bu arsadan aldığımız parayla her kardeş kendi hayatını idame ettirebilecek ve başlarını sokabilecekleri bir yer bakacaklar.

Sevgili babama buradan rahmet diliyorum. Ailecek diliyorum. Bana da bu tarihi olay dolayısı ile evin yıkılmadan önceki resimlerini tarihe şahitlik etmesi açısından buraya koymak kaldı.

Dış kapının dış mandallarına düşen de herhalde kilitlerine sahip oldukları anahtarlarını kaybetmemeye çalışmaktır.

2 Ocak 2011 Pazar

Soğuk Ama Bir O Kadar Da Delice Bir Dizi: Rubicon

Dizi Film Adı: Rubicon

İrfan'ın yorumu: Komploya gerek yok mu dediniz, sistem nasıl işliyor, kim kimi kullanıyor, menfaatler kimlerin hangi duygularını kapsıyor, soğukluğu bir yana etkisini uzun süre kendinizde hissedeceğiniz bir derin komplo, casusluk dizi filmi. İzlemediyseniz, kaçırmayın derim.

Dizi Filmin Konusuna Gelince;

Rubicon; 13 bölümlük hazırlanan dizi, adının da çağrıştırdığı gibi bir politik gerilim. Rubicon İtalya'nın kuzeyinde bulunan, 29 km uzunluğundaki bir nehrin adı. “Rubicon'u geçmek” deyimi ise, geri dönüşü olmayan noktadan ileri gitmek anlamında kullanılan ve Sezar’ın M.Ö. 49 yılında Lejyonu ile nehri geçmesine atıfta bulunan bir deyim. Diziye yansıması ise Birleşik Devletler'de istihbarat birimlerinden birisinde çalışan çözümleyicilerin gerçeği bulma çalışmaları, ülkelerine karşı yapılabilecek saldırıları önleme girişimleri, bu saldırı girişimlerinin arkasındaki etkenler, komplolar, ihanetler, entrikalar vs.

1 Ocak 2011 Cumartesi

2010 Geçti, 2011 Geldi: Af Dileyelim

Af ve Dua

Allah'ım! Sen çok affedicisin, çok cömertsin, affetmeyi seversin öyleyse bizi de affet.


Bir güneş yılı daha bitti. Yüce Yaradan güneş adlı parlayan yıldızın etrafında, dünya denen gezegeni döndürdüğünde 365 gün geçiyor. O günler ki 24 saate tekabül ediyor... Bize de geçmiş ile ilgili dua ve gelecek ile ilgili temenni kalıyor...
Gelin hep beraber ellerimizi kaldırıp Amin diyelim...
Allah'ım, geçmişte büyük günahlar işledik, kimilerini sen biliyorsun kulların bilmiyor, kimilerini sen biliyorsun, kullarının bir kısmı biliyor. Yarabbi, kullarının bir kısmının bildiği bir kısmının bilmediği fakat Senin hepsini bildiğin hatalarımız için bizleri affet.
Allah'ım, komşularımızın hakkını yeterince kollayamadık, sen bizleri affet...
Allah'ım, ailemizle yeterince ilgilenemedik, sen onları da bizi de affet...
Allah'ım, akrabalarımızı senin çizdiğin çizgide kollayamadık, affet...
Allah'ım, kazandığımız dünyevi metaları senin rızan doğrultusunda harcayamadık, affet...
Allah'ım, dostlarımızın, arkadaşlarımızın kalplerini kırdık, affet...
Allah'ım, yeryüzünün birçok bölgesinde sıkıntı yaşayan din kardeşlerimizin hakkını gözetemedik, affet...
Allah'ım, yeryüzünün birçok bölgesinde sıkıntı yaşayan kullarının sıkıntılarına koşamadık, affet...
Allah'ım, cansız varlıklara senin rızan doğrultusunda yaklaşamadık, affet...
Allah'ım, senin dinini hakkıyla yaşayamadık, affet...
...
Allah'ım önümüzdeki yılı bizlere, ailemize, yeryüzünde yaşayan müslümanlara hayır ve bereket getirmesini senden niyaz ediyorum... Sen bağışlayıcıların en bağışlayıcısısın, Sen bizleri bağışla...
AMİN...
Buraya daha fazla birçok şey eklenebilir... Siz ekleyin, duayı Allah'tan dileyin, beklentilerinizi de O'ndan bekleyin...