29 Şubat 2012 Çarşamba

Ermeniler, Türkler, Hainler, Piçler ve Adalet Arayışı

İrfan'ın yorumu:
Bir müslüman olarak şu ayet herhalde aklımızdan çıkamaz: "Bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizlikten alıkoymasın."
Adalet !
Şimdi alt alta olanları en basit bir şekilde, 5 yaşındaki bir çocuğun dahi anlayacağı şekilde hatırlayalım.

1915 yılı Çanakkale: Büyük vatan savunması, ülkeye bir çok büyük ülke saldırıyor ve bu saldırıya karşı kahramanca bir savunma destanı veriliyor. Türkler bu savunmada çok haklı

1915 yılı İttihat ve Terakki hükümeti kontrolündeki hükümet, doğuda müslüman köylere karşı Ermeni çetecilerin yaptığı saldırılara karşı önlem almak istiyor. Bu isteği haklı, yerinde, gerekli. Bu köylere saldıran ermeni saldırganlar haksız.

1915 yılı aynı hükümet bu önlemlere karşı ilgili ilgisiz yığınlarca ermeniyi yerlerinden, yurtlarından, işlerinden ediyor, sürüyor, öldürüyor, tecavüz ediyor. Önlem alma isteği haklı ama yöntem ve uygulama inanılmaz bir yıkım getiriyor. Ve kaş yapayım derken göz çıkarılmış oluyor. İnanılmaz haksızlıklar yapılıyor. Bu ermeni kavmine kızsak ve kin duysak da adaletsiz olamayız, o halde ortada onlara karşı adaletsiz bir uygulama var, diyebiliriz.

1937-38 Dersim, Cumhuriyet dönemi alevilerin yerle yeksan olması, ortadan kaldırılma çabası, büyük haksızlık. Zulüm

1992 Ermeni devletinin Hocalı olayları. Burda birçok azeri insan vahşice katledildi, fakat orada öldüren ermeniler suçlu diye, dünyadaki tüm ermeniler piçtir, yaklaşımı haksız.
Toptancılıkla bir kavmi topyekün suçlu göstermek hatalı. Sonuç ırkçılık.
Bu 5 yaşındaki çocuğa anlatılan olayların hatırlatılmasından sonra Taksim'de yapılan Hocalı Katliamı ile ilgili ırkçı pankartlar ile alakalı Oya Baydar ne demiş göz atalım.



KÖŞE YAZISI
Oya Baydar
Oya BaydarYazar

'Hepimiz Ermeniyiz, Hepimiz Piçiz!'



Başlık, “Ergenekoncuların, Samastların İntikamı” da olabilirdi. Ya da, “Hepiniz Ergenekoncusunuz, Hepiniz İttihatçısınız”; veya “Takke Düştü, Kel Göründü” gibisinden daha hafif bir şey.

Yirmi yıl önce, Ermenistan’la Azerbaycan arasındaki savaş sırasında Ermenilerin Hocalı’da yaptıkları katliamı anma mitinglerinin çarşaf çarşaf ilanları “Ermeni yalanlarına sessiz kalma” sloganıyla gazetelerde ve ilan panolarında belirdiği andan itibaren, bir Azeri-Türk ortak yapımıyla karşı karşıya olduğumuzu tahmin etmek mümkündü. Böyle bir gösterinin başta Ermenilere ve ırkçılığa, şovenizme, ötekileştirmeye dur diyen herkese karşı nefret söylemine dönüşeceğini kestirmek için de fazla zekâya ihtiyaç yoktu. 1992’de savaş sırasında yaşanan soykırım niteliğindeki bu kanlı katliamın, 20 yıl sonra neden Azerbaycan ve Bakû’da değil de özellikle İstanbul’da anıldığı; mitingi düzenleyenlerin ifadesiyle neden “Edirne’den Kars’a” Türkiye’de gerçekleştirildiği sorusunu sormak yeter. Tabii gazete ilanları bile yüzbinlerce lira tutan eylemin finansmanının kimler tarafından sağlandığı; Azerbaycan’ın, Türkiye’ye gönderdiği katılımcılar ve diğer masraflar için harcadığı ifade edilen 2 milyon dolara Türk devletinin ne kadar artı katkı yaptığı da sorulması gereken sorular arasında yer alıyor.
Son zamanlarda her türlü ırkçı, şoven, milliyetçi, özellikle de Ermeni düşmanı gösterinin Hükümet adına katılımcısı ve baş hatibi olan İçişleri Bakanı Şahin’in miting konuşmasındaki sözlerine bakarsak, asil Türk milleti nerede olursa olsun her türlü zulme karşı olduğu için gerçekleştiriyormuş bu protesto gösterilerini. Ufala da civcivler yesin, derler ya hani; yada moda tabirle, -bizimkini de kendinizinki kadar sanıp- zekâmızla alay etmeyin beyler!
Hocalı katliamının yirminci yılı münasebetiyle/ bahanesiyle düzenlenen; Azerî milletvekillerinin, resmî kişilerin, Azerbaycan’dan ulaşımları sağlanarak getirtilmiş/gelmiş çok sayıda Azerînin katıldığı; Türkçü, İslamcı, milliyetçi siyasal parti, cemaat ve örgütlerin neredeyse firesiz destekledikleri; ırkçı, şoven, ulusalcı, Ergenekoncu odakların, “Ogün Samastçı”gençliğin militan güç olarak yerini aldığı bu gösteriler, Türk-İslam sentezli ırkçı-şoven Türk milliyetçiliğinin rövanş hamlesiydi. “Hepimiz Ermeniyiz” ve “Hepimiz Hrantız” sloganlarına karşı “Hepimiz Türküz”, “Hepimiz Hocalılıyız” pankartları “Hepiniz Ermenisiniz, Hepiniz Piçsiniz” sloganının yanında masum kalıyordu. “Faşizme inat, kardeşimsin Hrant” ve “Yaşasın halkların kardeşliği” sloganlarının mitingteki karşılığı “Türke kefen biçenin ölümü korkunç olur”, “Bugün Taksim, yarın Erivan, bir gece ansızın gelebiliriz”, “Bozkurtlar burada Hrantlar nerede” gibi tehdit ulumalarıydı. miting haberlerinin ertesi günkü gazetelerde nasıl yer aldığı da ilginçti. Ortadoğu ve Yeniçağ gazeteleri, bekleneceği gibi, haberi sürmanşetten “Hepimiz Hocalı’yız, hepimiz Türküz” veya “Tek millet iki devlet, Hepimiz Türküz” benzeri başlıklarla görmüşlerdi. Taraf,  Radikal, Evrensel, Birgün dışında, ana akım medya mitingin ne kadar kalabalık olduğunu ballandırarak anlatırken, Taraf’ın manşete çektiği “Hepiniz Ermenisiniz, Hepiniz Piçsiniz” türünden pankartları, beyaz bereler giymiş Ogün Samast’ların Agos’a yürümek istemelerini, Fransa konsolosluğu önünde dağıtılan ve konsolosluğa atılan üzerinde Sarkozy yazılı tuvalet kağıtlarını, her biri ağır bir nefret suçu sayılması gereken slogan ve pankartları, Dink’in katillerine düzülen övgüleri es geçiyorlardı.
Mitinge katılan Azerî milletvekilleri, Türk İçişleri Bakanı, Azerî ve Türk kuruluşları mitingin her iki devletin işbirliği ve desteğiyle gerçekleştirildiğinin kanıtıydı. İçerden ve dışardan yükselen Ermeni soykırımının tanınması taleplerine karşı, çok zavallı, sığ, budalaca bir sözde cinlikle “Tencere dibin kara, seninki benimkinden kara” misali, Ermenistan’a “Sen de soykırım yaptın” denmek isteniyor, Türkiye biraz daha utanç verici bir konuma indirgeniyordu. İçişleri Bakanı Şahin Atatürk’ün gençliğe hitabesinin okunmasından sonra “Hepiniz Ermenisiniz, Hepiniz Piçsiniz “pankartları ve kin dolu sloganlar arasında yaptığı konuşmada “Bu kan yerde kalmayacak” derken, “Türke kefen biçenin ölümü korkunç olur” sloganına replik veriyordu.
Hepiniz Ergenekoncu, Hepiniz İttihatçısınız!
Son zamanlarda İttihatçılık ve Ergenekonculuk terimleri bütün şerlerin kaynağı ve odağı olarak ezberimize girdi. Resmi ideolojiye, ulusalcı-Kemalist-vesayetçi devlet anlayışına karşı olduklarını iddia eden, tarihimizin karanlık sayfalarıyla yüzleşmeyi öneren kişi ve çevreler (bu arada iktidarın sözcüleri ve yandaşları da) İttihatçılık ve Ergenekonculuk nitelemelerini demokratlıklarının bir göstergesi ya da küfür gibi kullanıp rahatlıyorlar. Peki, bu sözcük ve kavramların toplumsal-siyasal yüküyle, ardındaki amaç ve zihniyetle yüzleşebiliyor muyuz? İttihatçılık ve Ergenekonculuğun ana damarı, özü nedir, diye sorup bu ana damarın kendi hareketimizdeki, kendi siyasetimizdeki, kendi zihniyet dünyamızdaki izlerini, yansımalarını cesaretle saptayabiliyor muyuz? Pazar günü İstanbul’da yapılan mitingleri şu veya bu biçimde destekleyen, orada hazır bulunan, konuşma yapan herkes bu soruyu kendi kendine sormalı.
Mitingin düzenleyicileri, Hocalı katliamını anarken, ”soykırımlar olmasın, insanlar ölmesin” mesajını vermek istediklerini söylüyorlar. Ne güzel, ne haklı, ne desteklenesi bir özlem... Gelin görün ki, o zaman aynı meydanda, aynı mitingte, yirmi yıl önceki Azerî-Ermeni savaşında Hocalı’dan önce yapılan Ermenilere yönelik Sumgayt katliamı ve de 1915’te İttihatçı zihniyetin yüzbinlerce Ermeniye uyguladığı kıyım da anılmalı ve protesto edilmeliydi. Taşınan pankartlarda “Hepimiz Ermeni, hepimiz Azerî, Hepimiz insanız” yazılmalıydı. Ya da Hocalı katliamını anma mitinginin düzenleyicileri ve katılımcıları 1915’i anmak için de (Sarkozy yazılı tuvalet kağıtları dağıtmak yerine) kırıma, katliama, felakete uğrattığımız bütün gruplardan özür dileyen sloganlarla ve kardeşlik ruhuyla toplanabilmeliydiler/ toplanabilmeliydik.
Kimse Hocalı katliamını protesto mitinginin anlamı ve amacı konusunda kendini veya başkalarını kandırmaya çalışmasın. Orada şahlanan; Ermeni düşmanlığı ve Müslüman-Türk İttihatçı ruhtu. Tıpkı Engenekoncu- Balyozcu planların uygulamaya konulabilmesi için gerekli havayı yaratmayı amaçlayan provokatif Cumhuriyet Bayrak Mitingleri gibi... O mitinglerin hangi planın parçası olduğu apaçık ortadaydı ve o planı fark edip de parçası olmak istemeyenler bu mitinglere katılmadılar, eleştirdiler. Bir kesim iyi niyetli insanımız da, provokasyonu sezemeyip sırf mevcut siyasi iktidara karşıtlıkları ve yaratılmış olan “laiklik elden gidiyor, şeriat geliyor” havası içinde istemeden olayın parçası oldu. Sanırım, Hocalı mitingine katılanlar arasında da vardı böyleleri. Nitekim Has Parti’den Bekaroğlu, oradaki havayı, pankartları, sloganları görünce meydandan ayrıldığını belirtiyor. Ancak orada öyle biri vardı ki, bırakın meydandan ayrılmayı, nefret söylemini engelleyebilecek konumdayken, o söylemin parçası, hatta körükleyicisi konumundaydı: İttihatçı zihniyete ve o devlet anlayışına karşı olduğunu iddia eden AK Parti Hükümeti’nin İçişleri Bakanı Şahin...
Bir süre önce, Hrant Dink’i ölümünün beşinci yılında anmak için onbinlerce insan şehirlerin sokaklarını, meydanlarını “Bu dava burada bitmez” diyerek doldurduğunda, hangi kesimden, hangi düşünceden olursak olalım birbirimize kenetlenip özgürlükçü, demokratik, barışçı bir birlik yaratmak yerine anlamsız bir tartışmaya girmiştik. Birileri, Hrant’ın davasını beş yıldır kararlılıkla, yüreklilikle, özveriyle ve vicdanla sürdürenleri Hrant’ın parazitleri olmakla, Hrant’ı solda gösterip kitle desteğini daraltmakla, sağ ve Müslüman kesimleri ürkütüp kaçırmakla, hatta AKP’yi yıpratmakla suçlamışlardı. Hocalı katliamını protesto gösterileri kimlerin kimleri nasıl kullandığını,  kimlerin kimleri yıprattığını, İttihatçı ruhta buluşarak kimlerin kimlere destek olduğunu ve ırkçı milliyetçiliği aşmanın güçlüklerini gösterdi.
Hocalı mitingi ırkçı, Türkçü, şoven milliyetçi zihniyetin kaybettiği mevzileri Ermeni düşmanlığı üzerinden yeniden kazanma girişimi olarak da okunabilir. Hrant Dink cinayetinin ardından toplumda başlayan vicdani uyanışı, yüzleşme ve sorgulama ihtiyacını engellemeyi amaçlayan bu eylem, İttihatçı-Ergenekoncu zihniyetin devletin genlerine nasıl nüfuz ettiğini göstermesi bakımından da önemliydi. Hem mitinge verilen destek hem de İçişleri Bakanı’nın katılımı ve mitingin ruhu doğrultusundaki konuşması bu yargıyı pekiştiriyordu. AK Parti iktidarını sarsmak, yıkılmasını kolaylaştıracak atmosferi yaratmak için kod adı Ergenekon olan derin odakların planladığından kuşkum olmayan Hrant Dink suikastinin ardındaki İttihatçı-ulusalcı zihniyetin, kendisi bizzat o güçlerin hedefi olan AKP’yi de kuşatmış olmasına şaşıranların hatırlaması gereken bir nokta var: AK Parti devletleştikçe İttihatçı-Kemalist devletin genetik kodlarını da tevarüs ediyor, hem de önemli bir kan uyuşmazlığı yaşamadan. Çünkü laik veya Müslüman, siyasal kadrolar, istisnalar bir yana, ağırlıklı olarak aynı Türk milliyetçiliği ve devlet zihniyeti damarından besleniyorlar. Yani, korkmayın ve kavga etmeyin; biçimler ve üsluplar bir yana, işin özünde bu Türkçülük milliyetçilik (Türk İslam sentezi) noktasında, “Yok birbirinizden farkınız.” Var, diyorsanız, hadi görelim: Hocalı mitingini yargıya taşıyın, nefret söylemi yasasını bir an önce çıkarın ve daha önemlisi İçişleri Bakanınızı hemen, hem de bu nedenle görevden alın.
Çok beklerim, değil mi?

28 Şubat 2012 Salı

Bir Çocuk Babasını Bu Kadar mı Sever?

Filmin Adı: Ağaç

Orjinal Adı: The Tree

Yönetmen: Julie Bertucelli
Yapım Yılı: 2010
Oyuncular: Charlotte Gainsbourg,  Marton Csokas,  Benita Collings, Wendy Playfair,  Betty Cartmill,  Taren Stewart,  Murray Shoring,  Zoe Boe,  Robert Joseph Stewart,  Wencis Burns, Gabriel Gotting,  Margaret Foote,  Patrick Boe,  Jackie Kelleher,  Arthur Dignam,  Christian Byers,  Aden Young, Tom Russell,  Penne Hackforth-jones,  Ryan Potter,  Bob Mackay,  Gillian Jones,  Morgana Davies, 


Ağacın kesilmesine asla izin vermiyorum



İrfan'ın Yorumu:
Müthiş bir dram. 4 çocuklu bir ailede baba hayata gözlerini yumduğunda yaşanan travma. 8 yaşındaki küçük kız çocuğu babasını öyle seviyor ki, onun aralarından gitmesi durumunda çocuğun hayalgücünün etkileri. Annenin bu travmada çıkış yolu çabaları.
Filmi izlediğinizde kendinizi o çocuğun yerine koymanız ne demek istediğimizi daha açıklayıcı olur sanırım.



Film ile ilgili diğer bilgiler:




Konusu:
İlginç bir yas öyküsü... Dawn eşini kaybettikten sonra çocukları ile başbaşa kalmıştır. Küçük kızı babasının ruhunun bahçelerindeki ağaçta yaşadığınıilk söylediğinde bunu çocukça bir şaka olarak kabul etmiştir. Başta kimsenin inanmadığı bu fantastik olay, giderek aile içinde gerçeklik kazanmaya başlar. Bir süre sonra çocuklar ağaçta yaşadıklarını inandıkları babaları ile konuşmaya başlarlar. Buna Dawn da katılacaktır .
Bilgi alınabilecek internet adresi:
http://www.sinemalar.com/film/82075/agac

27 Şubat 2012 Pazartesi

Derinliği Olan Bir Kitap: Stratejik Derinlik

Kitabın Adı: Stratejik Derinlik
Yayınevi: Küre Yayınları
Yazarı: Ahmet Davutoğlu
Kitabı okumayı Bitiriş Tarihi: 26 Şubat 2012 – İstanbul 


Türkiye'nin stratejik derinliğini ortaya koymaya çalıştığımız bu eserde bu stratejik zeminin teorik boyutu ile pratik uygulama alanları arasındaki ilişkileri ve etkileşimi göstermeye çalıştık. Birinci kısımda bu stratejik analize zemin teşkil eden kavramsal ve tarihi çerçeve tanımlandı. Bu kavramsal ve tarihi çerçeveden hareketle, ikinci kısımda, Türkiye'nin öznel şartlarının oluşturduğu stratejik derinliğin ana esasları teorik bir çerçevede incelendi. Son kısımda ise bu ana esasların hayata geçirilmesini sağlayacak stratejik araçlar ve bölgesel politikaların tarihi ve coğrafi derinliğe dayalı uygulama alanları gösterilmeye çalışıldı. (sh. 552)
İrfan'ın Yorumu:


Ahmet Davutoğlu'nun dışişleri bakanı olmadan önce yazdığı çok önemli bir çalışması. İnanılması zor bir okuma gibi gelse de okuyucu açısından, Türkiye'nin geçmişi, şu anki hâli, geleceği ve etrafındaki bölgelerle ilişkilerini inceleyen, olanlar ve olması gerekenleri enine boyuna tartışan bir çalışma. Kitabı okuduğunuzda dejavu etkisini hissedeceksiniz. Ak Parti Hükümeti'nde danışmanlık ve dışişleri bakanlığı yaptığı dönemi ve şu anki uluslararası ilişkileri gördüğünüzde,  "evet ben bunu biliyordum, ben bunu görmüştüm", hissi.
Türkiye'nin uluslararası ilişkilerde dizginlerini Ahmet Davutoğlu'na teslim ettiği yıllarda, kafasındaki düşünceleri ve gelecek ile ilgili planlarını anlayabilmek açısından da ayrıca okunması gereken bir eser.
Kitabı okurken zorlanabilirsiniz, anlayamayacağınız cümleler ve kavramlar olabilir. Ama ısrarla okumanızı ve anlamaya çalışmanızı öneririm. Çünkü bu topraklarda yaşıyoruz ve uzun sürecek bir AK parti iktidarının dışişleri bakanının vizyonunu ıskalamak olmaz sanırım.



Kitabın Arka Kapağı
Türkiye'yi çevreleyen yakın kara, yakın deniz ve yakın kıta havzaları, coğrafi olarak dünya anakıtasının merkezini, tarihî olarak da insanlık tarihinin ana damarının şekillendiği alanları kapsamaktadır. Soğuk savaş sonrası dönemin getirdiği dinamik uluslararası ve bölgesel konjonktürde en yakın havzasından başlayarak dışa açılması kaçınılmaz olan Türkiye'nin stratejik derinliğinin yakın kara, yakın deniz ve yakın kıta bağlantıları ile yeniden tanımlanması ve bu derinliğin jeopolitik, jeoekonomik ve jeokültürel boyutlarının dış politika parametreleri olarak kapsamlı bir şekilde yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir.

Modernite Avrupa-Merkezli bir tarihî sürecin eseriydi; küreselleşme ise kaçınılmaz bir şekilde başta Asya olmak üzere bütün insanlık birikimini tarihin akış seyrinde tekrar devreye sokacak unsurlar taşımaktadır. Tarihî birikimi etkin bir açılıma temel sağlayacak toplumların öne çıkacağı bu süreçte Türkiye Tarihî derinliği ile stratejik derinliği arasında yeni ve anlamlı bir bütün oluşturma ve bu bütünü coğrafî derinlik içinde hayata geçirme sorumluluğu ile karşı karşıyadır. Stratejik açıdan mihver bir ülke olan Türkiye, bu sorumluluklarının gereğini yerine getirmesi durumunda, yeni dengelerin oluşacağı daha istikrarlı uluslararası konjoktürlere daha uygun şartlarda giren merkez bir ülke konumu kazanacaktır.
 


Kitaptan Alıntılar
Dinamik bir uluslararası çevrede kendileri de dinamik bir değişim süreci içinde bulunan toplumların önünde temelde üç farklı psikolojiye dayanan üç farklı alternatif vardır: Birincisi, kendi dinamizmini sınırlayan statik bir tavrı benimseyerek uluslararası yapının dinamizminin geçmesini beklemek ve bütün tanımlama ihtiyaçlarını uluslararası sistemin istikrara kavuşmasına kadar ertelemektir. Eğer bir toplum kendi dinamizmini yönlendirme konusunda özgüvene sahip değilse, kendi dinamizminden korkuyorsa ve kendisini bu nedenle statik tanımlamalar içinde tutmaya çalışıyorsa bu yolu tercih edecektir.
İkincisi; kendi dinamizminin odaklandığı güç unsurlarını anlamlandırmaksızın kendini uluslararası dinamizmin akışına kaptırmaktır. Bu da kendini tarih içinde bir özne olarak tanımlama sıkıntısı çeken ve tarihi akan bir nehir, uluslararası güç merkezlerini bu nehri yönlendiren etken unsurlar, kendini de bu akışa kapılmak zorunda kalan sıradan bir nesne olarak gören bir bakış açısının ürünüdür.
Üçüncüsü ise kendi dinamizminin potansiyelini uluslararası dinamizmin potasında bir güç parametresi haline dönüştürebilme çabası içine girmektir. Bu tercih her iki dinamizmin kaynaklarını da, mekanizmasını da, akış seyrini de resmedebilen, açıklayabilen, anlayabilen ve anlamlandırabilen bir yaklaşımın ürünü olabilir. (sh. 10)


Belli bir insan unsurunun (nüfus) belli bir mekan içinde (coğrafya) ve belli bir zaman boyutunda (tarih) sahip olduğu kimlik ve aidiyet hissi ile ürettiği değerler dünyasına dayalı psikolojik, sosyolojik, siyasi ve ekonomik yapı taşlarından oluşan kültür, bir ülkenin sabit güç verilerini potansiyel güç verilerine bağlayan en önemli unsurdur. (sh. 23)


Bir ülkenin güç denklemindeki ağırlığı, sabit ve değişken verilerinin stratejik planlama ve siyasi irade çarpanları ile belirlenmesi sonucunda ortaya çıkar. İyi bir stratejik planlama ve siyasi irade oluşumu, sabit ve değişken unsurları zayıf bir ülkeye kendi potansiyelinin üzerinde bir güç oluşumu sağlarken, tutarsız bir stratejik planlama ve zayıf bir siyasi irade, potansiyeli güçlü bir ülkenin kendi ölçeğinden daha düşük seviyelerde bir güç denklemine sahip olmasına yol açabilir.
Bu durum bir ülkenin en temel stratejik gücünün insan unsuru olduğunu ortaya koymaktadır. Sabit stratejik unsurlar olan coğrafya ve tarihi değiştirmek mümkün değildir, ancak kaliteli insan unsuru bu coğrafya ve tarihe yeni ve ufuk açıcı anlamlar kazandırabilir. Kalitesiz insan unsuru ise aynı tarih ve coğrafya unsurlarını ülkenin zaafları haline dönüştürür. (sh. 35)


Bir ülkenin stratejik açılımındaki en hassas ve en önemli unsur, sistemin merkezindeki siyasi irade ile toplumun donanımlı sivil insan unsuru arasındaki meşruiyet ilişkisidir. İçinde bulunduğumuz dönemde sıkça kullanılan deyimlerle ifade edilirse, derin devletin derin millet ile buluştuğu noktadır. Milletin derinliğine ulaşamamış ve o derinlikte ortak değer sisteminden kaynaklanan bir ruh bütünlüğü sağlayamamış bir devletin derinliği kaba güç haline dönüşmekten başka bir sonuç doğurmaz. (sh. 37)



Doç. Dr. Atilla Sandıklı'dan Kitap İle İlgili Değerlendirmeler
Ahmet Davutoğlu 2001 yılında yayınladığı “Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu”18 isimli kitabında; kalıcı ve kapsamlı bir stratejik yaklaşımın geçmiş-konjonktür-gelecek bağlantısını kurabilen bir tarihi derinlik ile iç-bölgesel-uluslararası parametreler arasında sağlıklı bir geçişkenlik kurabilen coğrafi derinlik analizlerine dayanması gerektiğini vurgulamaktadır. Davutoğlu, bir ülkenin stratejik derinliğinin jeopolitik, jeokültürel ve jeoekonomik unsurların kesişim alanı içinde anlamlılık kazandığını söylemektedir. Türkiye’nin tarih, coğrafya, nüfus ve kültür gibi sabit veriler açısından total güç kapasitesini reel güce dönüştürebilecek köklü bir altyapıya sahip olduğunu, ancak stratejik anlamda büyük avantajlar sağlayan bu durumun aynı zamanda ciddi riskleri de bünyesinde barındırdığını belirtmektedir.
Davutoğlu, Türkiye merkezli bir yaklaşımla coğrafi derinliği yakın kara, yakın deniz ve yakın kıta havzalarına ayırmaktadır. Türkiye’yi çevreleyen Balkanlar-Kafkaslar-Ortadoğu kuşağından oluşan yakın kara havzası, Karadeniz-Boğazlar-Marmara-Ege-Doğu Akdeniz-Kızıldeniz-Basra-Hazar iç denizleri ve su geçiş yollarından oluşan yakın deniz havzası ve nihayet Avrupa-Kuzey Afrika-Batı ve Orta Asya’dan oluşan yakın kıta havzası ayrı ayrı incelendiğinde bu coğrafyanın dünya ana kıtasının merkezini, tarihi olarak da insanlık tarihinin ana damarının şekillendiği alanları kapsadığını belirtmektedir.
Türkiye’nin bu alanlar içinde karşı karşıya kalabileceği uluslararası ilişkiler olgusunun tek boyutlu bir tasvir ile anlaşılamayacağına dikkat çeken Davutoğlu Türk dış politikasının tek yönlü ve tek eksenli nitelik taşıyamayacağını vurgulamaktadır. Her bir havza ile ilgili uluslararası ilişkiler olguları, havza bütünlüğü içinde çok boyutlu tahlil edildiği gibi diğer havzalarla etkileşimi de değerlendirilmelidir. Türkiye’nin kendi bünyesinde barındırdığı farklı tarihi tecrübeler de bu zeminlerle ilişkisi bakımından dinamik bir etkide bulunmaktadır.
Davutoğlu’na göre, Türkiye’nin bugün için temel meselesi, tarih ve coğrafya sabit verilerini etkin bir şekilde kullanabilecek, kültür faktörünün birleştirici ve kuşatıcı niteliğini öne çıkarabilecek, dinamik nüfus unsurunu harekete geçirebilecek ve bu sabit verilerden hareketle ekonomik, askeri ve teknolojik kapasiteyi maksimum düzeyde artırabilecek bir stratejik anlayışı, uygun bir stratejik planlama ve tutarlı bir siyasi irade ile devreye sokabilmesidir. Toplumların güçleri aynı zamanda zaaflarıdır; ya da tersinden bir söyleyişle zaaf görüntüleri aynı zamanda kendilerini bir iç muhasebe ile dönüştürebilecekleri güç potansiyelleridir.
Dünya ana kıtasının merkezinde ya da jeostratejik havzaların kesişim bölgelerinde bulunan veya çok kültürlü bir yapıyı kendi paradigması içinde sürdüre gelmiş olan toplumların dış faktörlere tepki olarak içe kapanmaları ya mümkün değildir; ya da kısa dönemli olarak mümkün olsa dahi çözüm üretici değildir. Bu şartlarda içe kapanan toplumlar ya dış faktörlerle ya da iç parçalanmaya yol açan bunalım çelişkileri ile içten içe çözülmeye girerler. Türkiye içe kapanarak değil, yeni bir özgüven ve iddia ile dışa açılarak bunalım unsurlarını güç unsurları haline dönüştürebilir.
Büyük üniteden küçük ünitelere bölünme esnasında yaşanan her jeopolitik, jeoekonomik ve jeokültürel parçalanma böylesi büyük siyasal yapıların merkezi konumunda bulunan ülkeleri tarihi bir sorumluk ve yüzleşme alanı ile karşı karşıya bırakmıştır. Türkiye geçmişte büyük ölçekli siyasal yapılardan küçük ölçekli siyasal yapılara yönelik bir daralma yaşamış, Anadolu-eksenli mihver alanına çekilerek ve yeni bir siyasal rejim kurarak bu daralmayı durdurabilmiştir. Ancak Türkiye’nin zamanla kendi coğrafyasının ve tarihinin tabii zorunlulukları ile yüzleşmesi ve bu yüzleşmeden kaynaklanan bunalımlarla hesaplaşması kaçınılmazdır.
Türkiye’nin dünya ana kıtasının merkezindeki coğrafi konumu bu yüzleşmeye daha da çetin bir boyut katmaktadır. Osmanlı Devleti’nin bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin yakın kara havzaları olan Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’dan çekilmesi ve yakın deniz havzaları üzerindeki etki alanını kaybetmesinin doğurduğu jeopolitik, jeoekonomik ve jeokültürel parçalanmadan kaynaklanan her türlü bölgesel bunalım alanı Türkiye’yi doğrudan etkilemektedir. Bu etki çift yönlü olarak sürmektedir. Kimi zaman Türkiye’nin kendi içinde yaşadığı siyasal, ekonomik ve kültürel dalgalanmalar bu havzalardaki gelişmeleri doğrudan etkilemekte, kimi zaman da Türkiye bu havzalardaki gelişmelerden etkilenmektedir. Etkilenmenin eş zamanlı olarak seyrettiği dinamik dönemlerde yoğun iç hesaplaşmalar ve dış bunalımlar yaşanmaktadır.
Türkiye’nin, kendi içine kapanarak bu yüzleşme ve hesaplaşmanın ortaya çıkardığı problemleri aşabilmesi çok güçtür. Bu tür dinamik konjonktürlerde ve dış etkilere açık bir coğrafyada içe kapanan ve sürekli iç tehdit ve risk unsurlarını tartışan bir ülkenin derinliğine bir çözülmeyle karşılaşma riski artar. Aksine, kendi tarihi tecrübe birikiminden özgün bir stratejik zihniyet kurabilen, bunun araçlarını oluşturabilen ve bu stratejik zihniyeti doğru bir yöntemle uygulayabilen ülkeler, sadece kendi iç çelişkilerini aşmakla kalmaz, önemli stratejik ve kültürel açılımlar da gerçekleştirirler.
Türkiye’nin en yakın havzasından başlayarak dışa açılması kaçınılmaz ise, mesele bu açılımın ne tür bir psikoloji, hangi yöntem ve kurumlarla gerçekleştirebileceği meselesidir. Dünyanın karşılıklı etkileşim süreci içine girdiği bir dönemde özgüvenini ayakta tutabilen toplumlar yeni güç merkezlerinin nüvelerini oluşturacaklardır. Bunun aksine, özgüvenini kaybederek başka toplumların çevre unsurları olmayı kabullenenler ise psikolojik bir yıkımdan sonra stratejik bir çözülüşü de yaşama tehlikesi ile karşı karşıya kalacaklardır. Bu psikolojik özgüven yenilenmesinin olmazsa olmaz şartı da stratejik zihniyetinin yeni şartlara uyum sağlayacak şekilde yeniden oluşturulmasıdır. Toplumun uluslararası ilişkilerdeki konumu zaman ve mekân sabitleri olan tarih ve coğrafya sütunları üzerinde yükselir. Tarihte edilgen değil etken olmak, tarihi okumak değil yazmak ideal ve iddiasındaki her toplum, önce içinde bulunduğu sabit veriler olan zaman ve mekânı yeniden yorumlamak zorundadır.
Bazı toplumlar dünya görüşleri itibariyle kuşatıcı, ait oldukları coğrafya itibariyle köprü durumundadır. Bu toplumlar tarihi geçiş yolları üzerinde seyyar haldedirler ve gerek yükseliş gerekse düşüş dönemlerinde kendi merkez vatan tanımlarını sürekli değiştirerek o coğrafyada yaşayan diğer unsurlar ile kaynaşma yolunu seçerler. Dolayısıyla bu stratejik zihniyet yenilenmesini destekleyecek temel stratejik yönelişte kategorik anlaşmaların yerine jeokültürel ve jeostratejik bütünleşme girişiminlerde bulunurlar. Türkiye, uluslararası ekonomi-politik yapılanma açısından Kuzey-Güney arasında, uluslararası jeokültürel yapılanma açısından Doğu-Batı arasında bir geçiş hattı üzerinde bulunmaktadır. Ankara, bu konumunun yeni bir jeoekonomik, jeopolitik ve jeokültürel parçalanmaya yol açmasını önleyen bir strateji geliştirmek zorundadır. Aksine bu konum Türkiye’nin bölgesel ve küresel rolünü artıran bir jeopolitik, jeoekonomik ve jeokültürel bütünleşme aracı olarak görülmelidir. Asya’ya ayaklarını sağlam basamayan bir Türkiye’nin gözlerini ve ufkunu Avrupa’ya dikebilmesi de güçtür.
Yoğun bir medeniyet bunalımının yaşandığı, insanoğlunun bütün doğrularını yeniden kurma çabası içine girdiği bu çerçevede de bütün tarihi kültür birikimlerini yeniden keşfetmeye çalıştığı bir dönemde Türkiye gibi köprü ülkelerin farklı medeniyet birikimlerini bünyesinde barındırıyor olması yeni bir medeniyet açılımı için ciddi bir kaynak oluşturmaktadır. Modernite Avrupa-merkezli bir tarihi sürecin eseriydi; küreselleşme ise kaçınılmaz bir şekilde başta Asya olmak üzere bütün insanlığın birikimini tarihin akış seyrinde tekrar devreye sokacak unsurlar taşımaktadır. Küreselleşme medeniyet çatışmasını değil, yeni bir medeniyet sentezi ve açılımını gerekli kılacaktır. Tarihi birikimi böylesi bir açılıma temel sağlayacak toplumların öne çıkacağı bu süreçte Türkiye, tarihi derinliği ile stratejik derinliği arasında yeni ve anlamlı bir bütün oluşturma ve bu bütünü coğrafi derinlik içinde hayata geçirme sorumluluğu ile karşı karşıyadır. Mihver ülke olan Türkiye bunu yapabilmesi durumunda jeopolitik, jeokültürel ve jeoekonomik bütünleşmeyi gerçekleştiren merkezi bir ülke konumu kazanacaktır.

23 Şubat 2012 Perşembe

Batıya Doğru Akan Nehir


İrfan'ın yorumu:

Batıya Doğru Akan Nehir, uzun süredir izlediğim, tarihsel derinliği çok iyi okunmuş ve kurgusu ile, görüntü kalitesi ile ve daha birçok unsuru ile faydalanılması gereken bir yapım. İşin enteresan bir yönü tek bir vizyondan değil, farklı ülkelerin farklı dinlere sahip ilim adamları vizyonundan tarihsel süreç irdelenmiş.

Daha önce bu belgesel ile ilgili kanaatlerimi paylaşmıştım. Burda da bu değerli çalışmanın adreslerini paylaşıyorum.


1. BÖLÜM
http://www.youtube.com/watch?v=GUvkON1DKQA&feature=channel

2. BÖLÜM
http://www.youtube.com/watch?v=7Mw7SMpktgo&feature=relmfu

3. BÖLÜM
http://www.youtube.com/watch?v=RO300mkYx9I&feature=relmfu

4. BÖLÜM
http://www.youtube.com/watch?v=5ArE3-4qfGs&feature=relmfu

5. BÖLÜM
http://www.youtube.com/watch?v=QKWF9RIg9kY&feature=relmfu

6. BÖLÜM
http://www.youtube.com/watch?v=JInec6G77dc&feature=relmfu

7. BÖLÜM
http://www.youtube.com/watch?v=vXGtjozmBac&feature=relmfu

8. BÖLÜM
http://www.youtube.com/watch?v=ljJ6OnIwCRA&feature=channel

9. BÖLÜM
http://www.youtube.com/watch?v=2c_8DPLFb78&feature=channel

10. BÖLÜM
http://www.youtube.com/watch?v=NNHNKRWseF4&feature=relmfu

11. BÖLÜM
http://www.youtube.com/watch?v=po1kXb8uWq0&feature=relmfu

12. BÖLÜM
http://www.youtube.com/watch?v=eTtfPpFgrDQ&feature=relmfu

13. BÖLÜM
http://www.youtube.com/watch?v=OzWdvrNSRHA&feature=relmfu

14. BÖLÜM
http://www.youtube.com/watch?v=taX90I2ON_M&feature=relmfu

15. BÖLÜM
http://www.youtube.com/watch?v=E3mSvmzRYRI&feature=relmfu

16. BÖLÜM
http://www.youtube.com/watch?v=vwAPWst_cR0&feature=relmfu

17. BÖLÜM
http://www.youtube.com/watch?v=cHk6ftGq1Fc&feature=relmfu

18. BÖLÜM
http://www.youtube.com/watch?v=9nB1wb5FPQ4&feature=channel

19. BÖLÜM
http://www.youtube.com/watch?v=8BDwnhIX-Tc&feature=relmfu

20. BÖLÜM
http://www.youtube.com/watch?v=BM6Y7ExqFAU&feature=channel


Belgesel ile ilgili diğer bilgiler de aşağıdadır.


Elektronik Haber Ajansı (e-ha) muhabirinin edindiği bilgiye göre, Bahçeşehir Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları Merkezi (MEDAM) tarafından hazırlanan ‘Batı’ya Doğru Akan Nehir’ medeniyet belgeselinin lansmanı, 3000 kişilik davetlinin katılımıyla İstanbul Kongre Merkezi’nde gerçekleştirildi. Dünya kamuoyunun dikkatini uygarlığın gerçek doğum yeri olan Mezopotamya’ya çekmeyi hedefleyen belgeselin tanıtım gecesine başta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere çok sayıda bakan, milletvekili, akademisyen, iş adamı ve gazeteci katıldı. 
Verimli Mezopotamya ve Anadolu topraklarında başlayan insanlığın uzun medeniyet yolculuğu yaklaşık oniki bin yıl öncesine uzanıyor. “Batı’ya Doğru Akan Nehir Medeniyet Belgeseli”, bu uzun yolculuğu objektif bir bakış açısıyla anlatıyor. 
Bahçeşehir Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları Merkezi (MEDAM) tarafından, Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin katkılarıyla hazırlanan “Batı’ya Doğru Akan Nehir Medeniyet Belgeseli”, 17 Eylül’de İstanbul Kongre Merkezi’nde düzenlenen büyük bir lansmanla basına ve davetlilere tanıtıldı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın katılımıyla gerçekleşen programın ev sahipliğini proje müellifi ve Bahçeşehir Üniversitesi MEDAM (Medeniyet Araştırmaları Merkezi) Kurucu Başkanı Prof. Dr. Bekir Karlığa, Bahçeşehir Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Enver Yücel ve TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin yaptı. 
TRT’den canlı olarak yayınlanan lansman programı, 60 kişilik TRT korosunun konseriyle başladı. 3000 konuğun davet edildiği lansmana çok sayıda bakan, milletvekili, akademisyen, işadamı ve gazeteci katıldı. Lansmana teşrif eden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, yaptığı konuşmada medeniyetler çatışması, medeniyetler ittifakı ve medeniyetlerin güncel sorunları üzerinde durdu, “Batıya Doğru Akan Nehir Medeniyet Belgeseli”nin önemine ve Türkiye için çok değerli bir proje olduğuna dikkat çekti. 
Programda söz alan TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin, “Batıya Doğru Akan Nehir Medeniyet Belgeseli”nin TRT’de yayınlanacağını ve projenin hem Türkiye’de hem de dünyada büyük ses getireceğini belirtti ve şöyle devam etti: “TRT olarak, ülkemizin üstlendiği “medeniyetler ittifakı” misyonuna bir nebze bile olsa katkıda bulunmak, bizim hem görevimiz hem onurumuzdur. İnsanlığın başlangıcından bugüne kadar akıp gelen görkemli medeniyet ırmağının seyrini, gözler önüne sermeyi amaçladığımız belgeselde; bugünün batı ve doğu toplumları; hangi medeniyetler üzerine kurulmuş bir yaşamı paylaştıklarını öğrenecekler.” 
Proje müellifi ve Bahçeşehir Üniversitesi MEDAM (Medeniyet Araştırmaları Merkezi) Kurucu Başkanı Prof. Dr. Bekir Karlığa, “Batıya Doğru Akan Nehir Medeniyet Belgeseli”nin bir barış belgeseli olmayı amaçladığını belirtti ve şöyle devam etti: “Bugüne dek medeniyetleri konu alan televizyon programları daha çok Avrupa merkezli bir perspektif ile ele alınmıştır. Medeniyetlerin gelişimini anlatan “Batı’ya Doğru Akan Nehir” yalnızca bir medeniyetler tarihi değil, aynı zamanda medeniyetimizin geleceğini de farklı bir bakış açısıyla değerlendirmektedir. Bu belgesel Türkiye’nin dünyadaki konumunu ve prestijini güçlendirecek, gerçek bilgi, birikim ve değerlerini dünyaya tanıtacaktır.” 
Bahçeşehir Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Enver Yücel ise belgeselin konusunun kendisini çokheyecanlandırıdığını ve projenin insanlığa katkı sağlama hedefi olduğunu vurgulayarak sözlerine şöyle devam etti: “Üniversitelerin rolleri sadece öğrencilerine bilgi aktarmak değil, topluma önderlik yapmak, değişimin ve gelişimin lokomotifi olmaktır. Bahçeşehir Üniversitesi, kurduğu pek çok araştırma merkezinin yanı sıra, Türkiye'nin ilk medeniyet araştırmaları merkezini de kurmuştur. Bu proje iletişim fakültemiz ve öğrencilerimizin de bire bir dahil olduğu, bir uygulama projesi de oldu. Bu projenin gerçekleşmesinde çok kişinin emeği var. Başta Sayın Başbakanımıza ve belgesel projesinin fikir babası Sayın Bekir Karlığa'ya teşekkürlerimi sunuyorum.” 
Yapımını İngiltere’nin en büyük yapım şirketlerinden Lion Tv’nin üstlendiği ve Başbakanlık Türk Tanıtma Fonu’nun desteklediği belgesel, uluslararası fikir önderleri tarafından ‘medeniyet üzerine çekilmiş en kapsamlı belgesel’ olarak nitelendiriliyor. 
Çekimlerine iki yıl önce başlanan “Batı’ya Doğru Akan Nehir Medeniyet Belgeseli” için 16 ülkede çekim yapıldı, 200 civarında düşünür, sanatçı, bilimadamı ve politikacıdan görüşler alındı ve en gelişmiş bilgisayar grafikleri biraraya getirilerek eski çağların şehirleri ve eserleri dramalar ile tekrar canlandırıldı. Her biri 45 dakikalık 20 bölümden oluşan belgeselin uzun ve kısa olmak üzere iki versiyonu bulunuyor. “Batı’ya Doğru Akan Nehir Medeniyet Belgeseli” 21 Eylül’de TRT’de yayına girecek, ilerleyen aylarda da uluslararası TV kanallarında izleyiciyle buluşacak. 
MEDAM Hakkında 
Bahçeşehir Üniversitesi tarafından kurulan ve başkanlığını Prof. Dr. Bekir Karlığa'nın yürüttüğü MEDAM (Medeniyet Araştırmaları Merkezi) çağdaş teknolojileri ve bilimsel yöntemleri kullanarak dünden bugüne Türkiye ve içinde bulunduğu bölgenin bilim, düşünce, sanat ve uygarlık alanındaki birikim ve katkılarını araştırmaktadır. Amaç, ortaya çıkan araştırma verilerini başta dünya üniversiteleri olmak üzere, Türk gençliğine, Türk halkına ve bütün insanlığa tanıtmaktır. Dünyanın değişik ülkelerinde medeniyet araştırmaları yapan merkezler ilebağlantılar kurarak bilgi, tecrübe, bilim adamı ve öğrenci değişimi gerçekleştiren MEDAM, uluslararası araştırma ve çalışmalar yapan sivil toplum kuruluşlarıyla ortak programlar yapıp toplantılar düzenlemektedir. Medeniyet Araştırmaları konusunda Türkçe ve yabancı dillerde eserler yayınlayan MEDAM, Bahçeşehir Üniversitesi’nde medeniyet araştırmaları konusunda yapılan çalışmaların basılıp tanıtılmasını sağlamaktadır


22 Şubat 2012 Çarşamba

Bir 28 Şubat Vardı 1997 Yılında


İrfan'ın yorumu:

28 Şubat ile ilgili birçok kitap okumuşsunuz, bir çok veriye sahip olmuşsunuzdur. Hele yaşınız müsaitse çok yakın tarihin bu en vahşi darbesini birebir yaşamışsınızdır. Fadime Şahin'i, Ali Kalkancı'yı, Aczmendileri, daha nicelerini görmüşsünüzdür.

Hepsi bir kurgunun piyonları olarak arzı endam etmişti. Amaçlar ve sonuçlar bakımından ibretlik zaman kuşağıydı. İşte 28 Şubat 1997 Postmodern Darbesi ile ilgili Mehmet Ali Birand harika bir belgesel hazırlamış.

Öyle yıllardı ki o yıllar, sakallı, sarıklı müslümanların potansiyel suçlu addedildiği, yolda liseli genç kızların bir sakallı gördüğü zaman "fadimen olayım anam" diyerek laf attıkları enteresan yıllar. Fadime denilen kadının saçlarının zorla açılması ve hakaret ediliyor görülmesi karşısında galeyana gelen müslüman gençlerin kandırılmaya çalışıldığı yıllar. Bir acaipti gerçekten, ama işin aslını öğrendikçe "neymiş be" denilen yıllar.
Tecavüzcü, tacizci ahlaksız gazetecilerin dalaverelerinin yoğun olduğu yıllar. İşte bu belgeselde ne nedir sorusunu aralamış.

Bu belgeselden faydalanabilmek adına ben de buraya o belgeselin bölümlerini almayı uygun buldum.

İzlemenizi şiddetle öneririm.


1. BÖLÜM
http://www.youtube.com/watch?v=nD5wAaI0RLU

2. BÖLÜM
http://www.youtube.com/watch?v=zW6KJWqEcQw&feature=channel

3. BÖLÜM
http://www.youtube.com/watch?v=iJ-u6mSjT2E&feature=channel

4. BÖLÜM
http://www.youtube.com/watch?v=8pJWxscwFQg&feature=channel

5. BÖLÜM
http://www.youtube.com/watch?v=5eemZp9oizY&feature=channel

6. BÖLÜM
http://www.youtube.com/watch?v=TyP1umihx7k

7. BÖLÜM
http://www.youtube.com/watch?v=q3Vs1Lpntrw

8. BÖLÜM
http://www.youtube.com/watch?v=WbFSvsYaATM&feature=channel

9. BÖLÜM
http://www.youtube.com/watch?v=b4jTm1XzQf4

10. BÖLÜM
http://www.youtube.com/watch?v=CclR8cHpMME&feature=related



21 Şubat 2012 Salı

Yer yüzünü hiç böyle görmediniz !


İrfan'ın yorumu: Dağlar, şehirler ve daha niceleri, bu internet adreslerine girdiğinizde sizi tam anlamı ile HD kalitesinde tertemiz görüntüler karşılayacak. Bir tanesini izleyin, diğerleri de sizi cezbedecektir. Kayda girmesi açısından bu adresleri sizlerle paylaşmayı mutluluk addediyorum.
İyi seyirler !





İsa öldü... Marks’da... Ben De Kendimi İyi Hissetmiyorum


Üç yıl yattım. ... 1981'de girdim, 1984'te tahliye oldum. Diyarbakır Cezaevi'ne girdiğimde 20 yaşındaydım. ... Biz sülale olarak seyyitiz ve ben zengin bir ailenin oğluyum. O dönemde eğlence içinde yaşıyordum. Hiçbir siyasi faaliyetim yoktu. Zaten ben yakalanmadan önce de siyasi değildim, yakalandıktan sonra da olmadım. Ama tabii Cizreliyim ve 12 Eylül 1980'i orada yaşadım, nasibimi aldım. Bizim bölge eskiden beri KDP’ liydi. Ailem de öyleydi. Haliyle benim de Barzani'nin partisine sempatim vardı ve 'KDP’ liyim' diyordum. KDP nedeniyle arandım, sınırda yakalandım ve ceza yedim. Mardin'de 78 gün sorguda tutuldum. Oradan Diyarbakır'a götürüldüm ve mahkemeye çıkarıldım, tutuklandım.


Sekiz milyar mı?’ dedi. Yok, daha neler. Servis parası, kılık, kıyafet ve ayda bir kere sağa sola yapılan gezilerle harcamalarının yıllık on milyarı bulacağını hesapladı. Ama değerdi be. Tek gerçek sermayem çocuğum diye geçirdi içinden. Yüzme, tenis, folklor ve ana dili gibi İngilizce konuşabilmek gibi imkânları düşününce karar vermesi pek de zor olmadı.

... Ben hiç PKK'lı olmadım ve PKK'lı da değilim. Üç yıl boyunca hep tek başıma mahkemeye çıkarıldım ben. ..... Cehennem... Biz sorgularda günlerce hiç kıpırdamadan tabutların içinde gözlerimiz bağlı dikine tutulduk. Falaka, elektrik verme, soğuk duş hepsini yaşadık. Sabahtan akşama işkence gördük, geceleri bir battaniye içinde koğuşun önüne bırakıldık. Meğer bunlar ne kadar demodeymiş. Biz esas vahşeti Diyarbakır Cezaevi'nde yaşadık. Hâlbuki yakalanmadan önce, işkencenin sorguda yapıldığını, cezaevine konulduktan sonra koğuşların rahat olduğunu sanıyorduk. Diyarbakır Cezaevi'nde ise sorgu işkence hanelerini özledik.
Bugün hangi yemeği yapacağım diye derin derin iç çekti. Her gün farklı yemek yapmanın ne kadar sıkıcı olduğunu ve karar vermenin neredeyse yarım gününü aldığını fark etti. Çamaşır, bulaşık, çocuklar derken ne kadar büyük bir sorumluluğu vardı. Ama bunu bir de kocası anlasaydı ya.
... Akşama kadar eğitim vardı. Sabah koğuşun içinde yüz kişi sıraya tutuluyorduk. Esas duruşta askeri marşlar söylüyorduk. 60'tan fazla marş ezberlemiştik. Eksik ya da yanlış söyledin diye, bu marş söylemeler dayaksız geçmiyordu. Her koğuşta mutlaka muhbirler ve gözetleme delikleri vardı. Birbirimizle konuşamıyorduk, oturamıyorduk. Hep ayaktaydık. 24 saat dayak vardı. Her an, gecenin 12'si, sabahın üçü, dördü, koğuşa bir bölük asker baskın yapabiliyordu. Haydar denilen kalaslarla, coplarla, su borularıyla dövülüyorduk. Öğleden sonraları, gardiyan bize 'Eğitime hazırlanın' komutu veriyordu. İşte o zaman herkeste korkudan tuvalete gitme ihtiyacı doğuyordu. ..... Dışarıdaki beton avludaki eğitimden canlı dönemeyeceğimizden korkuyorduk. Çünkü bu eğitimler işkenceyle yapılıyordu. Avlunun ortasında bir kapak vardı. Oradan hapishanenin ya da mahallenin lağımı akıyordu.
Pireleri kessen, derilerini yüzsen, onlardan bir seccade örsen, üstünde namaz kılmak caiz miydi acaba? Abdestsiz Kur’an okunur muydu? Namazlar üç vakit miydi, yoksa beş vakit mi? bütün bu sorular kafasını delicesine kurcalıyordu. Ne yapıp edip tutarlı cevaplar bulmalıydı. Ancak böyle ümmetin önünün açılacağını biliyordu.
… Her birimiz tek tek o lağım suyunun içine indiriliyorduk. Lağımın içinde nefesimiz kesilene kadar tutuluyorduk. Diyarbakır Cezaevi'nde yatan herkes yaşadı bunu. O pisliği içmedim, yemedim diyen gururu yüzünden yalan söylüyordur. Bir de avluda sırtüstü yatırılıyorduk. Bacaklarımızı yerden on beş santim yukarıda tutuyorduk. Bacağı düşen dayak yemek için sıraya giriyordu. Kıştı, bir hafta boyunca gece o beton avluda suyun içinde yatırıldık. İhtiyacımızı suyun içinde yapıp, ısınmaya çalışıyorduk. Her koğuşta hoparlör vardı. Her gün cezaevinin amiri olan yüzbaşının konuşmasını esas duruşta bir saat dinliyorduk. Hasta biriydi. Yedinci Kolordu Komutanı'nın adamıydı. Oradan kendisine cezaevi için öldüren türden adamlar seçiyordu. Bunlar, bu vahşeti yaptıktan sonra nasıl yemek yediler, akşamları çocuklarını nasıl okşadılar insan bunu asla anlayamıyor.
Kalbinde bir tek o vardı. Her şeyini ama her şeyini onun için terk edebilirdi. Onun gülmesi ya da tek bir güzel sözü için dünyayı bile yakardı. Gününü saatini, dakikasını o dolduruyordu. Yemeden, içmeden kesilmiş onun hayaliyle yaşıyordu. Nereye baksa onu görüyor, her yerden onun kokusunu alıyordu. İşte aşk bu olmalıydı. Hem de kara sevda dediklerinden.
... İtirafçılar dahi işkenceyi gördü. Elimde sigara söndürme izini görüyorsunuz. Yumurtalık bölgemde de sigara, kibrit söndürdüler. Mahkemede bir hemşerime tebessüm ettim diye bir gardiyan elime beş milimlik çivi çaktı. Copu ısırtıp, tekmeyle vurdular ve sonra ağzımdan dişlerimi copla birlikte çıkardılar. Ağzıma soktukları copu sağa sola döndürdüler, gördüğünüz gibi ağzımı bir yanından yırttılar. İnsanoğlunun bunları nasıl yapabildiğini hâlâ kavrayamıyorum. Gözümün önünde öyle çok olay oldu ki. Ölümler, işkenceler... Abbas Çelik diye bir köy sahibi vardı. Oğluyla birlikte içerideydi. Oğluna soktukları copu çıkartıp babanın ağzına veriyorlardı. Sonra babaya soktuklarını oğlunun ağzına veriyorlardı. Batmanlı Veli Gürgen adlı bir genci de babasıyla getirdiler ve babasının gözünün önünde işkenceyle öldürdüler. Tayyip Erdoğan'a, belediye başkanlığı döneminde danışmanlık yapan gazeteci Altan Tan'ın babası Bedii Tan'ı da bir gardiyan işkenceyle öldürdü. Bedii Tan, işadamı Felat Cemiloğlu'nun ortağıydı. İkisi de bizim koğuştaydı.
Mavi yolculuktan yeni dönmüştü. Kotranın etrafında kendileriyle yarış eden yunusları aklından çıkaramıyordu. Hele akşamları güneş batımında taze balığın yanında içtikleri Fransız şaraplarının tadını unutması nasıl mümkün olabilirdi. Bunu her sene tekrarlamalıyım diye düşündü. Ölümlü dünya, bir daha mı gelecekti sanki.
... O, yüzünde devamlı tebessüm olan biriydi. Yaşlı olmasına rağmen, işkence yapıldığında bağırmıyor, yalvarmıyor, işkence yapanların gözlerinin içine bakıp tebessüm ediyordu. Bu tavrı, onları kızdırdı. Çok dayak yedi ve yatağa düştü. Yatağa düşünce gardiyan, 'Onu bana getirin' dedi. Götürdük. Bedii Tan ayakta duramıyordu. Kafasından bir bidon soğuk su boşalttılar. Yere yığıldı. Kalkması emredildi. Duvara tutunarak güçlükle kalktı. Kalkmasıyla beraber, gardiyan bir tekvando hareketiyle dönüş yaptı ve botunun tabanını Bedii Tan'ın göğsüne indirdi. Adamcağız kafa üstü yere düştü. Bedii Tan öldükten sonra koğuşa bir hâkim yüzbaşıyla asteğmen geldi. Bize, 'Bedii Tan koğuşa gelmeden önce ishale yakalanmıştı. Bağırsak enfeksiyonundan öldü' diye bir ifade imzalattılar. Biz ise aramızda anlaştık. Kim mahkemeye ilk çıkarsa bu cinayetle ilgili suç duyurusunda bulunacaktı. Mahkemeye ilk ben çıkarıldım ve 'Bizim koğuşta cinayet işlendi' dedim. Diğer arkadaşlar da suç duyusunda bulundular. Gestapo lakaplı o gardiyan sonra mahkûm oldu. Ben o ifadeden sonra bayılıncaya kadar dövüldüm.
Komşuluk ölmüş kardeşim, nerede o eski günler. Mahalle önlerinde sergiler açılır, günler yapılır, bütün konu komşu yaptıklarını getirir, hep beraber yer, içer, güler, eğlenirlerdi. Şimdi öyle mi ya. Millet evde yokuz sansınlar diye ışıklarını söndürüyor. Kapıda köpek var levhalarıyla uzak durun diyerek özerk yaşıyor.
... İnsanın cezaevi dışındaki yaşamı hafızasından siliniyor. Eskiden tabaklı ve sürahili bir sofrada oturduğundan bile kuşkuya düşüyorsun. Annenin, babanın, kardeşlerinin yüzünü hatırlayamıyorsun. Tamamen cezaevine ait oluyorsun. Ben bu vahşeti 23 yıl önce yaşadım. Orada insanlar öldü, hayatta kalanların çoğu ise hastalandı. İnsanların duyarsızlığından hâlâ korkuyorum... Böyle bir vahşet tekrar yaşandığı takdirde gene sessiz kalacaklarından ürküyorum. Bakın, cezaevinde kendisine tekmil verdiğimiz bir 'Komutan Co' vardı. Benim cezaevindeki ilk aylarımdı ve hücrede kalıyordum. Gündüzleri hücrenin içinde esas duruşta marş söylüyorduk. Nefesim o gün pislikten kesilmişti ve çömelmiştim ki, Komutan Co'nun sesi geldi. Komutan Co hücrelerin önünde geziyor, oturanı görünce havlıyordu. O bir kurt köpeğiydi ve biz ona 'komutanım' diye tekmil veriyorduk. Gardiyan bize onu , 'İşte komutanınız' diye tanıtmıştı. Komutan Co'ya tekmil vermemiz emredilmişti.
Arabasına gözü gibi bakmıştı. Periyodik bakımlarını hiç aksatmıyordu. İki sene olmuştu ve artık değiştirmeliyim demişti. Sadece kısa yanaklı özel alaşımlı lastiklerine ödediği milyarları düşününce içini çekti. Öte yandan bu lastiklerle yol tutuşundaki olağanüstü hâkimiyeti ve virajlarda otomatik yatış ayarının kendine verdiği güveni aklına geldi. Ayrıca eski arabasının klimasını aramıyor da değildi. En sinir olduğu şey trafikte saatlerce takılmaktı. Ne zaman bu arabalar uçacak, acaba benim ömrüm buna yetecek mi diye diye beklemek canını yeterince sıkıyordu zaten.
... Çünkü karşındaki kişi, senin insanlığını elinden almak istiyordu. Sen de insanlık onurunu korumak için direniyordun. ..... Yaşadıklarımızın gerçekliğinden kuşkuya düşebiliyorduk tabii. Mesela Mehmet Salih Besen olayında gerçeklik duygumu ben tamamen yitirdim. 50 yaşlarındaydı. TKİ'de memurdu. Kendisini ve bizleri ölü zannediyordu. 'Biz ölüyüz, şu anda kabirdeyiz' diyordu. Biz, ' Amca yok öyle bir şey, gerçek hayattayız' desek de, koğuşun aslında bir mezar olduğunu öyle mantıklı savunuyordu ki, ben dâhil bazılarımız ölü olduğumuza inanmaya başlamıştık. Mesela cuma günleri görüşme günümüzdü. Bize soruyordu. 'Bizi ziyarete gelenlere biz dokunabiliyor muyuz? Hayır. Bize uzaktan bakıyorlar, ağlıyorlar ve gidiyorlar. Çünkü onlar bizim kabrimizi ziyaret ediyorlar. Cizre'de biliyorsunuz kabir ziyareti cumalarıdır' diyordu. Gardiyanların da Zebani olduğunu söylüyordu. Gerçekten de koğuşun camları boyalıydı. Biz dışarıyı göremiyorduk, koklayamıyorduk, duyamıyorduk. Bu durum uzun sürdü ve ona yaşadığımızı bir türlü ispat edemiyorduk. Bir gün mazgal açıldı ve 'Mehmet Salih Besen hazırlansın, tahliye oluyor' dendi. Ben şahadet getirdim. Dedim ki, 'Biz yaşıyoruz...'
Deniz, kum ve güneşin yerini eğlence turizmi almıştı. Turizm çok yönlü bir şeydi. Adam kendi memleketinde olmayan bir şey istiyor. Oteller sadece konaklama yeriydi ve tek başına otele yatırım doğru değildi. Sadece bir yerde kalmak bu kadar önemli olmamalıydı. Mavi turlar, animasyonlar, dansözler ve yöresel, lezzetli yemeklerle turistleri eğlendirmesini bilmek gerekiyordu. Bu aynı zamanda ülkeye hizmetti.
... 'Seyidim beni gönderme. Sen bana sahip çıkıyordun. Şimdi tek başıma mahşere hesap vermeye gidiyorum' diye ağladı. Sonradan onunla birlikte tahliye olan gençten öğrendik ki, onları Siirt'teki sivil cezaevine götürmüşler. 'Eğer beni hanımımla, çocuklarımla konuşturursan ölmediğime inanırım' demiş. Cezaevi müdürü de telefon etmelerine izin vermiş. Genç, Salih Amca'nın evini aramış, karşısına hanımı çıkmış. Telefonu Salih Amca'ya vermiş. Salih Amca, hanımına 'Ben sağ mıyım, ölmedim mi?' diye sormuş. Ve ahize yere düşmüş. Salih Amca, içerideki vahşeti görünce, oradan sağ kurtulacağına inanamadı. Sağ kurtulduğuna inandığında ise buna kalbi dayanmadı.
Önce iki demet pazı, saplarıyla beraber üç demet maydanoz, bir avuç kekik ve ikiye bölünmüş üç adet limonu kabuklarıyla beraber en az bir saat kaynatıyorsun. Sonra soğuk ya da sıcak fark etmez sabahları aç karnına bir su bardağı içiyorsun. Göreceksin iki, üç ay sonra prostatından eser kalırsa o zaman yüzüme tükür.
…Ferhat Kortay, Necmi Önen, Mahmut Zengin, Eşref Anyık. 1981'in sonlarında itirafçılık başladı. İtirafçılar ayrı koğuşa kondu, onlara işkence yapılmadı. Onlar, spor yapıp, televizyon seyrediyorlardı. İtirafçıların sayısı da her gün artıyordu. Bu dört kişi, itirafçılara ve işkenceye karşı eylem yaptılar. ..... Aynı koğuştaydım. Ferhat Kortay hemşerimdi, elektrik mühendisiydi, samimiyetimiz vardı. Sabaha karşı saat üç sularında koğuşta müthiş bir patlama oldu. Bir arkadaş alevlerin üstüne su döktü. Alevlerin içinden bir ses geldi. 'Bu bir yangın değil, eylem. Kahrolsun işkence, kahrolsun vahşet' dedi. Alevler küçüldüğünde biz o dört insanı kafa kafaya vermiş gördük. Ben Ferhat Hoca'nın başucuna gittim. Eğildim, 'Hocam bir şeyler söyle' dedim. Dişleri kenetlenmişti. Tıslar gibi bir sesle zorlukla, 'Bana türküyü söyle' dedi. 'Sevdalım' adında çok sevdiği Kürtçe bir aşk türküsüydü bu. Ben ağlayarak türküyü söylemeye başladım. Beni teselli etmek ister gibiydi. Ağlamamam için bana tebessüm etti. Tebessüm ederken yanaklarından etler dökülüyordu.
Beş yıldızlı otellerden bıkmıştı. Hep aynı şey; yiyor içiyor ve güneşleniyorsun hafta sonları denize açıl, mağaraları gez, kaleye çık. Bunların benim için bir önemi kalmadı diye ünledi. Yeni yerler görmeliydi. Yepyeni kültürlerle tanışmalı farklı şeyler keşfetmeliydi. İçinde büyüyen macera merakını daha fazla engelleyemeyecekti. Haritayı önüne koydu ve kendini bulacağı yerleri aramaya başladı.
... Tahliyeden bir hafta sonra askere alındım. Askerlik psikolojik tedavi oldu. Çünkü orada da elbiseler cezaevindekiyle aynıydı. Fakat muamele farklıydı. İşkence, ölüm, hakaret yoktu. Askerde bana hiç görev verilmedi, hiç baskı yapılmadı. Ama ben yine de kendimden nefret ediyordum, yaşadıklarımı haykırmak istiyordum, haykıramıyordum... Neler yaşadığımı bir ben, bir de ailem bilir. Normal insan gibi yürüyebilmek için bir hafta çalıştım. Tuvalete bile nizami adımlarla gidiyordum. Anneme babama emredersiniz diyordum. Sokağa çıktığımda herkesin beni gözlediğini sanıyor, gizlenmeye çalışıyordum. Beni, iki arkadaşım kolumdan girip sokakta yürütüyordu.
Koltuk meraklısı değildi ama üç senedir başkanlığı da sürdürüyordu. Bir daha seçilemezse ne yapacaktı. Artık eski işine dönmesi söz konusu değildi. Üstelik başkanlıktan sonra olamazdı da. Ayrıca aldığı maaş, emeğinin karşılığı hiç değildi. Bunca çocuk, itibar ve yaşam standardını koruyup, çıtasını düşürmemenin bir yolunu bulmalıydı. Nede olsa her zaman halkın hizmetindeydi ve değerini bilmeyenlere karşı tedbirli olmak ve bu hizmetini sürdürebilmek için hayatını garantiye almalıydı. Zira onun varlığı halkı içindi ve Allah rızası için, halk için gerekirse çalacaktı.
... Ben siyasi biri değilim. Bu konularda birikimim yok. Ama 12 Eylül, Kürt sorununa herkesin dikkatini çekti, bu sorunu dünyaya duyurdu. Cezaevindeki vahşet olmasaydı, Kürt meselesi bu ülkede bu kadar erken açığa çıkmazdı. Diyarbakır Cezaevi'ndeki insanları birer militan haline getirdiler. Bunların yüzde 80'den fazlası dağa çıktı. İnsanın oradaki vahşeti gördükten sonra normal yaşama dönmesi çok zordu. 'PKK hareketi 1984'te patladı' derler ya, bu tarih, Diyarbakır Cezaevi'nden ana tahliyelerin olduğu tarihtir.
En son Venedik’te böyle duygulanmıştım. O mimari harikası yapıların su içindeki hali beni çok etkilemişti. İtalya, ah İtalya benim sonbahar aşkımdı. Londra’nın soğuk sokaklarında bu hissi hiç yakalayamamıştım ki. Ne Fransız şarabı ne Alman peyniri. Hiçbir şey beni uçsuz bucaksız Alp dağları kadar kucaklayamamıştı.
... Ama tuhaftır konuşmak, anlatmak da istiyorum. Benim dile getirdiklerimin siyasetle bir ilgisi yok. Ben ülkemizde geçmişte yaşanılan bir vahşeti anlatıyorum. Bugün 43 yaşındayım, Diyarbakır Cezaevi'nden konuşulduğunda hâlâ hayattan kopuyorum. İçimdeki fren boşalıyor, bağırmak, ağlamak, haykırmak istiyorum. Benim hanımım ve çocuğum var. Kalabalık bir ailem ve dost çevrem var. İçimdeki frene basamıyorum ve herkesin önünde hüngür hüngür ağlıyorum, ağlıyorum...
NOT: “Üç yılını cehennemde geçirdi.” Selim Dindar: Cezaevinde, insanların yüzde seksenini militan haline getirdiler. 12 Eylül döneminde tutuklanıp Diyarbakır Cezaevi'nde üç yıl kalan işadamı Selim Dindar, yaşadığı 'cehennemi' anlatıyor. Neşe Düzel ‘ in 23.06.2003 tarihli Radikal Gazetesindeki yazısından kurgulanmıştır.
                                                                               Musa Şimşekçakan / www.ictihad.com


Not. Şevket Hüner abime teşekkürler...

19 Şubat 2012 Pazar

Laikler İçin İslamcı ve Cemaatci Rehberi



Buyurun size laikler için bir cemaat mensubuyla, bir İslamcı birbirinden nasıl ayrılır rehberi.
(Aslında cemaat diye bir şey yok. Hizmet var. Cemaatçi de yok şakirt var. İslamcı derken de aşağı yukarı AKP'nin merkezinde yer alan politik Müslümanları, Milli Görüşçüleri kastediyorum. Ama kolay anlaşılsın diye "cemaatçi-İslamcı" tabirlerini kullanacağım.)
• İslamcı Gazze için ağlar; cemaatçi Hendek Savaşı için.
• İslamcı konferansa gider; cemaatçi sohbete.
• İslamcı kulaklığında ezgi dinler; cemaatçi Hocaefendi'nin vaazını.
• İslamcının şehit denince aklına Metin Yüksel, Şeyh Ahmet Yasin gelir; cemaatçinin Hz. Hamza, gittikleri ülkelerde hayatını kaybeden öğretmenler.
• İslamcı laik dünyada Müslüman gettosunda yaşamaya razıdır; cemaatçi ehl-i dünya ile birlikte yaşayıp onları da dindar yapmaya taliptir.
• Bir İslamcı başörtüsü yasaksa üniversiteyi bırakır, kapı önünde eylem yapar; cemaatçi perukla, şapkayla, olmadı başını açarak okula girer, onun için mezun olmak başörtüsü mücadelesi vermekten mühimdir.
• İslamcı iktidar ister; cemaatçi sızmak. İslamcı yönetmek ister, cemaatçi dönüştürmek.
• İslamcı meydan okumaktan, posta koymaktan hoşlanır; cemaatçi diyalog kurmaktan, ortak nokta bulmaya çalışmaktan.
• İslamcı eyleme, partiye, derneğe çağırır; cemaatçi eve maklube yemeğe.
• Cemaatçi Bediüzzaman'ın vaadi gereği samimiyetle Avrupa Birliği ister; İslamcı Seyyid Kutup'un, Ali Şeriati'nin vasiyeti gereği ilk fırsatta İslam Birliği.
• İslamcı 'ümmetin meselelerini' kafasına takar; cemaatçi Afrika'da kolej açılmayan ülkeleri.
• İslamcı işadamı belediyelere yanaşıp yol yapar; cemaatçi işadamı Asya bozkırlarında terlik satar.
• İslamcı telefonu "Selamünaleyküm" diyerek açar; cemaat mensubu telefonda "Selamünaleyküm" demez. Hatta telefonda hiç bir şey dememeye gayret eder.
• İslamcı için en büyük şeytan İsrail'dir, ABD'dir; cemaatçi için İran fitnecidir, kolejleri kapatan Rusya düşman.
• İslamcının komplo teorilerinin başkarakteri MOSSAD'dır; cemaatçinin ETÖ (Ergenekon Terör Örgütü).
• İslamcı için bütün provokasyonların arkasında Amerika, İsrail vardır; cemaatçi için ordu.
• İslamcıya göre cemaatçi Amerikancıdır; cemaatçiye göre İslamcı İrancı.
• İslamcıya göre cemaatçi pasifisttir, diyalogcudur, tavizcidir; cemaatçiye göre İslamcı takvası zayıf, namazı eksik, aceleci, fevri.
• İslamcı Kuran meali okur; cemaatçi Risale.
• İslamcı kendini korumak için karate, kungfu salonlarına gider; cemaatçi cevşen okur.
• İslamcı sigara içer; bir şakirt için sigara içmek neredeyse içki içmek gibi bir şeydir.
• İslamcı sakal bırakır; cemaatçi bıyık, tedbir için belki keçi sakal.
• Varlıklı bir İslamcının pasaportu Suudi Arabistan Krallığı mührü ile doludur. Altı hac, 22 umre şaşırtıcı değildir. Cemaat mensupları bir hac iki üç umre ile yetinir. Pasaportlarında bolca ABD mührü vardır. Kostarika, Gine gibi ülkelerin mühürlerini görmek de sürpriz olmaz.
• Bir İslamcı için namaz kıyamdır, cami ümmetin biraraya gelmesi; bir cemaatçi için namaz tesbihattır, cami de ışık ev.
• Cemaatçilerin ağabeyleri vardır; İslamcıların üstatları, hocaları.
• Cemaatçinin hayali Hocaefendi'nin Türkiye'ye dönmesidir; İslamcının ümmetin Kudüs'te toplu namaz kılması.
• Cemaatçi Afrikalı çocuğun Sezen Aksu şarkısı okumasıyla gurur duyar; İslamcı Filistinli çocuğun İsrail askerine taş atmasıyla.
Bayağı fark varmış değil mi?

Not: Halil Kurt kardeşime teşekkürler. 
Not: Taraf gazetesi yazarı Ramazan Rasim'den alıntıdır.