31 Ekim 2012 Çarşamba

Spekülatif Bir Film: Benim Adım Khan


Filmin Adı: Benim Adım Khan
Orjinal Adı: My Name is Khan
Yönetmen: Karan Johar
Yapım Yılı: 2010 / Hindistan
Oyuncular:  Shahrukh Khan, Kajol, Kenton Duty, Zarina Wahab



"Dünyada iki tür insan vardır; iyi insan ve kötü insan.


İrfan'ın Yorumu:
Filmin müziklerini mi soruyorsunuz; harika derim...
Filmin oyuncularını mı soruyorsunuz; güzel oynamışlar derim
Filmin kadın karakterini mi soruyorsunuz; güzel kızmış derim
Filmin kurgusunu mu soruyorsunuz; iyi bir kurguydu derim
Film nasıl olmuş mu diye soruyorsunuz; işte buna cevabım: Manipulatif derim.

11 Eylül sonrası dünyada bütün müslümanların özelde de Amerika’da terörist muamelesi görmesi, değil müslümanların hintli müslüman olmayan sihlerin, ortadoğulu kıptilerin ya da ortadoğu tandanslı her gruba yönelik bakış açısının bu yönde olumsuz olarak değişmesi sonucunu doğurdu. Film inanılmaz derecede manipulatif gerçekten. Doğrularla yanlışları, müslümanların 11 Eylül öncesi ve sonrasına endekslemek, hatta bunu Milattan Önce ve Milattan Sonra’dan sonraki en derin değişim olarak algılattırmak enteresan gerçekten. Bu tür bir algıdan hoşnutluk meselesi değil benim sorduğum...

11 Eylül olayı evet Amerika’da insanlar üzerinde inanılmaz etkiler bıraktı
11 Eylül olayı evet Amerika’da güvenlik algısını olduğu gibi değiştirdi
Ama neden sorusunun cevabı 11 Eylülden önceki İslam topraklarında yaşayan insanların dramatik hayatında gizli, haksızlıklarda gizli, İslam topraklarının talanında, orada yaşayan halkın kininde gizli.
Film ile ilgili en basit söyleyebileceğim, -madem 11 Eylül öncesi ve sonrası algısı olmuş- öncesi ile ilgili de aynı yönetmenin İslam topraklarındaki durumu ile ilgili filmlerini bekliyoruz...
Üstelik filmdeki İslami teknik sorunları söylemedim bile; Müslüman bir erkeğin hristiyan ve yahudi olmayan putperest bir kadınla olan evliliği örneği gibi.
Filmin Amerika’yı yücelten bakış açısından bahsetmedim bile...

Konusu:
Khan adlı bir hintlinin başından geçen olaylar anlatılıyor.

Bilgi alınabilecek internet adresi:

25 Ekim 2012 Perşembe

Bayram Tebriği



“Onların ne etleri ve ne de kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat O’na sizin takvanız (Allah’a karşı gelmekten sakınmanız) ulaşır. Böylece onları sizin hizmetinize verdi ki, size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah’ı tekbir edesiniz. İyilik edenleri müjdele.” (Hac / 37) 

“Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve imana ermiş olan(lardan hiçbiri)ne karşı kalplerimizde yersiz ve uygunsuz düşünce veya duygulara yer bırakma…” ( Haşr /10)

Birkaç gündür bayram bugün müydü yoksa yarın mıydı tartışmalarında hedef asla halis bir niyetle bugün ya da yarın kurban kesecek insanlar olmamıştır. 

Ben bu vesileyle bilmeden kalplerini kırdığımız tüm kardeşlerimizin de bayramlarını tebrik ediyorum, kesilen kurbanların yukardaki ayet-i kerime gereği kanlarının ve etlerinin ulaşmayacağı Rabbimize niyetlerinin, takvalarının ulaşmasını niyaz ediyorum.

Bu bayramın; gerçek fitne unsurlarının açığa çıktığı ve İslam ümmetinin birliğine vesile olmasını Rabbimden istiyorum.

Ümitsizliklerin umuda...
Kederlerin sevince...
Kırılan kalplerin kaynaşmaya...
Somurtan yüzlerin tebessüme...
Ümmetin birliğine...
Adaletsizlik ve eşitsizliğin hakim olduğu bu dünyada, adalete ve eşitliğe...
Ve hayra, ve hayra, ve hayra yardımlaşmaya koşmaya vesile olmasını Rabbimden diliyorum.

Bayramınız ve bayramımız mübarek olsun...

İRFAN KAVAK / 25/26 EKİM 2012

23 Ekim 2012 Salı

Laikleri Kıçları ile Güldürelim: Kurban Bayramı Sendromuna Devam

Bilindiği gibi müşrik Laik Demokratik Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşayan insanlar, Kurban bayramını 25 Ekim 2012 tarihinde idrak edecekler. Ben de halkı müslüman olan diğer ülkelerde kutlanacak olan Kurban bayramının 26 Ekim 2012 tarihinde olduğunu söylemiş, biraz agresif bir dil, biraz da kendime has espri katmıştım.
Bu yazı sonrasında kimi arkadaşlarım kanaatlerime katılmış, kimi arkadaşlarım sert eleştirilerde bulunmuş, kimi akrabalarım belgelerle beni susturmaya çalışmış, kimi çok kıymetli (niyetlerinin sahihliği konusunda zerre kadar şüphe etmediğim) abilerim de ince çakmalarla çakmaya devam etmişlerdir.

O yazıda şu soruyu sormuştum: Sayın diyanet işleri başkanı. Siz bu sene hacca gittiğinizde kurban bayramını ne zaman idrak edeceksiniz?
Yazıya Diyanet İşleri'nden bana cevap gelmedi ama, Diyanetin cevabı bir akrabam tarafından ulaştırıldı. İlk önce bu cevabı yayınlayalım, ondan sonra laikleri kıçları ile güldürmeye devam ederiz... Siyahlaştırmış olduğum yerlere dikkatinizi çekerim...



Diyanetin Kurban Bayramı ile ilgili açıklaması:



Din İşleri Yüksek Kurulu, 17/10/2012 tarihinde Din İşleri Yüksek Kurulu Başkan Vekili Dr. Hüseyin KAYAPINAR’ın başkanlığında toplandı.

Başkanlığımızca daha önce ilan edilen Hicri 1433 yılına ait Zilhicce ayı başlangıcına esas olan içtima ve ru’yet ile ilgili tespitler görüşüldü.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın takviminde hicri ayların başlangıcı, 27-30/11/1978 tarihinde İstanbul’da yapılan Rüyet-i Hilal Konferansı’nda alınan kararlar doğrultusunda tespit edilmektedir.

Bu kararlardan bazıları şunlardır:

1. İster çıplak gözle, isterse modern ilmin rasat metotlarıyla olsun, asıl olan hilalin ru’yeti’dir.

2. Astronomların hesapla tespit ettikleri Kameri Aybaşlarına dinen itibar edilebilmesi için, onların bu tespitlerinin, hilalin güneş battıktan sonra ve görüşe mani engellerin bulunmaması halinde gözle görülebilecek şekilde ufukta fiilen mevcut olması esasına dayandırılması gerekir ki, bu ru’yete “hükmi ru’yet” denir.

3. Hilalin görülebilmesi için iki temel şartın gerçekleşmesi zorunludur:

a) İçtima ( kavuşum)’ dan sonra Ay ile Güneş’in açısal uzaklığı 8 dereceden az olmamalıdır. Bilindiği üzere ru’yet, 7 ile 8 dereceler arasında başlamaktadır. 8 derecenin esas alınmasında, ihtiyat bakımından görüş birliğine varılmıştır.

b) Güneş’in batışı anında Ay’ın ufuktan yüksekliğinin açısal değeri 5 dereceden az olmamalıdır. Sadece bu esasa göre normal durumlarda hilalin çıplak gözle görülebilmesi mümkündür.

4. Hilalin ru’yet edilebilmesi için belli bir yer şart değildir. Yeryüzünün herhangi bir bölgesinde hilalin ru’yet’i mümkün olursa, buna istinaden ayın başladığına hükmetmek doğru olur.”

Yukarıdaki kararlar doğrultusunda yeryüzünün herhangi bir yerinde hilalin görülmesine bağlı olarak, ihtilafı-ı metalie itibar edilmeksizin, hicri aybaşlarının tespit edileceği ilkesi benimsenmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanlığı da hicri aybaşlarını bu ilkeler doğrultusunda belirlemektedir.

Diyanet İşleri Başkanlığının Kandilli Rasathanesi ile birlikte yaptığı hesaplamalara göre 1433 yılı Zilhicce ayının hilali 16 Ekim 2012 tarihinde evrensel zaman (U.T.) ile 01.20’de aşağıdaki yerlerde görülmüştür:

1. 69 derece 20 dakika 44.952 saniye Güney enlemi, 86 derece 17 dakika 56.58 saniye Batı boylamına sahip Büyük Okyanus, Antartika’nın Kuzeyi, Güney Amerika kıtasının Güneyinde; Güneş, 15 Ekim 2012 tarihinde bölgenin yerel saati ile 21:20’de, Ay ise 22:44’de batmıştır.

2. 36 derece 51 dakika, 56. 38 saniye Güney enlemi, 105 derece 51 dakika, 48.528 saniye Batı boylamına sahip Büyük Okyanus, Güney Amerika Kıtası açıklarında; Güneş, 15 Ekim 2012 tarihinde bölgenin yerel saati ile 18:20’de, Ay ise 18:58’de batmıştır.

3. 4 derece 23 dakika 7.836 saniye Güney enlemi, 112 derece 11 dakika 12. 372 saniye Batı boylamına sahip Büyük Okyanus, Ekvator-Peru açıklarında; Güneş, 15 Ekim 2012 tarihinde bölgenin yerel saati ile 18:20’de, Ay ise 18:45’de batmıştır.

Yukarıdaki yerlerde hilal ilk defa görülmeye başladığında Türkiye’de ve Mekke-i Mükerreme’de henüz imsak vakti olmamıştır. Buna göre hilalin görüldüğü saatte Türkiye’de de gece devam etmektedir. Dolayısı ile hilalin görüldüğü gece fıkhen Zilhicce ayının başlaması noktasında Türkiye’yi de içine almaktadır. Yukarıda zikredilen bu bilgiler çerçevesinde, Zilhicce ayının ilk günü 16 Ekim 2012 Salı; Kurban bayramının ilk günü ise 25 Ekim 2012 Perşembe günüdür.

Her Müslüman, Ramazan ayının başlangıcı ve dinî bayramların hangi günlerde olacağı konusunda, bulunduğu yerdeki uygulamaya tabi olur. Dolayısı ile hem Türkiye’deki, hem de Suudi Arabistan’daki vatandaşlarımızın, hac ve kurban ibadetleri konusunda her hangi bir tereddüde düşmelerine mahal yoktur.

------------------------------------------

Diyanet'i açıklaması burada bitiyor, şimdi de eleştiri örneklerinden birini de alayım, ki laikler iyice kıçları ile gülerek çıldırsınlar !

Ayrıca dayıcığım yazında sanki biliyormuşsun veya okumuşşun gibi bazı ilmi gerekçeleri kendi kafana göre yorumluyorsun. Bu çok yanlış çünkü sen ne islami ilimler okudun ne de bu konulara vakıfsın. Bir de laikliğe olur olmaz yerde atıf yapıyorsun hergün kıldığımız 5 vakit namaz da diyanetin takvimine göre kılıyoruz o zaman onlar da kabul olmuyor. Bu mantık kusura bakma ama içi boş bir radikalliğin semboludur. Bu mantık yüzünden küçük bir kesim cuma namazını camileri din adına terketti ama sonunda kendileri beynamaz oldu çıktı camilere zarar veremediler. Sapla samanı karıştırıyorsun sanki sen tek tevhidi müslümanmışsın gibi davranıyor bunu da herkese göstermek istiyorsun. Yanlış yapıyorsun bilmediğin sularda yüzüyorsun vesselam. Ha imkanım olsa bir gün sonra kurbanımı keserim ancak bir de işin fitneye giden bir yolu var aslolan bayramların tek vücüt seklinde ifa edilmesi. Öptüm

---------------------------------------------------

İrfan'ın Yorumu:

1. Diyanet işlerinin gönderdiği yazıda Büyük okyanus, Güney Amerika kıtası açıkları, Ekvator, Peru ... Sanırım buralar Türkiye topraklarına sınır bölgeler !

2. Diyanet bu kadar açıklamayı en son hükmüne delil olsun diye söylemiş olsa gerek. Her müslüman kendi ülkesindeki kurallara göre hareket edecektir. Bu  kadar.

3. Daha önceki sorumun cevabını aldığıma göre şimdi yeni bir soru silsilesi ile laikleri kıçları ile güldürmeye devam edeyim o zaman:

- Dünyada müşrik laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti devleti'nin bir kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı'nın teknik donanımlarına sahip başka bir ülke yok mudur?

- Hayır, birçok ülke artık çocukların dahi anlayabileceği şekilde gökyüzündeki yıldızların, gezegenlerin hareketlerini çözebiliyor ise, bu bilgiçlik neden?

- Kameri ayların tesbiti konusunda Türkiye Cumhuriyeti devleti ile aynı kanaate sahip bir başka ülke var mıdır?

- 2012 tarihinde idrak edeceğimiz Kurban Bayramı'nı Türkiye devleti dışında 25 Ekim 2012'de idrak edecek başka bir devlet, ülke, millet, var mıdır?

- Eğer yoksa, bütün İslam aleminin ortak olarak kutlamak istediği bir günün dışında bir günü laf kalabalıkları ile anlatıp insanların aklını karıştırmaya çalışan diyanet fitne çıkarmıyor da biz mi fitne çıkartıyoruz?

- İlmi konuları geçiyorum, fıkhi konuları geçiyorum, akli olarak şu soruyu sorma hakkım yok mu? Neden? Neden Türkiye'de yaşayan insanlar bir gün önce bunu yaşıyor. Başka hiçbir ülke neden yok? Neden?

- Ve neden televizyonlarda, gazetelerde bu konu ile ilgili aklı başında insanlar bir şeyler söylemezler. Hakkını yemeyelim Ali Bulaç söyledi: Diyanet ne derse odur kabilinden !

Bu Bir Kurban Yazısıdır

Gerçek Üstünlük


Bir süre Kanada’da ikamet etmiş arkadaşımın anlattıkları ilgimi çekmişti. Üniversite mezunu cv'si bayağı kabarık bu arkadaşım Kanada’da her hangi bir müracaatında normal insanlarla beraber sıraya girmeyi ve kendisine diğer insanlar gibi davranılmasını garipsemiş. Zira ilkokuldan itibaren bütün mücadelesi birilerinin önüne geçmekmiş. Ama burada edindiği bütün üstünlükler(!) Kanada’da sıraya girerken önündeki adamı geçmesini sağlayamamış. Aslında inancına uygun olan bu durum yetiştiriliş biçimi nedeniyle içinde gelgitlere sebep olunca gerçek üstünlüğün takvada olduğunu tam olarak idrak edemediğini farkına varmış.

“Ey insanlar! Bakın, Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve sizi kavimler ve kabileler haline getirdik ki birbirinizi tanıyabilesiniz. Şüphesiz, Allah katında en üstün olanınız, O'na karşı takva (derin bir sorumluluk bilinci) sahibi olanınızdır...” (Hucurât / 13)

Medine’de inen bu ayet, insanlar arasında birbirlerine üstünlük sağlayan bütün farklılıkları bir kaynaşma ve kardeşlik nedeni saymıştır. Resul’ün (sav), amellerin kişinin niyetine göre karşılık bulacağını ilan etmesi de insanların rekabet ederek yalnızlaşmasının önüne geçmiş ve paylaşarak kardeş olmalarını sağlamıştır.

Zilhicce’nin 10 gününe yaklaştığımız şu günlerde zihnimiz tekbirler eşliğinde yeni bir sosyal adalete şahitlik edebilir. Ama kaçan kurbanlıklar, kurbanların fiyatlarının aşırılığı, kurban kesim yerlerinin hijyenik ve steril ortamlar olmasının gerekliliği, deri kavgaları, bankalardaki kurban hesapları, bayramın altı güne çıkarılmış olmasıyla oluşan tatil arayışları bir kez daha ruhundan arındırılmış bir bayram havası estirmekte.

İbrahim’in kararlılığı, İsmail’in teslimiyeti unutulunca 4300 yıldır devam eden bu kadim salih amel koparılan yaygaralar sonucu kalplere şifa sunmadan, kardeşliği arttırmadan, bütün sahte gündemleri yıkmadan geçip gidecek olması ne yazık…

Rasulullah’ın (sav) doğduğu Mekke’de herkes İbrahim’i ve İsmail’i biliyordu. Hatta Kurban da kesiyordu. Ama ibadetten geleneğe indirgenerek yolunu şaşırmış, tamamen gösterişe dayalı, kibir kaynaklı bu eylemle Allah’a hakaret ediliyordu. Mekke’nin ekâbir takımı Kâbe’nin dibinde büyük ve gösterişli bir şekilde kırmızı develeri kesiyor, en güzel yerlerini aralarında yiyor ve geri kalan etleri kutsal taşlara(!) serip kanlarını putlara sürüyorlardı. Arta kalan kemikli etleri tellallarla ilan ederek fakir fukaraya yediriyorlardı. Şairler ise bu yapılan yardımları(!) ballandıra ballandıra anlatıp duruyorlardı. Ama o günkü Mekke’de yapılan bu din kaynaklı(!) kurban kesme merasimleri hiçbir açlığı bitirmiyor, insan kanının akmasına, kız çocukların kurban edilmesine engel olamıyordu…

“Onların ne etleri ve ne de kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat O’na sizin takvanız (Allah’a karşı gelmekten sakınmanız) ulaşır. Böylece onları sizin hizmetinize verdi ki, size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah’ı tekbir edesiniz. İyilik edenleri müjdele.” (Hac / 37)

Bu ayet kurban edilecek hayvandan çok insanın kurban etme niyetinin önemine işaret eder. Zira koyun, keçi, inek ve devenin kurban edilecek hayvandan farkı, onu kurbanlık olarak ayıran ve bu şekilde kesen insanın niyetidir. Yani dinimiz kurbanlık hayvanı değil kurban eden insanın takva niyetini kutsal saymıştır. Niyetini sadece Allah bildiği için de insan, kurban etmekteki maksadının hesap gününde önüne çıkarılacak olmasıyla uyarılmıştır. Niyetin en güzel tarifi “Adet ile ibadeti ayırandır.” şeklindedir. Ne yazık ki geleneksel olarak yapılan eylemlerde hesap günü belirleyici konumda olmadığından gün geçtikçe asıl mecrasından sapması kaçınılmazdır.

Biz ancak Allah’ın bize tahsis ettiği hayvanları kurban edebiliriz. Onlar da cüsselerine rağmen bu eylemde teslim olup kurban edilmeye uygun yaratılmışlardır. Yani insan, başka insanların değil bu konuda sadece kendisine verilen kurbanlıkların kanını dökebilir. İşte Resulullah’ın (sav) Mekke’sinin cahiliye döneminden farkı, orada sadece kurbanlıkların kanının akıtılır ve insanların canları, kanları, malları, ırzları birbirlerinden selamette kalırdı.

“(Ey Muhammed!) Onlara, Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak oku. Hani ikisi de birer kurban sunmuşlardı da, birinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen, ‘Andolsun seni mutlaka öldüreceğim.’ demişti. Öteki, ‘Allah, ancak kendisine karşı gelmekten sakınanlardan kabul eder. Andolsun! Sen beni öldürmek için elini bana uzatsan da ben seni öldürmek için sana elimi uzatacak değilim. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.’ demişti.” (Maide / 27, 28)

Kur’an‘da anlatılan ilk cinayetin nedeni Kurban’ın kabul olup olmamasıdır. Âdem’in (as) oğlu Kabil, Kurban’ın kabul olmamasının suçunu kardeşinin varlığına bağlamış ve onu ölümle tehdit etmiştir. Ve takva niyetiyle kurbanı kabul edilen Habil (as) ise kardeşi tarafından katledilmesine rağmen kardeşine el kaldırmamış onun kanını dökmemiştir. İşte Kur’an’a göre makbul olan ilk kurban ameli Habil’in yaptığıdır. O, sadece belirlenen hayvanı kesmiştir. Kardeşinin kanını dökmemiştir. Ayette Habil ile ilgili olarak kardeşine el kardırmamasından bahsedilir. Hepsi budur. Dolayısıyla onun Kurban’ın makbul kılan bu yaklaşımı olmalıdır. Zaten Kurbanların kanı veya eti Allah’a ulaşmaz. Sadece Takva ulaşır.

Şu anda Irak’ta ve Suriye’de emperyalist güçlerce kışkırtılan Şii Sünni kavgası nedeniyle Müslümanlar birbirlerini kanını dökmekteler. Ülkemizde de İslamcı cemaatler(!) çeşitli mezhepsel, fikirsel ve etnik ayrışmalar konusunda birbirlerini ötekileştirmekteler. Böyle giderse (Allah korusun) bu zihniyetlerden birinin askeri güce kavuşması diğerlerinin katledilmesine yol açacaktır. Ve İslam düşmanlarını da çok sevindirecektir.

Hâlbuki Kurban bayramından bir gün önce olan Arife gününde beş milyon Müslüman’ı tek tip kıyafetle bir ümmet olduklarını Arafat’ta hatırlatan Allah’tır. Üzerlerine giydikleri ihramın bir şartı da kardeşine yan gözle bile bakmayıp en küçük rahatsızlıktan dahi kaçınmaktır. Yine Allah, Müslümanları bu sene de toplayıp kardeş edecek ve hatalarını bağışlayacak. Ama onlar Arafat’taki bu beraberliklerini unutarak, temizlenmiş bir şekilde döndükleri memleketlerinde eski mezhepsel veya etnik kargaşaya geri dönecekler. Ve üstelik bu ayrılıkları destekleyen kinlerinden vazgeçmeden annelerinden doğdukları gibi temizlendiklerini zannederek…

Tekbir ile Kurban kesme günlerinde her farz namazın bitiminde de tekbir getireceğiz. Tekbir getirerek Allah’ın en büyük olduğunu söyleyecek her türlü kibirden ve büyüklenmeden uzaklaşıp eşit ve kardeşçe yaşamaya inandığımızı ifade edeceğiz. Buna göre kimsenin kardeşini ötekileştirmeden tevazu içinde elindekilerini paylaşması gerekir. İşte ancak iyilik böyle bir kardeşliğin ürünü olabilir. Bu bayramda yediğimizden yedirmenin şerefine ereceğiz. Kurban ettiğimiz hayvanı üçe bölmemiz bundan sonra sahip olduklarımızda da akrabamızın veya ihtiyaç sahiplerinin hakkı olduğunu tefekkür etmemizi sağlayacak…

Haydi, o zaman Kurban’ı kesmeden bundan sonra hiçbir Müslüman’ın kanı dökülmemesi için takvanın gereği bütün mezhepsel, etnik ve fikirsel ötekileştirmelerimizden pişman olarak ve içten yalvararak şöyle diyelim: “Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve imana ermiş olan(lardan hiçbiri)ne karşı kalplerimizde yersiz ve uygunsuz düşünce veya duygulara yer bırakma…” ( Haşr /10)

Böyle yalvarmadan kurban kesersek ne mi olur?

“Biz onların göğüslerinde (Müslümanlara ait) kinden ne varsa çekip almışız. Altlarından ırmaklar akar. Derler ki: ‘Bizi buna ulaştıran Allah’a hamd olsun. Eğer Allah bize hidayet vermeseydi biz doğruya ermeyecektik. Andolsun, Rabbimizin elçileri hak ile geldiler.’ Onlara: ‘İşte bu, yaptıklarınıza karşılık olarak mirasçı kılındığınız cennettir.’ diye seslenilecek.” (Araf / 43)

İbadeti âdete, manayı maddeye indirgemiş oluruz.

Dünyadaki fitne ateşini tutuşturanların safında yer alırız.

İçimizdeki kinlerle cennetten mahrum kalırız.

Kurtuluşa eren Salihlerden olmak yerine yanıp kavrulan bedbahtlardan oluruz…



Şevket HÜNER / 20.10.2012

18 Ekim 2012 Perşembe

Kurban Bayramı Karmaşasına Ufak Bir Katkı

2012 KURBAN BAYRAMI SENDROMU YAŞAYANLARA
Olan oldu ve Kurban bayramı da yaklaştı. Yaklaştı yaklaşmasına ama kafalarda da bazı sorular olmadı değil. Bu sorulara kestirmeden cevaplar bulacaksınız.
Benden neden, niçin, ama, fakat, bizim ülke, Türkiyem, diyanetten falan gibi şeylerle sakın kafamı şişirmeyin. Ben bu sene Kurban bayramı karmaşasına kesin çözüm buldum.

1. Laik Demokratik Türkiye Cumhuriyeti'nde 2012 senesine ait kurban bayramı günü: 25 Ekim 2012'dir.

2. Suudi Arabistan krallığında, Mısır'da ve sair diğer halkı müslüman olan ülkelerde kurban bayramı günü 26 Ekim 2012'dir.

3. Ben laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti'nde belirlenen günde kurban kesmeyeceğim, kurban bayramını da kutlamayacağım.

4. Kurban keseceksem kurbanımı da bir gün sonra yani 26 EKİM 2012 tarihinde keseceğim. Bana kimse arefe günü kurban kestiremez kardeşimmmmm...

5. Çünkü ben eğer hacca gitmiş olsa idim kurbanımı diyanetin de orada uyduğu tarihde kesecektim ama diyanet işleri ikiyüzlülük yaparak Türkiye'de bir gün önce kesmemizi salık veriyor. Neden sorularını sakın bana sormayın, internetten telefonlarına ve mail adreslerine ulaşabilirsiniz.

6. Soruyu şu şekilde sorabilirsiniz: Sayın diyanet işleri başkanı. Siz bu sene hacca gittiğinizde kurban bayramını ne zaman idrak edeceksiniz, kurbanınızı arefe gününde kesseniz olmaz mı?

7. Soru bu kadar. Bırakın cevabı da kendisi versin. Ama yok ben soru sormam, kendi bildiğimi yaparım diyorsanız.. Bana ne kardeşim, senin bileceğin iş, derim geçerim.

8. Biz iki gün öncesinden ya da sonrasında Ramazan bayramlarını da gördük...

9. Kurban bayramı karmaşasına ufak da bir katkım oldu ise ne mutlu bana.

10. Gördüğünüz gibi topu taca atmıyorum, direk oyun sahasında kullanıyorum. Artık gol sayılır mı size bırakıyorum.
Bayramınızı şimdiden tebrik ediyorum.

Uzun Hikaye

Filmin Adı: Uzun Hikaye


Yönetmen: Osman Sınav

Yapım Yılı: 2012 / Türkiye

Oyuncular: Kenan İmirzalıoğlu



"Ben Pehlivan Süleyman’ın torunuyum”


“Daktiloda “l” harfi yok, oh ne ala Lenin yazamaszın, sosyalizm yazamazsın... Ali (filmin kahramanı) de yazamazsın.”





İrfan'ın Yorumu:

Babam ve Oğlum filmini ailece izlediğimde müthiş etkilenmiş, gözyaşlarımıza hakim olamamıştık. Bu film de Mustafa Kutlu’nun harika bir hikayesinden esinlenerek aynı güzellikte filme aktarılmış. Devlet denen yüzü asık ve astığım astık zihniyetinin temsilcilerinin çarpıcı görüntüleri. Bu sisteme karşı en ufak itirazların dahi nasıl bir duvara tosladığına şahit olacaksınız. Bunu moskof gavuru bile yapmaz denilen olaylara şahit olacaksınız. Emeğin eşit bir şekilde paylaşılmasını, temiz bir aşkı, karı kocanın birbirini rencide etmeden birbirlerine olan aşkı... ve daha nicelerini bulacaksınız.

Dün eşimi alıp gittiğimde, bu kadar övgüyü gerçekten hak ediyor muydu demiş olduğum film için el cevap: Evet.

Filmi izlerken gözlerinizden acıma, merhamet ve intikam duyguları eşliğinde akacak gözyaşları olursa, bırakın aksınlar. Tutmayın sakın. Türkiye’de bir uzun hikaye. Ama ne hikaye!



Konusu:

Bulgaristan göçmeni Ali’nin ailesi ile birlikte tren yolculuğuna mahkum olarak yaşadığı uzun mu uzun bir hikaye



Bilgi alınabilecek internet adresi:

http://www.sinemalar.com/film/192696/uzun-hikaye


12 Ekim 2012 Cuma

Kim Ahmak Kim Değil?

Hacı abimizin bir sorusu var. Hocam "biz selefiyiz" diyorlar, selefilik nedir?
Selefilik var selefilikden içeri. Kaç tane selefilik var, hangisini söyleyeyim?
Eline bombayı alıp Afganistan'daki 3000 yıllık heykelleri yıkan: Selefi
Kâbe yerine Arafat dağındaki taşa dönüp namaz kılana engel olan: Selefi
Allah'ın şu dersler veren Mustafa kulu da selefi, öyle imiş, öyle diyor birileri. Hangisi Selefi şimdi bunlar. Ben o 3000 yıllık heykelleri yıkan adamlara: Orada dört tane İslam uygarlığı kuruldu ahmaklar. Bunların hiç mi birinin hatırına gelmedi. Siz hepsinden mi büyük alimsiniz, diye itiraz eden ilk adam benim. Anlatabiliyor muyum?
Suudilere: Ya kabirlerden, mezar taşlarından ne istediniz de sahabenin mezarlarını yerle bir ettiniz diye itiraz eden benim.
Şimdi ben de selefiyim onlar da. Nasıl olacak bu iş? Demek ki selefi vaaaar, selefi vaaaar.
Onun için hiç öyle şey yapmamak lazım. Kimin söylediğine bakmak lazım. Karalamak için mi söylüyor yoksa efendim başka bir niyetle mi söylüyor? Karalamak için söylüyorsa orda dursun, efendim. 
Selef demek; öncekiler demek. Yani sahabeye selef diyorlar. Efendim, eğer selefi selefin yolunda olmaksa biz sahabenin yolundayız, her müslüman selefidir.
Ama selefi olmak taliban olmaksa yok orda kalsın, ben almayayım, ben almayayım, başkaları onun olsun. Allah'a emanet olun!


İrfan'ın yorumu:
Mustafa İslamoğlu hocamız (!) yoruma gerek bırakmayacak şekilde ne demek istediğini gayet iyi anlatmış bulunuyor. Tabi geriye doğru giderek Hz. İbrahim'e sormak lazım. Sen hocamızın bu konuşması karşısında ne diyorsun? Hz. Peygamber'e sormak lazım: Yıllardır içinde barındığın Mekke heykellerini anladık güçsüz iken yıkamadın, Mekke'yi fethettiğinde niye yıktın? Sen ve atan İbrahim heykelleri yıktı diye bu hocamızın tarifine göre ne oluyorsunuz?
Taliban -ki kendilerini asla selefi olarak nitelendirmezler, en kral hanefi biziz derler- o heykelleri yıktınız diye zaten ahmak olmuşsunuz, peki bu zat ne oluyor? 
Hocamız (!) çok açık bir şekilde büyük bir cesaretle o putları, heykelleri yıkma cesaretini gösteren yiğitler için AHMAK diyebiliyor. Çünkü onlar Afganistan'da, ulaşılamazlar. Taş at dokunmaz mesabesinde... Senin için söylenebilecek çok söz var ama Rabbim senin gibilere karşı frene basmamızı salık veriyor. Yahut ben öyle anlıyorum. En iyisi seni yüce Allah'a havale etmek. O Allah ki putları yıkan İbrahim'in Rabbi. O Allah ki Lat'ı, Menat'ı, Hubel'i ve daha nice heykelleri parçalayan Muhammed (s.a)ın rabbi. 

Ayrıca şu link de önemli
http://www.sutunhaber.com/yazar_5554_636_yanlis-biliyorsunuz-sayin-islamoglu-o-oyle-degil.html

8 Ekim 2012 Pazartesi

Kasaba


Yetmişli yıllarda tek televizyon kanalını seyrederek büyüyen biri olarak geç kalkılan Pazar sabahlarının mutat eğlencesi ailece kovboy filmi izlemekti. Niye bize haftanın en dingin saatlerinde bu at hırsızlarına ait muhtelif hikâyeleri gösterip durular diye hiç düşünmeden “seyredilmemiş film yenidir” diyerek yüzlerce film izledik durduk. Bu Pazar da kovboy filmini kös kös izlerken birden aklıma Mustafa Özel ‘in “İslam kasabası” tarifi geldi. Bu bakışla izlemeye başlayınca bugüne kadar hiç fark etmediğim bir şeyi fark ederek irkildim.
2010 yılının Ocak ayında Merhum Hayati Üstün Abiyi anma toplantısını bir iş adamları gurubu düzenlemiş ve konuk olarak Mustafa Özel’i davet etmişlerdi. Mustafa Abi konuşmasının bir kısmında (umarım yanlış hatırlamıyorum) “İslam kasabası camii, hamam, pazaryeri ve kabristan diye dört kısımdan müteşekkildir. Köyden gelen insan maddi kirlerden temizlenmek için hamamda yıkanır, manevi kirlerden arınmanın yerinin cami olduğunu bilir. Sonra köyden getirdiklerini satıp ihtiyaçlarını temin edeceği pazara gider. Pazaryerinin sonunda da kabristan başladığı için alırken veya satarken bu dünyanın sonlu olduğunu ve bir gün bütün yaptıklarından sorulacağını göz ardı etmez” demişti.
Bugün çoğunlukla helikopterden çekilen sahneleriyle resmedilen gökdelenlerden oluşmuş Amerikan megapollerini, İslam kasabası tarifinin karşısına koyup irdelemek artık olanaksız hâle geldi. Yeni güneydoğu komşumuzun kovboy filmleriyle aklımıza nakşettiği “Western Kasabası”’nın ise bugünkü devasa kaotik dev şehirlerin adeta bir prototipi olduğunu fark ettim. Zira Kızılderilileri katlederek ele geçirdikleri arazilerde kurdukları bu kasabalara dikkat kesilirseniz bugünkü yapının hangi unsurlar üzerinde inşa edildiği siz de görebilirsiniz.
Western Kasabası salon, banka, kilise, market, şerifin ofisi ve cenaze levazımatçısından oluşur. Salon bu işin eğlence ayağı olup çarpılarak girilen kapılarıyla kasabanın en kompleks mekânıdır. Buranın ana görüntüsü bardır. Viski servisi yapan revü kızları başköşedeki piyano başındaki piyanistin birbirine benzer nameleri eşliğinde dans ederler. Salonun diğer kısmı kumarhanedir ve burada poker üzerinden büyük paralar el değiştirir. Salonun üçüncü bölümü oteldir. Bu merdivenlerle çıkılan konaklama mekânında bu sefer dekolte kıyafetli revü kızları fuhşa alet edilerek gelenlerin kalan son kuruşuna da burada (cent) el koyulur.
Banka, kasabanın en ucunda ve sessiz sedasız bir mekândadır. Haydutların soygun girişimleri dışında dikkat çekmeyen bu mekân bütün paranın toplandığı tek yerdir. Kasabanın bütün unsurlarında kazanılanlar, hayvan çiftliklerinin kazanımı, yeraltı kaynakları ve maden ocaklarından elde edilen gelirlerin ana durağı bankadır. Genellikle zırhlı posta arabaları ve daha sonraları da trenler, insan taşımacılığı adı altında aslında güvenli para transferini sağlamakla görevli unsurlardır. Bu filmlerde herkesin kimliği ortadayken bankanın sahibi ve para nakliyle kurulan ilişkiler gözlerden gizlenir.
Kilise genellikle yerleşimin ilk unsuru olarak halkın inşa ettiği manevi moral yeridir.  Amacı kasabanın asıl unsuru olup göz ardı edilerek kullanılan halkı bir arada tutup buraları terk etmesini önlenmektir. Genellikle dindar Hıristiyanların arasından çılgın bir misyoner papaz seçilerek gerçekleşen bu yapı Avrupa’da ki klise yapılanmasından uzaktır. Papaz günah olduğunu bildiği hâlde kasabanın hiçbir unsuruna karışmaz. Asıl görevi küçük bir meblağ bağışlayanın günahını çıkartıp rahatlatarak bu sitemin devamını sağlamaktır. Tanrı kiliseye hapsedilmiş bu papaz aracılığıyla düzenin sürmesini destekler. Ve tek istediği Pazar günleri bazı kutsal sözcüklerin kendisine sunulmasını beklemektir.
Market kelimesinin filmdeki karşılığı her şeyin satıldığı dükkândır. Bir katile silah satan bu dükkân aynı şekilde fasulye veya kızına bir kurdele almak isteyenler için de tek satış noktasıdır. Her şey buraya dışarıdan gelir ve başka hiçbir yerden temin edilemez. Bu dükkânda bulunanlar kasaba halkının nasıl talepleri olduğunu açıklayan en önemli unsurdur. Adeta bugün hiç kimseye bir lokma bırakmak istemeyen grosmarketlerin bir minyatürüdür.
Şerifin ofisi, salona en yakın yerdedir. Zira silahşorlara ait bütün cinayet sonlu vakalar bu civarda cereyan eder. Göğsüne genellikle kasabanın en zenginleri tarafından yıldız takılarak makam sahibi edilen bu zevat genellikle silahşor eskisidir. Ofisinin hemen arkasında bir nezarethane bulunur. Genellikle kervan yolda düzülür adlı hukuk sistemi gereği suçlular herkesin göz önünde darağacında idam edilir. Dış kapısında ve masasın arkasında (wanted) arananların resimleri ve başlarına konulan ödüller vardır. Yani Western Kasabası’nda kanunun işlediğinin en önemli göstergesi kanun kaçaklarının yakalanıp idam edilmesidir. Bundan dolayı bu sistemin kahramanlar çıkarması için teröriste ihtiyacı vardır. (Ne yazık ki bugün şerifin bürosundaki wanted resimlerinin tamamı sarıklı ve uzun sakallılardan oluşmaktadır.) Şerifin bütün eli silah tutan kasaba sakinleriyle seferber olup suçluların izini sürmesi sadece bankanın soyulması veya para naklinin yapıldığı tren soygunları içindir. Öteki suçlular genellikle para için kelle avcılığı yapanlarca diri veya ölü olarak teslim edilir.
Cenaze levazımatçısını görevi ise ölümü ve sonrasını ortadan kaldırıp her şeyin bu kasabadan ibaret olduğunun zannedilmesini sağlamaktır. Silahşorlardan ölenin leşinin tabutu daha düello bitmeden hazırdır. Zira ortalıkta elinde metreyle gezen bu siyah elbiseli akbaba herkesin boyunu ve enini daha yaşarken ölçmesi en kanlı şilahşörler tarafından bile normal karşılanır. Zenginlerin cenazeleri içi satenden yumuşak ve cilalanmış mobilya tabutlar içine ölümün soğuk yüzünü gizleyen makyajlar yapılarak en güzel kıyafetleri eşliğinde konulur. Böylece Western Kasabası’nda ölüm, ancak zengin ve soylu olanlar için güzel ve törenseldir. Diğerleri için bir hayvan leşi gibi bir çukura terk edilmektir.
Bu gözle hayata bakınca globalizm, dünyayı adeta bir Western Kasabası’na çevirme girişimi olarak görünüyor. Ama asıl acı olan bunun bir örümceğin yuvası dayanıksızlığında olduğunu gösterip ileriye doğru ümitlerin artmasına sebep olacak İslam Kasabası’nı cılız bir örneğinin bile olamaması. Zira çocukluklarında seyrettikleri western filmlerinin illüzyonik etkisi Muhammed ümmetinin akil(!) adamlarını büyülemiş durumda.
Arkeolojik kazılar yaptıran bütün hegomonik(!) güçler kendi kültürlerinin geçmişe doğru uzantısını tespit edip ne kadar kadim bir uygarlık(!) olduklarının ispatı peşindedirler. Ama Kur’an’ı sadece ölülerine değil yaşayan idraklerine okuyanlar bunların yıkılmış ve helak olmuş eski Western Kasabaları olduğunu görür. Kur’an’da oruç ayeti üç olmasına karşın böyle eski yıkık dökük hegomonik iddialar sonucunda taş üstünde taş bırakılmayan mekânların ziyaret edilmesini söyleyen ayet sayısının on bir olmasının hikmeti sizce nedir?
“Onlar, hiç yeryüzünü dolaşıp kendilerinden önce yaşamış olan (hakikati inkâr edenler)in sonlarının ne olduğunu görmediler mi?Onlar ki daha kudretliydiler, yeryüzünde daha derin izler bırakmışlardı ve dünyayı daha iyi imar etmişlerdi; onlara (da) hakikatin bütün kanıtlarıyla peygamberler gelmişti; ama (hakikati reddettikleri ve sonuçta yok olup gittiklerinde) Allah onlara haksızlık yapmış değildi, ama onlar kendi kendilerine haksızlık yapmışlardı.” (Rum / 9)

                                                                                           Şevket HÜNER / 07.10.2012

Ölümü Her An Düşünüyorum: Yedi Yaşam


Filmin Adı: Yedi Yaşam

Orjinal Adı: Seven Pounds

Yönetmen: Gabriele Muccino
Yapım Yılı: 2008 / ABD

Oyuncular: Will Smith



"Tanrı dünyayı yedi günde yarattı, bense benimkini yedi saniyede mahvettim"

İrfan'ın Yorumu:
Bu film ile ilgili daha önce çok değer verdiğim bir abimin tavsiyesine uyup zamanında izlemediğim için gerçekten hayıflanıyorum. Will Smith oyununun hakkını en güzel şekilde vermiş.Gabriele Muccino ile tanışın, yönetmen koltuğundaki bu genç (tahminim İtalyan asıllı) harika bir iş çıkarmış. Filmde yedi farklı ihtiyaç sahibi insanın, suçluluk duygusu içerisindeki bir adamın etrafındaki hayatların buluşması diyebiliriz. Ama film sadece bir film olarak algılanmamalı. Yönetmen insanı filmden sonra sanki ayağa kaldırıyor, harekete geçirme hissi uyandırıyor. Etrafımıza bakmayı, küçük dokunuşlarla bile olsa insanlara yaklaşmamızı salık veriyor. 
İnanın siz de etrafınıza baktığınızda gözleri dalmış insanlar göreceksiniz
Etrafınıza baktığınızda market kuyruğunda parası çıkışmayan ve gözleri ne yapacağını şaşırmış anneler göreceksiniz
Etrafınıza baktığınızda çaresizliğin kendisini yeyip bitirdiği fakat onurlarından söz söyleyemeyen kimseler göreceksiniz.
Etrafınıza baktığınızda çok değil hemen yanıbaşınızdaki komşunuzun bağıramadığı çığlıkları duyacaksınız
Evet isterseniz

Filmi bu gözlerle izlediğinizde üzerinizde bir yükün olduğunu, bu yükü kaldırmanın çabasını göreceksiniz.

Konusu:
İntihar düşüncesine sahip olan birisinin geçmişte yaşattıkları dolayısı ile kefaret ödeme çabası şeklinde özetlenebilir.

Bilgi alınabilecek internet adresi:
http://www.sinemalar.com/film/5419/yedi-yasam

2 Ekim 2012 Salı

Benim de Bir Kedim Var: TOPAÇ


Sokaklardaki kedi ve köpekler, bize emanet edilmiş dilsiz yetimlerdir

Hayvan severler, 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu'ndaki değişiklikleri protesto etti.
Hayvan severler?
Memlekette hayvan sevmeyenler de mi var?
Maalesef evet.
Hatta, hayvanları sevmek, marjinal bir tutum görünümünde.
Sokaklardaki kedicikler, köpecikler aç mı, susuz mu, üşüyor mu, ölüyor mu kimsenin pek umurunda değil.
Etinden, sütünden, yününden, yumurtasından faydalanamadığı hayvanlara dönüp bakan yok.
Saf sevgi, katışıksız şefkat, pür merhametle ilgilenmiyor kimse.
Oysa sokaklardaki kediler ve köpekler bize emanet edilmiş dilsiz yetimlerdir.
'MÜEZZA, GEL PİSİ PİSİ'
Özellikle dindarların, hayvanları himaye etmesi gerekmez miydi?
'Mukaddes medeniyet projesi, yüce siyasi idealler, esaslı dava adamlığı' peşindeki kimseler; zavallı hayvancıklar konusunda kronik vicdan uyuşukluğuyla maluller.
Neden?
Halbuki, Hz. Muhammed'in çok sayıda kedisi vardı.
En sevdiği kedinin adı Müezza'ydı.
Bir gün, hırkasının üstünde uyuyan kediyi rahatsız etmemek için, hırkanın kolunu usulca kesmiştir.
Peygamber'den en çok hadis aktaran Abdullah bin Sahr, sahipsiz kedi yavrularını besleyip büyütmekle meşhurdu.
Bu nedenle, Ebu Hureyre [Yavru kedilerin babası] adıyla bilinir.
Kucağında, cübbesinin ceplerinde yavru kedilerle gezerdi...
Müslümanlar; Hicret sırasında Hz. Muhammed ve Hz. Ebubekir'in sığındığı mağaranın girişine ağ ören örümcek ve yuva yapan güvercinden ötürü bu iki hayvanı kutsal sayarlar.
Buna karşılık, peygamberi en çok gören hayvan olan kediye gereken özeni nedense göstermezler.
Siz hiç Müezza adlı bir kedi besleyen dindar birine rastladınız mı?
Ben rastlamadım.
Peygamberin hatırı için kediler [ve tabii köpekler] sahiplenilse, bugünkü karmaşa ve gerilim hiç yaşanmazdı.
Bana öyle geliyor ki, hayvanların himayesine ilişkin duyarsızlık, Müslümanların terbiye ve kültüründeki vahim bir boşluktan kaynaklanıyor.
Cami bahçelerinde bile kediye köpeğe bir lokma yiyecek, bir yudum su ikram edilmiyor.
KEDİYİ ALAN, ÜSKÜDAR'I GEÇTİ
Batı'da durum neydi?
16. yüzyılda 'cadıları' diri diri yakan Avrupalı köylüler, kedileri de çuvallara doldurup ateşe atıyorlardı.
Zira, kedileri iblisin asistanı kabul ediyorlardı...
Aynı dönemde bizimkiler kuş evleri yapıyordu.
Zamanla, hayvanların korunması konusunda Avrupa [ve Amerika] bizden fersah fersah öne geçti.
Adamlar adeta tövbe ettiler ve kefaret ödediler:
Binlerce film, dizi, belgesel, roman, hikaye ve tabloda hayvanlara başrol verildi:
Moby Dick, Siyah İnci, Beyaz Diş, Lassie, Ninja Kaplumbağalar, Tom ve Jerry, Rin Tin Tin, Kediler ve Köpekler...
En son, Michael Morpurgo'nun romanından uyarlanan, Steven Spielberg'in yönettiği harikulade film Savaş Atı'nı [War Horse] izledik.
Bizim anlatılarımıza bakılırsa, hayvanları sevecek kadar tanımadığımız sonucu çıkıyor.
SERİ KATİL VE SATANİSTLERLE AYNI SAFTA
Hayvanları Koruma Kanunu'na dair tartışmalar... konuyla ilgili toplumsal dar kafalılığımızın karanlığı içinde yürütülüyor.
Satanistlerin kedi kestiğini filan söylüyoruz da, caddelerde arabalarla ezdiğimiz binlerce kediyi, köpeği hiç söze konu etmiyoruz.
Bu ikiyüzlülükten, bu vicdansızlıktan, bu duyarsızlıktan nereye varılabilir?
Hayvanların sevilmediği, 'mal' olarak görüldüğü...
'Onun da canı var' bile demeyecek kadar duyarsız bir toplumda...
evlat sevgisi, vatan sevgisi, insan, peygamber, Allah sevgisinden bahsedilebilir mi?
* * *
Seri katillerin en yaygın ortak özelliklerinden biri, çocukluklarında hayvanlara zarar vermiş olmalarıdır.
[Mercekle karınca yakmak, kedilerin kuyruğunu kesmek, köpeklere sopayla vurmak, kuş avlamak...]
Satanistler ve seri katillerle bu derece benzeşmek, sizce de irkiltici değil mi?
MURAT MENTEŞ / 2 EKİM 2012 / YENİ ŞAFAK

1 Ekim 2012 Pazartesi

PUT


—prematüre kutsalın gayrı meşru çocuğu—
Bir Şeye Dokunm  Kutsal, sözlükte; saygı uyandıran, yolunda can vermeye değer olan, bozulmaması, dokunulmaması, karşı çıkılmaması gereken, Tanrı’ya adanmış ya da Tanrısal olan vb. anlamlara geliyor. Halk nezdinde bunların hepsinin bir karşılığı bulunduğu gibi değer atfedilen her şeye de ayrıca kutsal vasfı verilebiliyor. Konuşma veya yazı dilinde edebiyatın bir unsuru olarak ona pek çok anlam yükleniyor. Bu yazı içinde bizi ilgilendiren karşılığı ise daha çok arka planında bir mantık yattığını düşündüren “dokunulmaz”, “sorgulanamaz”, “ve “masum” anlamına gelen ıstılahî tarafı. Çünkü bu yönüyle “put”a dönüşebilen karşılıkları bulunuyor.
Bir şeyin Tanrısal olmasının yolu, Tanrı’nın gücünü parçalayıp dağıtmakla başlar. Bu dağıtım, “Tanrı gibi” hareket edebilen bir sürü “Tanrıcık” oluşturur. Kimi devletini kimi şeyhini kimi gözünde büyüttüğü bir objeyi Tanrı ile ilişkilendirerek anlamlandırır. Böylece bu şey, her neyse; sorgulanamaz, dokunulamaz veya uğrunda bir ömür feda etmeye değer bir anlam kazanır. Tanrı ile ilişkilendirme sonucu ortaya çıkan bu değer atfı, bir şeyi önemli kılmak adına tamamen kötü sayılamazsa da içinde kişisel ön kabulleri ve sübjektif yorumları barındırdığından suistimallere oldukça açıktır. Bunun önüne geçmek için “Kutsal olan sadece Allah’tır.” denilmelidir.
Dokunulmazlık ve sorgulanamazlık önemli bir ayrıcalıktır. Beşere sıfat olması tehlikelidir. Tarihte ve bugün hemen her şeye dokunarak ve sorgulayarak yaklaşmak daha güvenli bir yoldur. Bunu bize Kur’an ve peygamberimiz öğretmiştir. Kur’an’da anlayarak/bilerek iman etmenin önemi ve gereği özenle vurgulanmaktadır: “İçimizde, (Allah’a) teslimiyet gösterenler de hak yoldan sapanlar da var. Teslimiyet gösteren kimseler; işte onlar, doğru yolu aramışlardır.” (72/14) Teslim olmak isteyen, sorgulayarak ve araştırarak doğru olanı arayıp bulmalıdır. Aksi takdirde, hak yoldan sapanlardan yani, zalimlerden olur. İnsanın içinde bulunduğu durumun vahametini anlaması da ancak bu şekilde mümkündür. Başkalarını doğru olana çağırmanın ilk aşaması yanlış olanı açık seçik ortaya koymaktır. Sorgulamadan bunu yapamazsınız. Ayrıca hemen her konuda basiretle hareket etmek esastır (12/108). “Basiret üzere olmak” demek; “Bilerek, akla uygun, bilinç ve duyarlıkla donanmış bir kavrayışla, bir delile dayanarak, insanların idraklerine hitab ederek, inandırıcı kanıtlar göstererek, düşünmeksizin ve taklit yolu ile değil, sorgulayarak…” anlamlarına gelir.
İnsanların Allah’ın yanı sıra kutsal saydıkları sorgulanamaz şeyler, çoğu zaman bir değer atfedilmenin de ötesine geçer. Eğer Tanrı formuna sokulmadılarsa yarı Tanrı şekillerde en iyimser yaklaşımla Allah’a yaklaşmak için vesile edinilirler (39/3). Bu anlamda; bir sorunu çözmek, bir derde çare bulmak veya hayatın merkezine oturtulmak gibi bir içerik kazandırılan kutsal, hemen puta dönüşür. Bu dönüşüm; önceleri, insan nezdinde soyut bir telakkiyken elle tutulabilecek somut bir objenin cazibesine evrilerek çözüm üretme aceleciliğiyle ortaya çıkar. Sonra bir ömür aldanma ve aldatmanın konusu olagelir.
Hz. İbrahim’in yaşadığı dönemdeki putları kırdığını bilirsiniz. O, bu fiilî eyleminin öncesinde ve sonrasında özellikle kendi toplumunun bir takım heykel ve sembollere yüklediği anlamları eleştirmiştir. Bu sorgulama neticesinde kırılan putlardan ziyade sarsılan o toplumun ideolojisi olmuştur. Putların yenisini yapmak mümkün olduğu hâlde onları asıl kızdıran şey kendi zihinlerinde tutarlılığını yitirerek tartışma konusu haline gelen kabulleri/itikatlarıdır. İşte “Bunu İlâhlarımıza sen mi yaptın ey İbrahim?..” (21/62) demelerinin ya da heykel kırma eylemi karşılığında onu ateşe atmak gibi oldukça ağır bir cezayı öngörmelerinin altında bu öfke yatar. Normal şartlarda bir putu balyozla kıramazsınız. Kırsanız bile yeniden veya yenisini yaparlar. Bir putu kırmanın tek yolu onu sorgulamaktır. Eleştirerek putu ancak sarsarsınız. Eğer sorgulama, beraberinde Hz. İbrahim’in ki gibi ahlakî bir duruş da barındırıyorsa putu yere yatırmanız işten bile değildir. Bu durumda sarsılan ve yere yatan aslında onun arkasındaki önyargı ve kabullerdir. Zira gerçek bir imanla desteklenen sağlam bir ahlakî yapının gücü karşısında uzun süre hiçbir şey duramaz ve dayanamaz.
Şimdi aşağıdaki şu ayetlere dikkat edin;
“Hani, o babasına ve kavmine; ‘Nelere kulluk ediyorsunuz?’ diye sormuştu. Onlar da: ‘Putlara kulluk ediyoruz ve her zaman, kendini onlara adamış kimseler olarak kalacağız!’ diye karşılık verdiler. (İbrahim:) ‘Peki, yalvarıp yakardığınız zaman sizi işittiklerine yahut size fayda ya da zarar verebildiklerine (gerçekten inanıyor musunuz)?’ dedi. ‘Ama’ diye çıkıştılar, ‘Biz atalarımızı da bunu yapıyor gördük!’ (İbrahim:) ‘Peki (bu) taptığınız şeylere (başınızı kaldırıp da) hiç bakmadınız mı, sizler ve sizden önceki atalarınız? İmdi, (bana gelince, ben biliyorum ki,) şüphesiz (bu düzmece tanrılar) benim düşmanlarımdır (ve benim için) âlemlerin Rabb’inden başka (İlah yoktur); beni yaratan da, bana doğru yolu gösteren de odur ve beni yediren de, içiren de odur ve hasta olduğum zaman beni iyileştiren ve beni öldürecek olan ve sonra yeniden diriltecek olan (hep) odur. Ve hesap günü’nde hatalarımı bağışlamasını umduğum kimse de odur. Ey Rabb’im! Bana (doğruyla eğrinin ne olduğuna) hükmedebilme bilgi ve yeteneğini bağışla ve beni dürüst ve erdemli insanların arasına kat ve gerçeği benden sonrakilere ulaştırabilme gücü ver bana ve beni o nimetlerle dolu bahçenin varislerinden biri yap! Ve babamı bağışla; çünkü o gerçekten yolunu şaşıranlar arasında. Ve o herkesin kaldırılacağı gün beni utandırma.’ dedi.” (Şuara, 26/70–87)
Bu ayetlerde, Hz. İbrahim’in Rabb’ini tanımlarken kurduğu cümlelere dikkat ederseniz tersinden muhataplarının kendi putlarına yükledikleri anlamları bulabilirsiniz.
Âlemlerin Rabb’i;
Yaratan,
Doğru yolu gösteren,
Yediren ve içiren,
Hastalıkları iyileştiren,
Öldüren ve sonra yeniden diriltecek olan,
Ve hesap gününde hataları bağışlaması umulan odur.
Bu konuların hepsi, insanlar için hayati bir önem taşır ve bir takım sembollerle Allah dışında bir şeylere yakıştırılması haksızlıktır. Demek bu cahil halk; doğru yolu bulmak, rızkını temin etmek, hastalıklarını iyileştirmek, ölüm korkusundan kaçmak ve umduklarına kavuşmak için bu putlara bazı anlamlar yüklemektedir. Kaynağı beşerî olan bir düşüncenin bütün bu talepleri karşılaması nasıl beklenebilir? Hangi ideoloji insana bu kadar geniş bir çerçevede cevap verebilmiştir? Sonuçta insanlar, bu taleplerini karşıladıklarını düşündükleri şeyler önünde boyun eğmek zorunda kalmayacaklar mı?
İnsanların bu taleplerini karşılamak adına yöneldikleri şeyler, mistik bir kurgu içinde kutsanmadan ilgi çekemeyecekleri için olağanüstü şekillere sokulur. Hiç değilse yenilmez kahramanlar, alçak düşmanlar ve cesaret öyküleriyle dolu masallar kurgulanır. Çoğu zaman bu kurgunun içeriğine mitolojilerden ya da dinden de eklemeler yapılır. Bu çaba sadece türbe, yatır, kabir, fal, nazar, büyü hikâyeleriyle oluşturulmaz. Anıt, heykel, uzay, burç, astroloji, enerji gibi çağdaş formları da vardır. Amaç bunlar üstünden hayata veya hayatta olanlara dair mesajlar üreterek insanları güdülemek ve mevcut yapıyı korumaya yönelik kazanımlar elde edilmesine imkân vermektir. Dinin böylesine çıkar ilişkilerine alet olmasını önlemek için şüphesiz doğru anlaşılması gerekir.

Sâmiri Çabası
Put oluştururken dinden yardım almaya “Sâmiri çabası” demek yerinde olur. Kur’an anlatımında Sâmiri, Hz. Musa’nın yokluğunda oluşturduğu puta anlam ve içerik kazandırırken “Elçi’nin İzi” nden almış/çalmıştır. Şöyle ki;

“(Sâmiri): ‘Ben, onların görmediklerini gördüm. Elçi’nin eseri (izi)nden bir avuç aldım da attım; nefsim bana böyle (yapmayı) hoş gösterdi.’ dedi. “ (Taha, 20/96)
“Ben onların görmediklerini gördüm…”
Yani;
Herkesin tapınma ihtiyacı var.
Gizemli şeyler de merak uyandırıyor.
Daha iyi ve daha çok yaşama arzusu kimde yok ki?
İstediği anlamı yükleyebileceği bir sembol kimin işine gelmez?
Dokunabileceğin somut bir Tanrı figürünün kandıran cazibesi ve
Yaptırımları olmayan eğlencelik bir dinle tatmin olmak da cabası.
Baktım sorumluluğu üstlerinden atacak bir kutsal ikon işlerine gelecek.
Boğa kültünün tarihlerinde ısrarla tapınmalarına konu olduğunu da bildiğimden,
Mısır’dan çaldıkları ziynetlerden katıp karıştırıp bir buzağı yapmaya karar verdim.
Zaten Musa’nın yüklü bir dinî yaptırımla geleceğinden korkup sızlanıyorlardı.
“Elçinin eserinden bir avuç aldım da attım…”
Yani;
Musa’dan öğrendiğim bir sürü şey vardı.
Hiçbir insan kulluk etmeden duramazdı.
Rabb’in vasıflarından bir kısmını çalıp
Sadece onlara ait olacak bir din oluşturdum.
Bunun içinden de sorumluluğun baskısını atıp
Arzuların İlah olduğu bir kutsal alan peydahladım.
Milletin altınlarını toplayarak yaptığım altın buzağı heykeli,
Aslında insanların ihtiraslarının şekle bürünmüş somut haliydi.
Kendine tapınmanın daha uygun ve kolay bir yolunu bulamadım.
“Nefsim bana böyle (yapmayı) hoş gösterdi…”
Yani;
Herkes bir tiyatro oynamıyor mu?
Din de insanların elinde,
Bir avunma aracı olabiliyorken,
Mutlu olmak adına,
Aldanmanın kime ne zararı var?
Ne olmuş sanki!
Bu sefer senaryoyu ben yazdım.
Sâmiri; insanların ihtiraslarını tapınma ihtiyaçlarıyla birleştirmişti. Yaptığı düzmece şey, İlah’ın vasıflarından bir kısmını, oluşturduğu sembole eklemlemekten ibaretti. Dahası, onların beklentilerinden oluşturduğu bu sembole elçinin öğretilerinden aldığı bilgi ve değerlerden bir kısmını yükleyerek onu meşru bir zemine çekmiş yani ona din aşısı yaparak kutsamıştı. Hesap sormayan, soramayan bir Tanrı ile onları rahatlatmıştı. Onlara göre imtihanı ve sorumluluğu olmayan bir alandı bu. Hâlbuki bu satın aldıkları puta karşı ödedikleri bedel çok ağırdı. Kaybettikleri şey kişilikleriydi. Bir istek, İlahlaşma iddiasına soyunduğu zaman kendi gibi pek çok İlah ile savaşmak zorunda kalır. Adalet ve eşitlik mumla aranır hale gelir. Yükselen ve alçalan benlikler oluşur. Tanrı olmak kolay mı? Kişinin put yontarken yaptığı inşanın yapı taşları, kendinin ya da başkalarının şahsiyetinden çaldıklarıdır. Nitekim “Tanrı” fikri, gücünü kendinden almadığı zaman vampire dönüşür. Bilindiği gibi sahte Tanrılar, insanlardan beslenir ve onlara ağır bedeller ödetir. İnsanların kanını emer, bitirir. Dünyada ki hükmetme yarışlarının ne kadar kanlı sonuçlandığını söylemeye bilmem gerek var mı?
İnsan, yaşadığı hayatın risklerinin farkına vardığı an, tehlike saydığı şeylerden kendisini koruyacak surlar inşa etmeye başlar. Hayatın olası risklerinin oluşturacağı tehlikelere karşı kendine tutunacak dallar arar. Bazıları daha ileri giderek bu surlara kendi bayrağını diker. Kendi yazdığı senaryoda kendini kahraman ilan eder. Kendi için yaptığı bu kalenin bütün taşlarını kendi emeği ile imal edemez. Başkalarının taşlarından çalmaya başlar.(4/78, 33/26, 59/2) Bu gayretini neredeyse ölünceye kadar devam ettirir. İnsanın kendi arzu ve isteklerini gerçekleştirmeyi umduğu sahada edindiği sembolleri puta çevirmesi ya da bu uygun zemini kaybettiğinde alan değiştirmesi an meselesidir. Beklentilerin oluşmadığı zamanlarda bu yer değiştirmeye “Putunu yemek” denilebilir. Sadece bu açgözlülüğü bile insanın ne kadar kaygan bir zeminde hareket ettiğini gösterir.
Put, sadece menfaati simgeler. İnsanların ortak beklentilerinden yola çıkar. Beklentileri, odak noktası haline getirir. Her sahaya ve topluma ait özel biçimleri vardır. Umut aşılar. Fakat ulaşılmazdır. Çünkü ulaşıldığı anda gizemini kaybeder. Kur’an bu putlaştırılan obje ya da düşünce biçimlerinin insanların sorunlarına cevap verip çözüm üretememelerini onların sahte oluşlarıyla ilişkilendirir (7/194, 35/14, 18/52).
Kişinin yetiştiği muhitten tutun aile içinde ve dışında aldığı eğitime kadar pek çok şeyin insan zihnini oluşturduğu ve yönlendirdiği bilinir. Sahip olduğu dünya görüşü bu çevrelerden aldıklarıyla şekillenir. Bu şekillendirme ve yönlendirmelerle beraber insanın objektif kalmasının ve sağlıklı sonuçlara varmasının güçlüğünü fark edersiniz. Buna rağmen kaynağı beşerî olan bir düşüncenin herkes için her zaman geçerli olduğu varsayımı, kutsallaştırmanın ilk adımı sayılır. Bu anlamda bütün ideoloji sahipleri de mümindir. Zira bir şeylere inanma ihtiyacı fıtrîdir.
İlk olarak bir şeyin put olması için önce ulaşılmaz olması gerekir. İdeolojiler bu anlamda sürekli vaat eden ama ulaşılmaz, ulaşılamaz olarak kalırlar. Birileri tarafından verilecek bir hak görüntüsündedirler. Hiçbir yerde doğru dürüst uygulama alanı bulamazlar. Hep aşama aşama varılacak bir sonuç, bir amaç olarak kalırlar. Bu ulaşılmaz halleriyle toteme dönüşürler. İnsanların daha iyi yaşama taleplerini emer ve özgürlükleri pervasızca tüketirler. İkinci olarak, dokunulmazdırlar. Eleştirilmelerine müsaade etmezler. İde iken erk olurlar. Zamanla derinlemesine bir kapsam kazanarak ikonlaşırlar. Asla tartışamayacağınız ilkelerle beslenir ve evrensel olma iddiasına sarılırlar. Sınırlar çizerler. Belli bir çizginin üstüne çıkmak için sizden itaat ve iman beklerler. Dışına çıkamayacağınız alanlar belirleyerek kendilerine özel kapsamlar oluştururlar. Normal şartlarda, insanların ortak beklenti ve menfaatlerinin bir yaşam ya da yönetim biçimine dönüşmesi yanlış değildir. Yanlış olan asla ulaşılamayacak bir hedef uğrunda sorgulanamaz ilkeler edinerek bir ömür tüketmek halidir. Bugün için insanların ulaştığı seviyede, edindikleri ideolojilerin bu dünyanın zulüm ve yokluk altında inleyen insanlarına faydalı olmasını beklerken çıkar çevrelerinin ve put yapıcılarının elinde bir oyuncağa dönüştüğünü görmek üzücüdür. Nitekim hiçbir kavram kendi kendine konuşamaz. Dolayısıyla bu kavramları oluşturup, isimlendiren ve ona içerik, anlam ve amaç kazandıran yine insanlardır (7/71, 12/40, 53/23).

Kim Sorgulanır?
Hangi din anlayışı; yetim, yoksul ve ezilen insanları göz ardı edip emperyalistlerin ekmeğine yağ sürecek hurafe ve batıl inançların kaynağı olma yolunda afyona dönüşmeyi kabullenebilir? Bu anlamda; türbe, anıt, kabir veya diğer sosyal ve siyasal semboller üzerinden hayatın somut problemlerine nasıl çözümler üretilebilir? Ekonomik ve sosyal hayatın sıkıntıları karşısında reel açılımlarla sorunlarına çözüm bulamayan insanların; doğru dürüst yaşamak, geçinmek ve düşünmek gibi haklı taleplerini çözmeye çalışmak yerine tarihe gömülmüş ya da ölmüş kişileri, görüşlerini veya ideolojileri halkın gündemine taşıma çabaları sağlıklı olabilir mi? Eğer bunlara sembolik anlamda bir fikri yaşatma çabası olarak bakılacaksa daha vahim sonuçlar beklenmelidir. Nitekim tarihin bir bölümünde kendi indî şartları içinde gerçekleşmiş düşünce ve olayları –doğru olsalar bile- ilkeleştirip bugüne ait sorgulanamaz gerçekler olarak ortaya koymak ve bunları evrensel saymak tehlikelidir. Aradaki zaman farkından dolayı bu yaklaşım tarzları içinde ister istemez mukayeseler ve yorumlar barındıracaktır. Ve belki de zaman ve şartlarla kayıtlı bu özel tespitler, herkes için kabul edilmesi gereken dayatmalara dönüşecektir. Üstelik dayatma olduğu anlaşılmasın diye tartışılmasına ve sorgulanmasına müsaade edilmeden mistik anlamlarla süslenebilecektir. Bilindiği gibi bir şeyi mitolojiye çeviren şey basit ve kurgulanmış olaylar üstüne metafizik anlamlar yüklemektir. Allah için öngörülen bütün taleplerin sadece insanların yararına olduğu düşünülürse Allah’a rağmen oluşturulan bu efsanelerin neredeyse tamamının birilerinin çıkarlarına hizmet etme şüphesi her zaman vardır. Bu şüpheden dolayı put için, “İnsanın ihtiraslarının arkasında gizlendiği yine kendi tarafından kutsanmış örtüdür.” tanımı uygun düşmektedir. Unutulmamalıdır ki put üreten sistemler, Allah’tan rol çalar ve onunla kandırmayı da deneyebilirler (31/33, 35/5). Saltanatların veya iktidarların güdümüne girmiş ve kitabına uydurulmuş bir “din” den kimseye hayır gelmez. Söz konusu şey “Hükmetme” olduğunda “Allah” diyene bile şüpheyle yaklaşılması gerekirken kaynağı “beşerî” olan bir iddia hayli hayli sorgulanmalıdır. Tarih bu tezlerin altından bir çapanoğlu çıktığına çok defa şahittir. Herkes için adalet, eşitlik ve özgürlük getirmeyen her düşünce ne adına ve kim için olursa olsun reddedilmelidir.
Ayrıca putların gölgesinde oluşan sanal gündemlerin meşguliyeti oldukça zaman alır ve sizi reel dünyadan öylesine uzaklaştırır ki gerçeğin ne ve hangisi olduğuyla uğraşmaktan başka bir şeye bakmaya mecaliniz kalmaz. İnsanlar aç ve açıkta iken onlara ilke ve ideoloji dayatmanın ya da cin ve büyü hikâyeleriyle oyalamanın onları kandırmak ve uyutmaktan başka ne anlamı olabilir?
İslam düşüncesinde, dokunulmaz ve sorgulanamaz olan sadece Allah’tır. Sadece o “la yusel” sayılmalıdır. Kutsal, bir şeyi önemli kılmak ise onun dışında her şey ona yakınlığı nispetinde değer kazanır. Allah, her şeyi yerli yerinde ve amacına uygun bir şekilde yaratmıştır. Birden fazla İlah anlayışı, bu düzenin bozulmasının en önemli sebeplerinden biri sayılmıştır. Dolayısıyla insanın gerek dış gerekse iç dünyasındaki düzen ve disiplini sağlamak için tek İlah kabul etmesi konusunda ısrar edilmiştir.  Kaosa gelince, Allah’ın yaptığı hiçbir şeyden “suç” ya da “kusur” sayılabilecek bir şey hâsıl olamayacağına vurgu yapılarak olup biten olaylarda sorumluluğun insanda olduğu açıkça dile getirilmiştir.
“O, yaptığından dolayı sorgulanamaz fakat onlar sorgulanırlar.” (Enbiya, 21/23)
 “O, yaptığından dolayı sorgulanamaz…”
Çünkü;
“…Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?” (67/3)
“O, yaptığından dolayı sorgulanamaz…”
Çünkü;
 “…Hiç kimse Allah kadar güvene layık olamaz.” (4/132)
“O, yaptığından dolayı sorgulanamaz…”
Çünkü;
 “Dilediğini yaratan ve (insanlar için) en iyi olanı seçen senin Rabbindir…” (28/68)
Sorgulanamaz;  herhalde buna gücünüzün yetmeyeceğinin de farkındasınız. Sorgulanamaz; çünkü eksik bir şey bırakmadan üstüne düşen her şeyi zaten yapıyor. Sorgulanamaz; zaten her şeyi belli bir ölçü, düzen ve denge içinde amacına uygun şekilde yaratıyor. Sorgulanamaz; zira başınıza gelen bütün musibetler kendi ellerinizle yaptıklarınızdan kaynaklanıyor.
İnsan, samimi ve dürüst davrandığı sürece ileri sürdüğü şikâyet ya da mazeretlerin tamamının aslında Rabb’iyle bir ilişkisi olmadığının farkındadır (75/14, 15). Çünkü O; rızık verenlerin (62/11), yardım edenlerin (3/150) ve hükmedenlerin (10/109) en iyisidir. Adalet ve merhametini sizin için sonuna kadar kullanır. Zihninizdeki mükemmelliğin tam karşılığı odur. Bu durumda onun sorgulanması ve sonuçta suçlanması düşüncedeki bütün saf iyilik ve güzellikleri sarsacaktır.

Masum Değiliz Hiç Birimiz
Herhangi bir şey, beşeri ya da dünyevî vasfını yitirmeden kutsallaşamaz. Dokunulmazlık ve masumiyet yani günah ve hatalardan uzak kalmak kimsenin harcı değildir. Söz konusu peygamberler (a.s.) olduğunda da durum böyledir. Kur’an, elçiler de dâhil olmak üzere pek çok insanın yaptığı hatalı ya da yanlış şeyler için uyarı ve öğütlerle doludur. Ancak peygamberlerin Allah tarafından seçilmeden önceki hayatlarının, olabildiğince düzgün olduğu düşünülmektedir. Nitekim dürüst ve güvenilir yapıları, onların seçilmelerinde de rol oynamış olmalıdır. Risâlet sonrası peygamberler, vahyin eğitiminden geçmiş olmaları ve edindikleri yüksek ahlaklarıyla büyük günahları/suçları zaten işlemezler. Tamamen iyi niyetlidirler ve kasıtlı olarak kötü bir şey yapmış olabilecekleri düşünülemez. İşledikleri muhtemel hatalar, engellenmez ama bizzat İlahî irade (vahiy) tarafından düzeltilir. Çünkü örnek konumundadırlar. Bu örneklikleri hasebiyle İslam uleması da haklı olarak onlara toz kondurmamıştır. Onlara duyulan saygıdan dolayı yaptıkları hatalara “günah” yerine “zelle” demeyi tercih etmişlerdir. Saygıya layık olan budur. Ama bu yaklaşım dahi onları masum yapmaz ve beşeri yönlerini ortadan kaldırmaz. Uygun olan da budur. Bir şeyin kutsallaştığı oranda uzaklaştığı unutulmamalıdır. Resulleri insanüstü kılmak onları örnek almayı önleyecektir. Zira onları beşer vasfından soyutlayacak her teşebbüs, örnek alınmalarını zorlaştıracak hatta imkânsızlaştıracaktır. Bir saygı ifadesini olağanüstü insan formuna dönüştürmek, kaş yapayım derken göz çıkarmaya benzer. Peygamberi öveceğim derken ulaşılmaz kılarak göğe yükseltmek onu hayattan koparmak anlamına gelir. Hâlbuki bize örnek olacak ve önderlik yapacak kişinin yerde yürümesi, çarşı pazar gezmesi ve bizim gibi yaşaması gerekir (25/7). Örneğin hakikati inkâr etmekte ısrar edenlerin, peygamberlerin yanında bir melekle dolaşması ya da bizzat kendilerinin “Melek” olmaları gerektiği hususundaki iddialarının arkasında “hileli” bir anlayış vardır (6/9, 11/12, 17/95). Melek bir peygamber istemek laik bir tavırdır. Hayattan kopuk ama kutsal veya örnek alınamayan ama mübarek bir kişi tasavvuru, yarı İlah görüntüsüyle dünyalı olamaz. Dolayısıyla “melek” istemek; “Yaşadığımız dünyaya ait olmayan birinin emir ve tavsiyeleri de bizi bağlamaz.” veya “Bir meleğe nasıl ayak uyduralım!” anlamında gizli bir reddediş içerir. Sorumluluktan kaçmanın yolu budur. Bu bir tuzaktır. Bu yüzden bütün peygamberlere ait ortak bir cümle hep kurula gelmiştir; “Ben de sizin gibi bir insanım.” (41/6). Nitekim bütün ömürleri insanları sorumluluğa davet etmekle geçen peygamberlerin kendilerini kutsayıp bu yaklaşımın dışında tutmuş olmaları düşünülemez (3/64, 79). Ayrıca Kur’an’da, peygamberlere dahi hesap sorulacağından bahsedilmesi kayda değerdir.
“Yemin olsun, kendilerine elçi gönderilenleri muhakkak hesaba çekeceğiz; gönderilen elçileri de mutlaka hesaba çekeceğiz.” (A’raf, 7/6).
Aslında peygamberlerin cennete gireceği “neredeyse” bellidir. Buna rağmen ayetteki “hesap sormak” tan kasıt, bu yolda birilerinin -özellikle yöneticilerin- kendilerini bu hesap verme anlayışı dışında tutmalarını önlemek için olmalıdır. Dolayısıyla kendisinden hesap sorulamayacak hiç kimse yoktur. İslam’ın diğer sistemlerden ayrıldığı önemli noktalardan biri, toplumda en üstteki ile en alttaki kişinin hukuk karşısında eşit olduğu anlayışının uygulamada bizzat karşılığının bulunmasıdır. Bu uygulama, bütün bireylere sorumluluk yükler. Özellikle yöneticiler, halka karşı sorumludurlar. Tarihte “masumiyet” anlayışındaki aşırılıklar yüzünden pek çok yönetici ya da lider, bu düşünceyi kendisine zırh yaparak sorumluklarını askıya alabilmiştir. Çünkü nihayetinde peygamberlere yakıştırılan bu vasıf zaman içerisinde onlara da yapışıp kalmıştır.
Kim olursa olsun şahısların kutsallaştırılarak kurtarıcı rolüne sokulması ve insanın bu vehmettiği sorgulanamazlıklardan kendisine pay veya nasip çıkarması makul değildir. Ayrıca Peygamberimizin, kızıyla ( Buhari; Vasiye, 11), Hz. İbrahim’in, babasıyla (60/4), Hz. Lut’un da hanımıyla (66/10) ilişkilerindeki “…Seni kurtaramam…” ya da “Allah’tan sana gelecek şeye engel olamam.” yaklaşımı dikkate alınırsa insanın sorumluluklarını başkasına yükleyerek hiçbir gayret göstermeden hesaptan kurtulmayı düşünmesi de doğru olmamalıdır.
Arkadaşlarının ara sıra “Bu bir vahiy mi yoksa kendi görüşün mü ya Rasûlullah?” diye sormalarına bakılırsa son derece nezaket taşıyan bu yaklaşım, onların İlahî olanla beşerî olan ayrımına dikkat ettiklerini gösterir. Eğer “Hayır, kendi görüşüm.” cevabını alırlarsa, gerekli gördüklerinde; “Müsaade ederseniz ben de görüşümü söyleyebilir miyim?” şeklinde konuya katılmak istemeleri takdire şayandır. Bu tarz, onların neye karşı çıkabileceklerini ve nerede söz sahibi olduklarını bildiklerine işaret eder. Hatta iniş sebepleri söz konusu edildiğinde bazı ayetlerin; arkadaşlarının peygamberimize yaptıkları itirazlar karşısında onları haklı çıkaracak şekilde gelmesi de bunu teyit eder. Onlar; Allah konuştuğunda susmayı, peygamber konuştuğunda ise kendi düşünce ve yorumlarıyla katkıda bulunmayı seçmişlerdir. Kutsal olanla olmayanı ayırt etmek tam anlamıyla budur. Nitekim peygamberimizin, arkadaşlarının sözüne böylesine değer ve önem veren tavrını da örnek almak gerekir. Yeryüzünde yönetici olduğu halde böyle davranabilen çok az kişi vardır. Ayrıca gerçek görüş alış verişi (istişare) de budur. Yoksa sadece danışmak ve sonunda kendi bildiğini okumak değil.
Peygamberimizin arkadaşları için de aynı durum söz konusudur. Gösterdikleri liyakat ve fedakârlıklar açısından hepsi saygıdeğer insanlardır. Onların gayreti; İslam’ın anlaşılmasına, yaşanmasına ve yayılmasına katkı sağladığı için rahmetle anılmaları gerekir. Yine İslam dininin bize kadar ulaşması onların vesilesiyle olmuştur. Onlar, hak-batıl mücadelesinin öncüleri olarak tarihe geçmişlerdir (9/100). Her türlü iyilik ve hayırda öne geçemeye çalışarak topluma örnek olmuşlardır (23/61). “…Allah onlardan razı olmuş; onlar da ondan razı olmuşlardır…” (9/100, 58/22) ayetlerinde sözü edilenler yine onlardır. Peygamberimizle beraber mücadele etmiş, eziyet çekmiş, hicret etmiş ve ona yardım etmiş olmaları bütün müslümanlar nezdinde onları saygın kılmış ve cennetlik olduklarının düşünülmesine neden olmuştur. Doğrusu da budur. Hatta bir kısmına “Aşere-i Mübeşşire” yani “Müjdelenen On Kişi” yani bu anlamda bazıları için “Cennetle Müjdelenenler” denilmesinin altında bu sebep yatar. Bu, “Onlara bakın cennetin yolunu bulursunuz.” anlamında toplum açısından peygamberimizin uyguladığı bir eğitim yöntemi olarak anlaşılmalıdır. Buradaki amaç, halk içinde örnek alınabilecek bireylerin sayısını arttırarak insanların doğru yolu bulmalarını kolaylaştırmaktır. Nitekim çeşitli vesilelerle bir arkadaşını göstererek “Cennetlik birini görmek isteyen ona baksın.” şeklindeki yaklaşımları, insanları onlar gibi iyi davranışlar geliştirmeye teşvik etmek içindir. Nitekim Kur’an öğretisinde; insanın kendisini ya da bir başkasını, hesap vermeden daha dünyadayken cennete girme garantisinde görmesi (recâ) doğru bulunmamıştır. Ayrıca benzer bir yaklaşım içinde “Nasıl olsa affedileceğiz.” (7/169) diyerek cenneti parselleyen ehl-i kitap taraftarları da kınanmıştır. Sonuçta biz bütün sahabeleri sever, hayırla ve rahmetle anarız. Tabiî ki onları örnek almak imkânı açısından kutsamadan ve insan olduklarını unutmadan…
Peygamberimizin sakalı ve hırkası için de aynı tutarlı yaklaşımı sergilemek gerekir. Onları kutsamak ve çevresinde tavaf ederek bir sorunu çözmek ya da Allah’a yaklaşmak için vesile kılmaya çalışmak yanlıştır. Peygamberimize ait olan şeyler, bize onu hatırlatır. Zemzem’in Hz. İbrahim’i, hanımını, İsmail’i ve onların mücadelelerini hatırlatması gibi. Onları bize hatırlatan her şey, değerlidir. Bu değerin büyüklüğünü ifade etmek açısından peygamberlere ait olduğu düşünülen eşyalara “Kutsal Emanetler” denilmiştir. Bu sadece bir saygı ve hatırlama ifadesi olarak kalmalıdır. Aksi halde bir eşyanın kutsanmasının bireyi o eşyadan medet umar hale getirmesi söz konusu olacaktır.
Burada Ehl-i Kitab’ın “Kutsa ve gönder.” tavrıyla bir şeyi erişilmez ve olağanüstü yaparak ondan uzaklaşmak istemelerini hatırlanmalıdır. Kitap ehlinin, bütünüyle kutsal edinmeye dayalı ve sayısız aziz üretmiş bir yaklaşımın sahipleri olarak, dünyadan bu kadar kopuk bir tasavvur benimsemeleri düşündürücü değil mi? Dikkat edilirse put edinme gayreti sadece din dışı alanlarda değil bizzat dinin içinde hortlatılan bir olgu olarak bütünüyle cehaletin eseridir (7/138). Tabiat boşluk kabul etmez. İnsanın zihni de öyle. Doğrunun girmediği yere yanlış yerleşir. İnkârla nitelenebilecek sahte davranışlar, sonuçta sahibini esir alan batıl inanışlara kapı aralar. Şu ayette anlatıldığı gibi; “Zira hakikati reddetmeleri yüzünden bunların kalplerini (altın) buzağı sevgisi kaplamıştır.” (2/93). Ve bu sevginin âhirette herhangi bir karşılığı olabilir mi?

Puta Tapmak
Allah dışında veya yanı sıra bir şeyin dokunulmaz ya da sorgulanamaz olması onu putlaştırır. Put, sahte İlah görüntüsü demektir. Doğaüstü etkileri olduğuna inanılan güçler gibi. Özellikle Kur’an’ın indiği dönemde “Put” anlayışının taşa-toprağa tapma olarak anlaşılması, farkında olmadan nüzul ortamını fazlasıyla ilkel kılmaktadır. Mekke cahiliye devri yeterince iyi tahlil edilseydi, putlara taptığı söylenen insanların aslında sanıldığı kadar ilkel olmadığı bilinirdi. Nitekim Kur’an’ın indiği ortamın onun içeriğini anlamayı vacip kıldığı düşünülürse en azından bu seviyeye uygun bir kültürel ortam var saymamız gerekecektir. Bazılarının dediği gibi Mekke müşriklerinin hemen her birinin kendilerine özel kitap ya da sahifeler indirilmesini istemeleri, bilinenin aksine o ortamdaki okuma yazma oranının çokluğuna işaret eder (17/93, 74/52). Üstelik söz konusu ilkelliğin görüntüsü konumundaki putçuluk, zannedildiği gibi sadece bir taşa tapma eylemi de değildir. Her put, arkasında gizemli ya da yarı açık bir düşünce taşır. Bu düşünce, saf anlamıyla bazen bir ideolojiyi içerebileceği gibi süslenmiş ilkeler altında bir menfaat beklentisini de barındırabilir (53/27–29). Hatta bu sembolün oluşmasına kaynaklık eden saikler irdelendiğinde; ekonomik, sosyal ya da siyasi bir arka planla karşılaşırsınız. Günümüzde de bu arka plana sahip pek çok putlaştırılmış şey bulabilirsiniz.
Risâletin başladığı ilk yıllarda Kâbe’de bulunan üç yüz altmış küsur putun her biri aslında bir kabilenin sembolüydü. Mekke site devleti, her kabilenin kendi putunu Kâbe’de temsil etmesine izin vererek kendi çapında bir  “Birleşmiş Milletler” oluşturmuştu. Bu temsil, orada düzenlenen panayır türü etkinliklerle ticari ve siyasi olarak Kureyş’in liderliğini pekiştiriyordu.
O günlerde amcasının peygamberimize söylemeye çalıştığı şey şuydu;
“Yeğenim, gel anlaşalım. Her millet kendi Tanrısına tazim için buralara kadar geliyor. Panayırlar ve pazarlar oluşuyor. Tapınıyor ve alışveriş yapıp gidiyorlar. Biz de para ve itibar kazanıyoruz. Üstelik bu sayede ortak kültürel bir mirasın sahibi olarak hem atalarımızla aramızda bir bağ kurabiliyor hem de toplumsal birlik ve bütünlüğümüzü sağlıyoruz. Sen şimdi bu put dediğin şeyleri kırıp kaldırmamızı ve İbrahim’in dininin tek Tanrı anlayışına geri dönmemizi mi istiyorsun? Dediğin gibi yapsak nereden gelir elde edeceğiz? Karnımızı nasıl doyuracağız? Halkımızı bir arada nasıl tutacağız? Kâbe bu tapınmalara kaynaklık etmez ve buraya kimse gelmezse itibarımızı nasıl koruyacağız? Aç ve açıkta kalmaz mıyız? Bu durumda kim bizi doyurur ve kim bizi korur?”
Bu yaklaşımın ardından şu sure indirilmişti.
“Kureyş’e kolaylaştırıldığı, evet, kış ve yaz seyahatleri onlara kolaylaştırıldığı için onlar, kendilerini açlıktan doyuran ve her çeşit korkudan emin kılan şu evin Rabb’ine kulluk etsinler.” (Kureyş Suresi)
Cevap anında geldi;
Yani
Korkmayın.
Ben doyuracağım ve ben koruyacağım.
Öyleyse sadece Kâbe’nin Rabb’ine kulluk edin.
Zaman içerisinde Kâbe’nin Rabb’i, sözünü tuttu. Oraya gerekli ihtimamı gösterdi ve itibarını yükseltti. Ancak ne yazık ki sonradan Kâbe, inandığını söyleyen insanlar elinde esas fonksiyonlarını yine kaybetti. Hac, inananlar için ortak bir platform olmaktan çıkıp tekrar bir sülalenin itibarına ve servetine hizmet eder oldu. Kureyş gitti. Suud geldi. Belki taştan putlar kalktı ama yerine başka semboller geçti. Hala aç kalmaktan korkuyorlar ve hala güvenlik sorunları var.  Bu yüzden emperyalist güçlerle kol kola geziyor ve bir türlü İbrahim’in dinine geri dönmüyor, dönemiyorlar. Haccı ve hacısı çok milletlerin bu kadar haksızlıklarla hemhâl ortamların bireyleri olması bunu göstermiyor mu?
Put;
İnsan zihninin ürettiği totem,
Sahte ya da sanal İlah görüntüsü,
Beklenti ve tutkuların altında yattığı örtü,
Aldatmak kastıyla şahsi çıkarların arkasında gizlendiği kutsallaştırılmış şey,
Arkasına sığınılarak kendi taleplerini meşrulaştırma çabasına hizmet eden sembol demektir.
Bir duygu ya da düşünceyi puta çeviren şey onu kutsamaktır. Kutsamak, onu dokunulmaz ve sorgulanamaz kılarak her şekilde size emretmesine imkân tanımaktır. Buradaki emretmek; basit alışkanlıklar, disiplin ve düzen sağlama anlamında değildir. Bilakis; dünya görüşü, hayat algısı ve otorite edinmek türünden bütün davranışlara kaynaklık edip yönlendiren bir güç ya da güçler telakkisidir. Hatta bu otorite, güvenlik ve özgürlük alanlarını belirleyen bir kabul/iman zemininde hareket eder. Örneğin herkes gibi bir şeyleri seversiniz. Ama hiçbirini Allah yerine koyamazsınız. Ayrıca bir sevgiyi Allah’a rağmen başlatamazsınız. Allah gibi sevemezsiniz (2/165). Sevginin başka bir objeye yönelerek emretmeye başlamasıyla insanın özgürlük alanları daralır. Hayat algınızda bir objenin sevgisi size emrediyor ve arkasından neyi nasıl yapacağınızı ya da yapmayacağınızı söylemeye başlıyorsa orada “şirk” var demektir. İnsanın bütün varlığını uğruna adamasına bakılırsa sevginin tutunduğu objenin değeri epey büyük gibi gözükmektedir. İşte Hz İbrahim’in uyarısı, tam bu noktadadır: “Siz Allah’ı bırakıp putlara taptınız. Tek sebep, bu dünyada kendinize (ve atalarınıza) karşı duyduğunuz sevgiye esir olmanızdı…” (29/25). Söylenen şey şudur: Sırf aranızda dünya hayatına mahsus bir muhabbet (ve çıkar) uğruna Allah’ı bırakıp birtakım putlar edindiniz ve bunları aranızdaki ilişkinin ve bağın ortak noktası saydınız. Hâlbuki insanların sahip oldukları hiçbir özellik Allah’ a iman kadar birleştirici ve tatminkâr değildir. Hiçbir şey onun yerini tutamaz.
Korku da böyledir. Emretmemelidir. İnsan, doğal olarak bir sürü şeyden korkabilir. Ancak o korku, hayatın merkezine oturup diğer bütün ilişkileri belirleyen emredici bir güç haline gelirse şirke konu olur. Şirk, ortaklık demektir. Ortak kılarak güç edinme gayreti, aslında bir hedeften sapmadır (36/74, 75). Bu anlamda, yaratma da emretme de Allah’a aittir. Emreden sevgi ve korku ondan başkasına yönelmemelidir. Bir güç gösterisine dönüşüp hayatın merkezine oturarak emretmemelidir. Reel olarak sevgiyi ya da korkuyu abartarak kutsamak -edebî bir anlatımın konusu olmanın dışında- insanın özgürlük alanlarını yok ederek onu “kukla”ya çevirebilir.
Bütün ibadet örnekleri, insanı kukla olmaktan kurtarmayı hedefler. Örneğin; Hac ibadeti esnasında yapılan “tavaf”, her şeyi dışarıda bırakıp yalnızca Allah’ın merkeze alınması ve böylece insanı büyüleyen şeylerden onu özgürleştirmek için yapılır. Bu eylemle sembolik olarak anlatılmak istenen şey, tam olarak budur. İnsanın hayatının merkezine koyması gereken şey “Allah” düşüncesidir. Emreden sevgi ona aittir. Yani, herhangi bir şeyin sevgisi tercih sebeplerinizi ortadan kaldırmamalıdır. Seçim yapmak, insan iradesinin en ayrıcalıklı tarafıdır. Dahası insanı insan yapan şey budur. İnsanın tercihlerinin yok edildiği alanlar, onun için “esaret” anlamı taşır. Özgürlüğünü yok eder ve başkalarının önünde küçük düşürür. Bu yüzden bir şeyi “Allah gibi sevmek” yasaklanmıştır (2/165). Kâbe yerine parayı, makamı ya da sevilen herhangi bir şeyi hayatının merkezine alıp onun etrafında dönmek doğru değildir. İnsanın hayatın merkezine aldığı şeyler, çevresinde dolap beygiri olacağı bir sömürüye ya da çıkar ilişkilerine dönüşmemelidir.
Şahsi isteklerine, vahyedilmiş ahlakî ölçülerin üstünde bir yer veren insanlar, put edinerek kendilerini kaçınılmaz olarak yok oluşa götürecek bir hayat tarzı benimsemiş; boş, anlamsız ve değersiz bir yaşam şekli seçmiş olurlar (7/139). Üstelik semboller konuşamadığı için onları konuşturan birilerinin çizdiği çerçeveyi, kendi kaderleri sanarak aldanırlar. Kur’an, vahyi görmezden gelerek insanın peşinden koşup hayatının merkezine koyduğu şeylerin, onun açlığını asla gidermeyeceğini söyler (7/194). Kişinin Rabb’ine yönelmesi dışında tam olarak tatmin olamayacağından bahseder (13/28). Öyleki her türlü kutsamanın altından beşerin pespaye arzularının çıktığına dem vurarak insanın kendini kandırmamasını ister. Nitekim “konuşamayan”  ve  “karşılık veremeyen” ölü ideolojilerin ikonları yerine her an yaratmaya devam eden gerçek İlah’a yönelmelerini önerir (21/63).
Yeryüzünde açan her çiçek, Rabb’in hala bu dünyadan ümit var olduğunu gösterir. Puta tapan bir toplumda yaşıyorsanız her güneş doğduğunda bunu düşünmeniz size iyi gelecektir.
Musa Şimşekçakan
30 Haziran 2010