YAZAR:
Stefan Zweig
KİTABIN ADI:
Rahel Tanrı’yla Hesaplaşıyor / Rahel
Rechtet Mit Gott
1. Rahel Tanrı’yla Hesaplaşıyor /
2. Üçüncü Güvercinin Hikayesi / 3. Ölümsüz Kardeşin Gözleri
ÇEVİREN:
Gülperi Sert
YAYINCI:
Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları
TARİH:
27/11/2022
NOTLAR:
…
Üçüncü Güvercinin Hikayesi: Birinci Dünya Savaşı’nda
Ölümsüz Kardeşin Gözleri: Savaş bittikten sonra
Rahel Tanrı’yla Hesaplaşıyor ise: Kendi köklerini ifade
etmeyi arayan bir bilincin sonunda ortaya çıkmıştır.
Kitaptaki üç öyküde de insanlar huzuru, barışı, Tanrı’yı ve
kendilerini arıyorlar, bu arayış sırasında kendi yaşamlarını sorguluyorlar. Üç
öyküde de barış özlemini dile getiren yazar, savaşın, şiddetin, gücün ve
öldürmenin acımasızlığına vurgu yapıyor. Üç öykünün ikisi Kutsal Kitap’tan,
üçüncüsü bir Hint efsanesinden alınma. (Önsözden)
…
Tüm eserlerinde hümanist bir karakter hakimdir, kendisi de
düşünce özgürlüğünden yanadır, fundamentalistlere ve diktatörlere karşıdır
ancak hayatı boyunca herhangi bir siyasi ya da sosyal hareket içinde bırakın
yer almayı, sadece yakınlaşmayı bile reddeder. 1933’de Almanya’da Hitler diktatörlüğünü
ilan ettiğinde, Avusturya’da da hava bozulmaya başladığında, Tüm Avrupa’nın ve
dünyanın üzerine yaklaşmakta olan korkunç savaşın gölgesi çöktüğünde, Zweig
kendini tek başına çölde hümanizmi haykıran biri gibi tedirgin ve çaresiz
hisseder. O dönemde olayların dışında kalmak, taraf tutmamak her geçen gün
zorlaşır ve Zweig faşizmin yolundaki Avusturya’yı terk etmek, vatanındaki ve
Almanya’daki iktidara karşı açık açık karşı gelmek konusunda çok uzun süre
tereddüt eder. İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi onu derinden sarsar;
ideallerinin, hümanizmin, barış ve halkların kardeşliği konusundaki çabalarının
boşa çıktığını görür. Sürgündeki diğer yazarlar gibi Hitler diktatörlüğüne
karşı yazmayı ve konuşmayı reddeder. (İrfan’ın Notu: Neden?) Köklerinden
uzakta, tüm ümidini kaybetmiş bir halde 1942 yılının 22 Şubat’ını 23 Şubat’a
bağlayan gece Petropolis’te (Brezilya) hayatına son verir. Karısı Lotte ölüm
yolculuğunda Zweig’a eşlik eder. Yazar arkasında bıraktığı mektupta bilinci
yerinde ve isteyerek ölüme gittiğini yazar. Düşünsel vatanım dediği Avrupa’nın
çöküşüne tanık olmaya daha fazla dayanamamıştır. Vatansız biri olarak yıllarca
oradan oraya gitmekten yorulmuştur. Stefan Zweig 20. yüzyılın zorba
iktidarından kaçan entelektüellerin sembolü olmuştur. (Önsözden)
İntihar Mektubu:
"Özgür iradem ve açık bir bilinçle bu yaşamdan
ayrılırken, son bir sorumluluk yerine getirilmeyi bekliyor: Bana ve işimi
yapmama huzurlu bir ortam sunan harika ülke Brezilya’ya içten teşekkürlerimi
sunmak. Her yeni günle bu ülkeyi daha çok sevmeyi öğrendim, ruhsal anavatanım
Avrupa kendi kendini yok ettikten ve ana dilimin dünyası yok olduktan sonra,
dünyanın hiçbir yerinde hayatımı bu kadar severek yeniden kuramazdım. Ama
altmışıncı yaştan sonra tam anlamıyla yeniden başlamak çok özel bir güç
gerektiriyor. Ve benim gücüm yıllar süren vatansız yolculuklardan sonra iyice
tükendi. Bu nedenle hayatımı doğru zamanda ve doğru bir şekilde sonlandırmamın
iyi olacağına inanıyorum. Ki hayatım boyunca tinsel uğraşım en büyük haz kaynağım
ve kişisel özgürlüğüm en yüce değerim oldu. Bütün dostlarımı selamlarım!
Hepsine uzun geceden sonra gelen tanın kızılllığını görmek nasip olsun! Ben,
her zamanki sabırsızlığımla önden gidiyorum.” (İnternetten)
(İrfan’ın notu: İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra büyük bir
ders alarak Avrupa ülkelerinin bir araya gelerek kurdukları şu anki Avrupa
Birliği teşkilatının durumu hakkında nasıl bir değerlendirme içerisinde olurdu?
Bu konu tartışmaya ve konuşulmaya değer olduğu kanaatindeyim)
Rahel Tanrı’yla Hesaplaşıyor
Kudüs’ün inatçı ve dönek halkı ettiği yeminini yine
unutmuştu, bir kez daha Tyr ve Ammon’un tunçtan putlarına kanlı armağanlarını
getirmişlerdi. Yükseklerde ve taş sunaklarda tütsü yakarak günaha girmeleri
yetmezmiş gibi bir de Tanrı’nın kendi evine, kulu Süleyman’ın onun için
yaptırdığı mabede Baal’ın putunu koymuşlar ve bu kutsal mekan tütsü ve kan
kokuncaya kadar yerleri kurban kanına bulamışlardı.
Tanrı, mabedinin ortasında kendisiyle alay edildiğini
görünce öfkesi ateşlendi. Sağ elini kaldırdı, gürlemesiyle tüm gökler
parçalandı. Sabrı tükenmişti, bu günahkar şehirde taş üzerine taş bırakmayacak,
halkını yerle bir edecekti… (sh. 1-2)
…
Öfkeli Yakup, korkudan kendinden geçmiş beni ayaklarının
dibinde kanlar içinde gördüğünde Ya Rab, merhamete geldi. Havaya kaldırdığı
balta düştü ellerinden, eğildi, öptü dudaklarımdaki kanı. Ve sadece bana
merhamet etmedi, babam Lavan’a da merhamet etti, benim için affetti onu da ve
kovmadı Lea’yı çadırından… (sh. 15)
Ve Rahelde, sabrı sonsuz olan Rahel de çaresizliğini
haykırdıktan sonra Tanrı’nın böyle sonsuzca susmasına dayanamadı. Bir kez daha
başını kaldırdı. Görünmeyene dikti bakışlarını, bir kez daha ellerini havaya
kaldırdı, ağzından çıkan sözler öfkesinin çaktığı alev gibi kırmızıydı:
“Beni duymadın mı, her zaman, her yerde olan Tanrım, beni
duymadın mı? Her şeyi duyan Tanrım, yoksa cahil bir kulun olan ben mi
açıklamalıyı sana? O vakit dinle, inatçı Tanrım -Yakup, kızkardeşimin (İrfan’ın
notu: Ablası Lea). (İrfan’ın ikinci notu: İngilizcede yalan, yalancı: Lie,
liear. Lea’nın Yakup’u aldatması, yalan söylemesi ile ilgisi olabilir mi
bugünün İngilizcesinde, bakılması gerek) rahmine tohumlarını ektiğinde
kıskanmıştım ben de, tıpkı şimdi benim çocuklarım Senin yerine başka tanrılara
tütsü yaktığında Senin kıskandığın gibi- Fakat güçsüz bir kadın olan ben bile
öfkemin üstesinden gelmiştim, Senin için, merhametli olduğunu sandığım Senin
için merhamet etmiştim Lea’ya ve Yakup da bana merhamet etmişti, şunu gör artık
Tanrım: Biz insanlar hepimiz, yoksul ve fani, kıskançlığın kötülüğünü yendik
-fakat Sen, her şeyi yaratan ve her şeye son veren, her şeye kadir olan Sen,
her şeyin başı ve sonu olan sen, sınırsız güce sahip olan sen, bizlerin sadece
birer damlası olduğumuz Okyanus olan Sen- sen merhamet etmek istemiyor musun?
Biliyorum benim çocuklarımın halkı çok inatçıdır ve senin kutsal boyunduruğuna
isyan ediyorlar, fakat sen Tanrıysan, her şeyin Efendisiysen o zaman hoşgörünün
onların kibrinden, merhametinin onların hatalarından daha büyük olması gerekmez
mi?...” (sh. 16-17).
(İrfan’ın notu: Şu bir gerçek ki yazar için merhamet evet
çok ama çok önemli. Ve şu da bir gerçek ki Allah Teala gerçekten kullarına
karşı çok merhametlidir. Yazarın, merhameti, güçlü olan otorite sahiplerine bir
gönderme yaptığı da gözlerden kaçmamalı).
Üçüncü Güvercinin Hikayesi
…
“Barışı bulmak için
dünyamızın üzerinde uçup durmuş, fakat ne tarafa doğru uçtuysa sadece bu
yıldırımları ve insanların şimşeklerini görmüş, dünyanın her yerinde savaş
varmış…” (sh. 24)
…
“Bugüne kadar hiç
kimse görmedi onu, barışı ararken yolunu kaybeden efsanevi güvercini, fakat o
hâlâ başlarımızın üzerinde uçuyor, korku içinde, kanatları yorgun… O güvercin,
kanatlarının üzerinde tüm karanlık düşüncelerimizi taşır, korkularında tüm
dileklerimizi…” (sh. 25)
(İrfan’ın notu: Bu
kısacık hikayede yazar kendiyle özdeş bulduğu güvercin gibi dünyanın farklı
yerlerine barışı ararcasına yaptığı yolculuklara gönderme yapmış… Maalesef
tarihler 2022 yılının sonlarını gösterdiği şu zaman diliminde bile insanlık
hâlâ barışa aç, barışa susamış vaziyette.”
(Virata) Ölümsüz Kardeşin Gözleri
“Seneca dört ana
erdem tanımlar:
1. Ölçülülük
2. Cesaret (acılara
katlanma gücü)
3. Basiret (ve akla
uygunluk)
4. Adalet
Bütün erdemler
birbirine eşittir, aynı değerdedir ve biri olmadan insan eksik kalır. Erdem,
ölümlülerin sahip olabildiği tek ölümsüzlüktür.” (Çevirenin notu) (sh. 27)
…
“Henüz yüce Buddha
dünyaya gelmeden ve müritlerini bilginin ışığıyla aydınlatmadan çok önce
Birwagha ülkesinde Kral Rajputa’nın yanında Virata adında bir soylu yaşardı,
Şimşek Kılıç derlerdi ona, çünkü o bir savaşçıydı ve herkesten daha cesurdu;
attığı ok, fırlattığı mızrak hedefini asla şaşırmayan, kılıç tutan kolu şimşek
gibi inen bir avcıydı. Alnı açık, yüzü aydınlıktı, gözlerini hiçbir soru karşısında
kaçırmazdı: Ellerini asla öfkeyle yumruk yapmaz, sesi asla öfkeli çıkmazdı.
Kendisi büyük bir sadakatle krala, köleleri de ona saygıyla hizmet ederlerdi.
Çünkü nehrin beş kolunda ondan daha adil bir insan yoktu: İnananlar, evinin
önünden geçerken saygıyla eğilirlerdi, çocuklar onu gördüklerinde gözlerinin
içine bakıp gülümserlerdi…” (sh. 28)
(İrfan’ın notu:
Yukarıda alıntıladığım paragrafta erdemli birisinin belli başlı özellikleri yer
almaktadır:
Cesur olmak, alnı
açık, yüzü aydınlık olmak ki kendisinden emin olan kişilerin temel özelliğidir-
hiçbir soru karşısında kaçamak cevap vermemek veya kaçınmamak, öfkelenmemek,
bağırıp çağırmamak, adaletli olmak… Günümüze uyarladığımızda liderlere ve
yalakalarına bakınca ne kadar büyük bir eksikliği yaşadığımız gözler önünde)
…
Savaşı, krallığa
karşı isyanı önleyen Virata bu isyanda ağabeyini de öldürmüştür…
“Virata şöyle dedi:
O zaman izin ver
yüce kralım, yerinde kalsın bu kılıç (ona hediye edilen çok değerli bir
hediye). Çünkü bir daha asla elime kılıç almayacağım diye büyük yemin ettim.
Çünkü ben ağabeyimi öldürdüm bugün, aynı ananın rahminde olduğum, aynı
ananın elinde yetiştirdiği, beraber oynadığım ağabeyimi.
Şaşkınlıkla baktı
kral. Sonra şöyle dedi:
O halde kılıç
olmadan savaşcıların başına geç ki bileyim güvende olduğumu…” (Sh. 33)
“Fakat Virata bir
kez daha yerlere kadar eğildi ve şöyle karşılık verdi:
Görünmez olan bana
bir işaret gönderdi ve yüreğim ne istediğini anladı. Ben ağabeyimi öldürdüm
ve gördüm ki birini öldürmek aslında kardeşini öldürmek demektir. Ben
savaşta ordularımızı yönetemem, çünkü kılıç güç demektir, güç de adaletin
düşmanıdır. (İrfan’ın notu: Bu son cümle tartışmaya açık bir cümle. Çünkü kılıç
güç demekse sistem eğer çok güçlü olursa o güç aynı zamanda adaletin de
gölgesini oluşturur kanaatindeyim. Ama dediğim gibi tartışmaya açık.) … Sonsuz
dönüşümün içinde kısadır insan hayatı, izin ver, bundan böyle adil biri olarak
yaşayayım.”
…
“Düşmanlarımın
karşısında hep yiğit, cesur biri olarak gördüm seni ve krallığımdaki
hizmetkarlarım arasında adildin hep. Madem ki savaşta yanımda olmayacaksın, o
zaman başka bir yerde hizmet etmeni isterim bana. Suç nedir bildiğin ve suçu
ölçüp tartabildiğin için yargıçlarımın başına geçmelisin ve sarayımın
merdivenlerinde vermelisin hükmü, vermelisin ki gerçek korunsun bu duvarlar
arasında, hak hukuk ve adalet olsun topraklarımda.” (sh. 34)
İrfan’ın notu:
Kitapta bir yerde (sh. 29’da kral ile ilgili bir parantezi de burada zikredelim
ki ileride neler olabilecek değerlendirme konusu olsun: “Çünkü kral sert bir
hükümdardı, adalet konusunda da pek katıydı ve zalimce vergi toplardı).
…
“O günden sonra
Virata sarayın gölgesi altında pembe merdivenlerin tepesinde gün doğumundan gün
batımına kadar kral adına adalet dağıtmaya başladı.
(İrfan’ın notu: Türk
hukuk sisteminde kullanılan bir klişe var: ‘Türk Milleti adına’. Bu şimdilik
burada kalsın. Bu arada ara bir not: Bu hikayeyi okurken neden 15 Temmuz darbe
girişimi, Tayyib Erdoğan, Fetö yapılanması ve benzeri şeyler aklımdan geçti
bilmiyorum. Konuşmaya değer aslında. Çünkü hikayede krala isyan eden kralın
karısının kardeşi yani kayınbiraderi, yani etle tırnak gibi olmuş gibiler).
Fakat karar vermeden
önce iyice düşünür, her şeyi hassas bir terazide tartar gibi hesaplardı;
bakışlarıyla suçlunun içini görür, sorgularıyla tıpkı bir porsuğun toprağı
kazması gibi suçlunun ruhunun derinliklerini didik didik ederdi. Verdiği
hükümler sertti, katıydı ancak kararı aynı gün vermezdi, kararı açıklamadan
önce hep bir gün beklerdi; ev halkı, onun üst kata çıkıp, kimseyle konuşmadan
tek başına, günün ilk ışıkları vuruncaya kadar saatlerce huzursuzca gidip
geldiğini, verdiği kararın adil olup olmadığını düşünüp tarttığını duyardı.
Hükmünü açıklamadan önce ellerini ve alnını suyla yıkardı ki kararı, tutkusunun
ateşinden daha yüksek olsun. Kararını açıkladıktan sonra suçluya dönüp kararı
adil bulup bulmadığını sorardı, çok nadiren kararına itiraz eden olurdu…” (sh.
35)
(İrfan’ın notu:
Adalet terazisinin ne kadar hassas olduğunu ta o zamanlardan günümüze
yansımasının idealize edildiği önemli bir not).
…
“Adil mi? Adaleti
neyle ölçersin sen ey yargıç? Kim seni kırbaçladı ki, kırbaçlanmanın ne
olduğunu bilesin? Nasıl oluyor da toprak
altında geçireceğim yılları gün ışığında geçirecekmişim gibi parmaklarınla
sayabiliyorsun? Sen hiç zindana atıldın mı? Ömrümün kaç baharını benden
aldığını biliyor musun? Hiçbir şey bilmiyorsun sen, adil bir insan değilsin
sen, çünkü ancak darbe yiyen bilir onun ne olduğunu, darbeyi vuran değil,
sadece acı çeken bilir acının ne olduğunu.”
(sh. 39)
(İrfan’ın notu:
Cezaevinde iken konuştuğumuz konulardan birisi de şu idi: Adalet sisteminin daha iyi işleyebilmesi için
savcıların, hakimlerin, yargıçların, avukatların ve adalet mekanizmasında
adalete etki eden tüm bürokratik unsurların gerçeğe daha yakın karar
alabilmeleri için cezaevi deneyimlerinin az ya da çok olarak yaşamalarını
konuşmuştuk. Evet özellikle yargıçların. Aldıkları, alacakları kararların insan
hayatı ve çevresine olan etkilerini kısmen de olsa anlayabilmeleri için bunun
gerekliliği üzerinde derin analizlerde bulunmuştuk).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder