24 Haziran 2013 Pazartesi

Şia İle Vahdet Rüyaları Görenler Buyrun Bir de Buradan Bakın

 716  1057  
NELER OLDU?

2000 yılında başlayan Milli Gazete yazarlığı serüvenimizin 2013 Nisan'ında sona ermesi üzerine kamuoyunda belli bir hassasiyet oluştu. Benim irademle ve bakışımla/duruşumla örtüşen-örtüşmeyen birçok yorum yapıldı, yapılıyor. Meselenin hakikatini a
çık ve net bir şekilde ifade etmek kaçınılmaz oldu bu durumda.
Adına "Arap Baharı" denen süreç, Büyük Ortadoğu Projesi'nin metot değiştirerek, daha "soft", "rıza üretimi"ne dayalı, geniş kitleler üzerinden yürütülmeye başladığı döneme damgasını vurdu. Ancak bu gerçeğin bir başka gerçeğin üstünü örtmesine izin vermemek durumundayız: "Arap Baharı" denen süreç hakkında üretilecek yorumların, her ülkenin kendi özel şartları dikkate alınarak üretilmemesi durumunda vahim genellemeler yapmak, dolayısıyla gerçeği yansıtmayan neticelere ulaşmak kaçınılmaz olacaktır.
Söz gelimi Libya ve Tunus'ta yönetimler, Batılı güçlerin açık, doğrudan ve "iştahlı" destekleriyle alaşağı edildi. Bu ülkelerin, başta petrol olmak üzere Batılı güçlerin ilgisini cezbeden potansiyelleri, sürecin bildiğimiz şekilde neticelenmesinde elbette birinci derecede belirleyici oldu.
Ancak mesela Mısır söz konusu olduğunda Batı'nın, Libya ve Tunus'taki gibi açık, doğrudan ve iştahlı desteğinden söz etmek mümkün değil. Mısır'da iktidara gelen İhvan, devrim öncesinden gelen ve devrim sürecinde katlanarak büyüyen ekonomik, sosyal, siyasî… pek çok problemle boğuşuyor ve uzun bir süre bu problemlerle tek başına boğuşmak zorunda…
Batılı güçlerin Libya ve Tunus'a verdiği yakın desteği Mısır'dan esirgemesi elbette son derece anlamlıdır. İktidara gelir gelmez İsrail'i ve Batılıları rahatsız eden politikaları uygulamaya koymakta tereddüt etmeyen İhvan'a bunun faturasını ödetmekte kararlı olduklarını her fırsatta gösteren Batılı güçlerin İhvan'ı "dönüştürdüğünü" söylemenin elbette inandırıcı bir yanı olamaz!
Öte yandan "Arap Baharı" sürecinde Yemen ve Bahreyn'de de halk ayaklanmaları oldu. Başta Mısır olmak üzere süreç içinde iç savaş yaşayan ülkelerin hiç biriyle ilgilenmeyen İran'ın bu iki ülkede yönetim karşıtı bir pozisyon belirlemesi ve isyan hareketlerini desteklemesi konusunda neler söylemeliyiz? Eğer "Arap Baharı" başta sona Batılı güçlerin planlayıp uygulamaya koyduğu bir süreçse İran'ın Yemen ve Bahreyn'de Batılılarla iş tuttuğunu mu söylemeliyiz?
Ve Suriye… Sözün bittiği yer!
Suriye'de halk, yıllardır tepesinden inmeyen demir yumrukla hesaplaşmak için sokaklara döküldü. Süreç bütün dünyanın gözleri önünde cereyan ediyor. Geldiğimiz noktada Rus yapımı silahlarla Şii katiller karadan, Nusayrî Esed'in İsrail'e karşı kullanmadığı uçakları havadan Suriye halkını katliama tabi tutuyor. Bizse oturduğumuz yerden "Suriye'de kardeş kanı akmasına karşıyız" temcidini tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyoruz! Haklı olsak bile bu söylemin son tahlilde kimin işine yaradığını düşünmeyi dahi akledemiyoruz!
Suriye meselesine böyle baktığım için Milli Gazete'de bu doğrultuda yazılar yazdım. Nihayet nisan ayında üstüste yazdığım 3 yazıdan sonra Milli Görüş camiasının tabanından ve tavanından gelen tepkiler arttı. Bu konuda yazmamam istendi.
Önümde iki seçenek vardı: Ya Suriye meselesinde yazmamayı kabul ederek Milli Gazete'de yazmaya devam edecektim veya yazmayı tamamen bırakacaktım. Tereddüt etmeden ikincisini tercih ettim ve 12-13 yıldan sonra Milli Gazete ile yollarımı ayırmış oldum.
Bütün detayların ötesine geçerek şu yalın soruların cevabını dürüst bir şekilde vermek bu ülkede İslamî hassasiyete, tarih şuuruna ve itikat bilincine sahip olduğunu söyleyen herkesin vicdan ve iman borcudur:
1. İslam'a ve Müslümanlara düşmanlık bakımından ABD-Batı-İsrail troykası ile Rusya ve Çin arasında nasıl bir fark var? Çeçenistan'da bir halkı soykırıma tabi tutan Rusya değil mi? Doğu Türkistan'da bir halkı soykırıma tabi tutan Çin değil mi? Bu iki emperyalist ülkenin elinde de Müslüman kanı yok mu?
2. Nusayrî Esed katilini kayıtsız-şartsız-limitsiz destekleyen İran'ın bunu, Ümmet'i ABD ve İsrail'in zulmünden korumak için yaptığını düşünmek doğruysa, 1979 devrimi esnasında ve sonrasında İran'da katledilen Sünnîler için ne söylemeliyiz?
3. Hizbullah'la birlikte uyduruk bir "mukavemet hattı" söylemi üzerinden, mevhum ve muhayyel ABD ve İsrail karşıtlığı üzerinden İslam coğrafyasındaki etki alanını hızla genişletmekte olan İran'ın asla samimi olmadığını ABD'nin Irak işgali esnasında izlediği tutum yeterince açık biçimde göstermedi mi? İran'ın yanıbaşında ABD 1 milyon insanı katlederken, bir coğrafyayı yağmalayıp kimliğini değiştirirken bu "mukavemet hattı" neredeydi? Bu ne menem bir "mukavemet"tir ki, ABD burnunun dibine kadar sokulduğu halde kılını kıpırdatmamıştır?
4. Bir önceki maddenin son cümlesi yanlış oldu; düzeltiyorum. Bu "mukavemet" kılını kıpırdatmıştır: Irak topraklarında ABD ile birlik olup Sünnî katliamı yapmıştır!! İşin en can yakıcı yanı nedir biliyor musunuz: Şia bütün bu icraatları öyle ustaca kamufle etmiştir ki, ben ve benim gibi tekil birkaç ses bu katliamlara dikkat çekerken "mezhepçi/bölücü" oluyoruz; Şia ise birleştirici oluyor, ümmetçi oluyor! Bunun insafala, iz'anla, firaset ve basiretle bağdaşır yanı var mıdır?
5. Ali Şeriati gibi, Muhammed Hüseyin Fadlullah gibi zatların dikkat çektiği bir gerçek var: "Ali taraftarlığı" anlamındaki Şiilik ile Safevi Şiiliği birbirinden farklıdır. Bugünkü İran'da yaşatılan ve yayılan Şia, "Ali Şiası" değil, "Safevi Şiası"dır. Safevi Şiası'nın diğerinden farkı itikadî, siyasî ve kültürel anlamda ayrıştırıcı, kin ve nefret üzerine kurulu kurgusal bir millî din anlayışına sahip olması ve en az bunun kadar önemlisi, bu tutumu bir "ideoloji" olarak yaşatıp propaganda etmesidir. Bugün Suriye coğrafyasını ateşe veren ideoloji budur ve Ali Şiası nezdinde "heretik" olan Nusayrîlik, Safevi Şiası'nın "kankası"dır. Bütün bu gerçekler gün gibi ortadayken, bugünkü İran'ı bu ümmetin "hamisi" olarak görmek en hafif tabiriyle "gaflet" değil midir?
6. Küresel ve bölgesel problemlerin İran Şiiliğiyle karşılıklı güven ve "kardeşlik" anlayışı içinde çözülmesi ancak bir şekilde mümkündür: Ya Sefevi Şiası tarihî, kültürel ve ideolojik saplantılarından vaz geçtiğine Ümmeti ikna edecek veya Ümmet Safevi Şiası'nın takiyyesine aldanarak onun dümen suyunda yürüme basiretsizliğine düçar olacak! Safevi Şiası itikadından ve ideolojisinden vaz geçmediğine göre Suriye meselesinde İran'ın yanında durmak, ABD ve İsrail'in bölgeyle ilgili projelerinin karşısında durmaktan çok, Safevi Şiası'nın Ümmet'le savaşında Ümmet'in karşısında durmak anlamına gelmeyecek midir?
7. Suriye'de Nusayrî Esed yönetimine karşı savaşan gruplar içinde ideolojisini, siyasetini, ilişkilerini doğru bulmadıklarım var. Selefi çizgiyi benimseyenlerden Batı yanlısı sekülerlere kadar birçok grup Esed'le mücadelede yan yana gelmiş durumda. Esed'in zulmüne karşı çıkmak, Esed'in zulmüne karşı çıkanları desteklemek, otomatik olarak bunları da desteklemek olarak algılanıyor. Bunlar içinde Batı'nın bilhassa destekledikleri de var, kara listeye aldıkları da. Zaten Esed sonrası "İslamcılar"ın iktidarı ele geçirmesinden endişe ettiği için ABD ve Batı Suriye meselesinde ayak sürüyor. Bu durum bütün çıplaklığıyla ortadayken Esed'in karşısında yer almak niçin ABD ve Batı yanında yer almak olsun?
8. Suriye meselesinde tutum belirlerken Suriye'de canını dişine takarak topyekün bir direnç ortaya koyan Müslümanları dinlemek, onların meseleye bakışını esas almak yerine Batı medyasının veya İran'ın dezenformasyonunu esas almanın inandırıcılığı olabilir mi?
9. Suriye'de kardeş kardeşi öldürmüyor; seyrettiğimiz, Müslümanlara karşı içinde yüzyıllardır biriktirdiği kini mazlum bir millet üzerine boşaltan Safevi torunlarının katliamıdır. Kadın-çocuk demeden, cami-hastane demeden, sivil-asker demeden her yeri, her şeyi, herkesi bombalayan, eline geçirdiği insanları en vahşi muamelelerle inleten canavar ruhlu sadistler söz konusu. Hani biz mazlumdan yanaydık, zalim "kardeşimiz" bile olsa?
10. En kötü senaryo, Esed'in gitmesi halinde bunun Batı'nın ve İsrail'in işine yaraması. O zaman safların belirginleşmesini sağlayacak en önemli soruyu soralım: Bizim hariçten gazel okurken gördüğümüzü orada fiilen savaşan Müslümanlar göremiyor mu?
Ve son söz: Ben İran'ın ve Hizbullah'ın ve Rusya'nın ve Çin'in yanında yer almaktansa, Suriye'de canını dişine takmış bir kurtuluş savaşı yürüten Sünnî Müslümanların yanında yer alıyor ve fiilen olamasa da dualarımda onların yanında yer almayı adalete, hakkaniyete, tarihe ve vicdana saygının gereği olarak görüyor, bütün benliğimle Suriye'deki kardeşlerimin muvaffakiyeti için dua ediyorum.
Ebu Bekir Sifil

23 Haziran 2013 Pazar

Sessiz Değil Üretken ve Aktif Çoğunluk Makbuldür


Hakkı müdafaa nedir ve nasıl ifa edilir? Hakkı müdafaa denilen durum her hâlükârda yapılan saldırıları yutkunmak, atılan iftiralara karşı işi kendini temize çıkarma çabasıyla sınırlanabilir mi? Pasif olmak daha da ileri gidip edilgen bir tavır benimsemeyi İslami ve ahlaki-siyasi bir ilke saymaya kalkışmak ciddi bir yanılsamadır.


Esasında zamanın-kaderin bütün işlerin aslını açığa çıkaracağına duyulan güveni değişmez bir kural, bir itikad umdesi veya toplumsal mücadelenin esası gibi mütalaa etmek yaygın bir düşünsel hastalıktır. Bu bekleyelim görelim perspektifinden, “Görelim Mevlam neyler/Neylerse güzel eyler” veciz ifadelerinden beslenmek, buradan sağlıklı bir yol haritası çıkacağını sanmak doğru bir tercih midir?
Taksim Gezi Parkı süreciyle beraber bir kez daha bireysel ve toplumsal değişim açısından, siyasal ve kültürel mücadele açısından olduğu kadar zulmü ve ifsadı engelleme sorumluluğu bağlamında da bu meselenin tartışılması gerektiği ortaya çıkmıştır.

Hegemonya “Sessiz Çoğunluk” Sever!


Her şeyden önce ne sessiz olmak ne de çoğunluk olmak tek başına bir değerdir. Sessizlik ve çoğunluk bütün zaman ve mekânlar için makul ve mantıklı sayılmaz. Sessiz ve çoğunluk yan yana gelse dahi olması gereken toplumsal duruşu işaretlemez. Nedeni çok basit: Çünkü her durumda hakkı söylemek, gerektiğinde hakkı haykırmak ve hakkı müdafaa için fiili bir mücadelenin tarafı olmakla mükellef kılındık da ondan.


Taksim Gezi Parkı’na ilişkin düzenlemeye itiraz olarak sunulan fakat hemen akabinde dizginsiz ve mantıksız bir şiddet sarmalına dönüşen sürecin ciddi bir muhasebeye tabi tutulması şart. Alenen yeni bir darbe sürecine dönüşen ve açıkça çevrecilik ortak paydasında bileşen Kemalist, sol-sosyalist ve liberal çevrelerin hedefi neydi?


Cevabı belli bir soruyu sormanın peşinde değiliz. Lakin gayet açık bir cevabı kimi ters yüz ediyor kimi de müphem kılmaya çalışıyor. Bu sebeple şu iki soruyla durumu bir kez daha netleştirmeye çalışalım:

1- Yaşam tarzını koruma adına sergilenen buyurgan söylem ve tekebbürden (siz buna hegemonya da diyebilirsiniz) kaynaklanan öfkenin kaynağı neydi?
2- Her darbe döneminin baskın karakteri olan buyurgan söylem ve düşmanlıktan kaynaklanan öfkenin yöneldiği siyasal ve toplumsal kimlik hangisidir?



Hiç şüphesiz buyurgan söylem ve halka yönelen öfkenin kaynağında kendisini bu ülke ve toplumun tartışılmaz sahibi olarak gören resmi ideoloji ve iktidar sınıfları vardır. İktidar sınıfları ve çeperindeki muhtelif kimlik ve statü sahipleri yaşam tarzını muhafaza ve müdafaa adına darbeye girişmeyi bir hak daha ötesi bir sorumluluk olarak beyan etmektedirler. Ülke ve toplum için en iyisini bilme ve bunları en güzel şekliyle terbiye etme hakkını kendinde gören mütekebbir sınıfın küçük büyük demeden bütün itirazlara yönelen öfkesinin kaynağı budur.
Dünün “Ya Sev ya Terk Et!” dayatması bugün “Ya Statükoyu Sürdür Ya da İktidarı Bırak!” dayatmasına dönüşmüştür. Laik-Batıcı hayat tarzını topluma dayatan kural ve kaidelerin genişletilmişini esas alıp hiç birisine yönelik toplumsal itirazların kale alınmaması talimatı veriliyor Hükümete.


İşin tastamam tarifi şudur: AK Parti Hükümetine toplumu ve toplumun taleplerini değil de devlet sınıflarının laik-seküler teamüllerini esas alması için bir abluka ve saldırı düzenleniyor. Sadece Kemalist değil güya Kemalizm’in dışında varlık gösteren liberal ve sosyalist çevreler de bu abluka ve saldırıda bizzat rol almış, şöyle ya da böyle İslam’la ilgili tüm talepleri ezmek üzere sokak savaşına girişmiştir.


Abluka ve sokak savaşının ezmek istediği geniş Müslüman kitleler ne yaptı peki bu süreçte? İşte asıl sorun ve sıkıntının kaynağı da buradadır.


Teşkilatlar ve Toplum Dik Durdu mu?


28 Şubat sürecinde hükümeti düşürülen ve partisi kapatılan merhum Erbakan için yapılan en yaygın yakıştırma “Savunan Adam”dı. Hatta gazetelerde yayınlanan ve daha sonra poster de yapılan “Seni Seviyoruz Savunan Adam” tarzı şeyler de olmuştu. Ama merhum Erbakan’a ait bu süreçteki siyaset tarzı ve bu sahiplenme biçiminin ciddi sorunlar içerdiği muhakkaktır.
Çünkü askeri cuntacılıktan yolsuzluğa, psikolojik harekâttan siyasi şantaja, işbirlikçilikten halk düşmanlığına değin her türlü gayrı meşruluğu içinde barındıran bir kalkışmaya karşı savunma modunda olmak pek de isabetli değildi. Belki bu süreçte Başbakan Erdoğan’ın buyurgan, meydan okuyan, sert, otoriter vs. olarak nitelenmesindeki en önemli faktör beklenen bir “Savunan Adam” tipinde olmamasıdır.
“Savunan Adam” değil de iktidar sınıflarının zorbalıklarına meydan okuyan; siyasi, iktisadi ve kültürel hegemonyaya karşı çıkan adam olmak yerleşik iktidar sınıfları aleyhine krizi derinleştirmiştir. Çünkü resmi ideoloji ve iktidar sınıfları tarafından siyaset ve topluma çizilen bildik sınır fazlasıyla aşılmış hatta statükoyu tehdit eder bir hal almıştır.


Ama bu süreçte asıl can sıkıcı mesele gerek AK Parti teşkilatları ve seçmeninin gerekse Hükümet dışındaki İslami çevre ve kurumların sergilediği pasifist, ertelemeci ve bekle görcü tutumdur. Diğer pek çok meselede olduğu gibi bu yeni darbe sürecinde de her şey “Dik Duracak Başbakan”a havale edilmiştir.


Sessiz kalmak, onca hakaret ve tehdidi yutmak, İslami değerleri bastırmaya yönelmiş azgın bir güruhun sui-emellerini teşhis dahi edememek, Özgür-Der’i istisna tutarak söylemek gerekirse adam akıllı karşı bir bildiri dahi yazamamak gibi zaaflar orta yerde duruyor.


Sorumuz şudur: Ya Başbakan Erdoğan dik dur(a)masaydı, korkudan veya başka bir sebeple geri adım atsaydı, sessiz çoğunluk ne yapacaktı?


Başbakan Erdoğan’a endekslenmiş ve her türlü mücadeleyi onun karizmatik kişiliğine yükleyerek sorumluluklarını yerine getirmekten kaçan bir toplumun akıbeti hayır olur mu?



Kulluk şuurunu, İslami davet bilincini, kötülük ve ifsadla mücadele sorumluluğunu değil Başbakan’a Peygambere dahi devretmenin mümkün olmadığını herkes bilir oysa.


Kurumsal siyasetin zaten ideolojik ve kültürel sahaya ilişkin ne ilgisi ne de ciddi bir endişesi oldu. Siyasetin bu yönü ya sınıfsal açıdan semirmenin ya da bunun yolunu açan tayin-terfide ahbap-çavuş ilişkisine kilitlenmenin bataklığında debelenmekteydi. Kurumsal siyaset kelimenin tam anlamıyla “selden kütük kapma yarışı” halinden kurtulamayan tepeden tırnağa bir fırsatçılığı sergiliyordu. Bu fırsatçılık o kadar gözü görmez, kulağı işitmez hale gelmiştir ki kim olduğunu da kimlerin kimlerle neden savaş halinde olduğunu dahi anlayamaz bir duyarsızlık olarak tescil edilmiştir.


Sessiz çoğunluk gerek toplum gerekse kurumlar açısından hem olumlu bir niteliğe hem de nitelikli bir niceliğe işaret etmez. Azınlık veya elit deyip, bir avuç veya kökü dışarıda deyip, dış destek veya provokasyon deyip, mazlum çoğunluğuz ezberiyle hiçbir kazanım elde edilemez.


Sessiz çoğunluk yani geniş Müslüman toplum zihinsel açıdan son derece tembel, ruh hali olarak özgüvenden yoksun, mücadelenin gerektirdiği cesaret ve ferasetten yoksun, kitleleri örgütleyip mücadeleye sevk etme becerisi zaaflı bir görüntü arz etmiştir.


Bu zaaflı görüntü en çok da Kemalist ve liberal iktidar sınıflarını daha çok azdırmakta, sol-sosyalist çevreleri iyice küstahlaştırmakta ama daha önemlisi tabandaki biraz okumuş yazmış kesimlerde kompleks tutumları beslemektedir.


Saldırının mahiyetini, yeni bir darbe süreci adına seferber edilen türlü aktörlerin misyonlarını kavramaktan aciz profesyonel İslamcı aydın tipi ise bu süreçte daha bir sefalete mahkum etmiştir kendini. Suriye’de katledilen, işkence edilen, evi barkı başına yıkılan milyonlarca insan için ağzını açmaktan aciz bu profesyonel İslamcıların kalkıp da “şehir ve çevrenin namusunu kurtarma” kod adlı bir operasyona katkı sağlamaları hakikaten ibretliktir.


Bu ne çirkin ve devlet sınıflarının kullanımına hazır bir şehir ve çevre hassasiyetidir ki hemen yanı başında iki yılı aşkın bir zamandır katledilen kardeşleri için alabildiğine yutkunmayı ve susmayı tercih etmektedir.


Halep’ten İdlip’e, Der’a’dan Şam’a kadim İslam beldelerini içindeki Müslüman halkla beraber yakıp yıkan Esed-Baas cuntası karşısında “dilsiz şeytan” olmayı kendilerine yakıştırabilenlerin nasıl oldu da birdenbire dilleri açıldı, kalemleri yazmaya başladı ve onurlu bir muhalefetten söz etmeye koyuldular sizce? Bu yaman çelişkinin sahipleri burnundan kıl aldırmayan kibirleriyle arzı endam ederken kime hayrı tavsiye edebilir, kime adalet ve merhametten bahsedebilir, bu da ayrı bir mevzu.


Kendilerine aydın-öncü payesi biçip bir taraftan liberal-sol çevrelere ispatı vücut yapan diğer taraftan da Hükümete çelme takıp piyasa yapanların hali pür melali işte bu derece yerlerde sürünüyor. Durum böyleyken geniş kitlelerin durumunu görünce insan yine de şükretmeden duramıyor elbet. Fakat pollyannacılık oynamak yerine içine düşülen bu suskun, bu edilgen ve sorumluluklarını erteleyen-devreden durumdan kurtulmanın yollarını aramaktan başka çare yok.


Savunan adam, savunan toplum, sessiz çoğunluk kompleksinden bir an önce kurtulmazsak başımıza daha çok musibetler musallat olur.


Kenan Alpay
Gazeteci - Yazar

Eksen Kayması mı Merhamet Çabası mı ?

(Şuara suresi ) 3- (Ey Peygamber)
O müşrikler bir türlü imana gelmiyorlar diye nerdeyse kendini helak edeceksin.


Yukarıdaki ayete Resulullah’ın(sav) içinde yaşadığı fırtınalardan kim haber veriyor?
Sinelerin içinde gizlenenlerden yegâne haberdar olan (Habir) Allah haber veriyor.

Yani bizim de Resul gibi neler için üzülüp kahrolduğumuz bütün detayıyla kayıtlı mı?
Evet, herkesin şu üç günlük dünyada nelere kahrolduğunu Allah biliyor ve kayıt ediyor.

Resulullah (sav) niye kendini helâk edercesine üzülüyormuş?
Bütün örnekliğiyle tebliğ ettiği halde Mekkeli müşrikler iman etmeye yanaşmıyorlar diye.

Resulullah (sav) niçin bu putperestleri suçlamak yerine üzülüp kahroluyormuş?
Çünkü o insanları kamplaştırmak için değil Müslüman kardeşi olmaları için çabalıyormuş.

Peki, bu Mekkeli müşrikler değil mi Peygambere ve sahabeye türlü eziyetleri reva gören?
Evet, Mekke’de bu tebliğe direnler aynı zamanda gittikçe artan zulmün sorumluları.

Niçin bu cehennem sonlu zalimleri tehdit etmek yerine onların iman etmesine çabalıyormuş?
Çünkü iman etseler kardeş olacaklar ve zulüm ortadan kalkıp toplum selamet bulacak.

O zaman bugün çapulcu olup Vandallık yapanlar iman etmiyorlar diye üzülen var mı?
Bilmiyorum ama varsa bile %50’nin tepkisinden korkup içinden gizli gizli üzülüyordur.

Kargaşa ve fitne çıkaranlar iman etmiyorlar diye üzülmek aşırı romantizm değil mi?
Eğer bir ümmet peygamberinin kahrolduğuna üzülmeyi romantizm görüyorsa işi bitmiştir.

Peki, nerden başlamalıyız sıratı müstakim üzere yaşamaya?
Tabi ki Resulullah (sav) gibi Rahman ve Rahim olan Allah’ın ismiyle başlamalıyız.                                                                                                                        
Bu olayın besmeleyle ne ilgisi var? 
Besmeleyle başlamak, bütün ilişkilere merhameti hâkim kılmak bize emanettir demektir.

Peki, bugün merhamet nereden beklenmektedir?
Merhamet sosyal devletten bekleniyor hâlbuki merhamet Müslümanlara emanet edilmiştir.

Yani yine eksen kaymasından mı dem vuracaksın?
Hayır, eksende bir kayma yok zira son günlerde eksen meksen, ne yazık ki yer ile yeksan…


                                                                                                   Şevket Hüner / 21.06.2013


22 Haziran 2013 Cumartesi

Kaiken Nedir Diyorsan

Kitabın Adı : Kaiken
Yayınevi: Doğan Kitap
Yazarı: Jean Christophe Grange
Kitabı Bitiriş Tarihi: 22 Haziran 2013 / Cumartesi


Kitap'dan Bir Alıntı
Passan tanınmayacak bir haldeydi. Saçlarının bir kısmı yanmıştı. Kafası pansumanlarla sarılıydı. Yüzünde, başka pansumanların yanı sıra, yeşilimsi gazlı bezler ve beyaz bantlar vardı. Ona sarılmak içinden gelmedi ve ceketini çıkarmadan yatağın kenarındaki sandalyeye oturdu. Sessizlik onu bunaltıyordu. Çok yakın insanlarla yaşanan sorun, konuşacak bir şey bulamamaktı. (sh. 246)


Kitap Hakkında:
Aklınızı başınızdan alacak bir insan avı

Doğan güneş karardığında, Geçmiş, çıplak bir kılıç gibi keskinleştiğinde, Japonya artık bir anı değil, kâbus olduğunda,
Kaiken’in zamanı gelmiş demektir.
 

Polisiye romanın en popüler isimlerinden Fransız yazar J. C. Grangé, tüm dünyada büyük yankı uyandıran son romanında okurlarını korkunç bir insan avının labirentlerinde dolaştırıyor.

Başkomiser Olivier Passan, Japon karısı Naoko’yla boşanmanın eşiğindedir. Bu arada Fransa’nın Seine-Saint-Denis ilinde vahşi cinayetler işlenmektedir. Katil, hamile kadınların karınlarını yarıp, çıkardığı fetüsleri yakmaktadır.
Passan bu cinayetleri Patrick Guillard adında bir adamın işlediğinden emindir ama Guillard her seferinde onun elinden kurtulur.

Passan, Guillard hakkında derin bir araştırma yapar. Patrick Guillard’ın, anne babasının reddettiği, Çocuk sirgeme Kurumu’nun yurtlarında, koruyucu ailelerin yanında büyümüş, sorunlu bir çocuk ve doğuştan hermafrodit olduğunu keşfeder. Cinsiyetini seçme yaşına gelmeden, ameliyatlarla, testosteron iğneleriyle erkek olmasına karar verildiğini anlar.

Bir kaçıp kovalamaca Passan’ın hayatını değiştirecek ve olaylar hiç de beklenmedik bir yönde gelişecektir.

Kitapları tüm dünyada ve Türkiye’de aylarca çok satanlar listesinden inmeyen Grange, polisiye gerilim alanındaki tüm birikim ve yeteneğini Kaiken’e yansıtmayı başarmış. Olaylar yine soluk kesecek nitelikte, gerilim yine üst düzeyde. Grangé sevenlerine heyecanlı ve zevkli bir okuma vaat ediyor.

İrfan'ın Yorumu:

Abicim ben yorum yapmıyorum artık. Bu ne yav. Kardeşim bir kitap iki günde biter mi? Macera arıyorum, meraktan çıldırmak istiyorum... diyorsan bu kitabı hemen okuman gerekiyor derim. Kafa dinlemek ve biraz da macera yaşamak istiyorsak, azıcık da Japonya havası almak istiyorsanız buyrun KAİKEN'e...

20 Haziran 2013 Perşembe

Bugün Bir Şehid Kazandık Allah Yolunda

Bugün bir şehid kazandık ALLAH yolunda 
Yer yüzünün damarlarına kan verildi 
Kurban verdik bu davaya dirilmek için 
Bir çocuğun döktüğü süt dişleri gibi 
Kurban verdik bu davaya dirilmek için 
Bir çocuğun döktüğü süt dişleri gibi 

Şehit soluğun olsam senin 
Isıtsam dünyanın kutuplarını 
Şehit meşalem olsan benim 
Işıtsam davamın tüm yollarını 

Kanımla sulasam gülleri 
Ey şehit yolun yolum oldu benim 
Kanımla sulasam gülleri 
Ey şehit yolun yolum oldu benim 

Soğuk bir kurşun rasladı sıcak kalbine 
Akıttığı kanlar kadar yine dirildi 
Yer yüzünden fitne küfrü kaldırmak için 
Mücadele var oldukça biz varız dedik 

Yer yüzünden fitne küfrü kaldırmak için 
Mücadele var oldukça biz varız dedik 

Şehit soluğun olsam senin 
Isıtsam dünyanın kutuplarını 
Şehit meşalem olsan benim 
Işıtsam davamın tüm yollarını 

http://www.haksozhaber.net/ozbek-komutan-mirzabey-suriyede-sehid-dustu-38379h.htm

18 Haziran 2013 Salı

Bu Kitabın Yazarı

Bir kardeşimin gönderdiği maillerde söz ettikleri etkileyiciydi. Ayrıntılı dökümünü gönderdiği şahsi kütüphanesinden yararlanabileceğim çağrısını takdire şayandı. Kitaplar, isimleri, yazarları, cilt sayıları hangi rafta durduğu ayrıntılı yazılmış ve bir açıklama sütunu eklenmişti. Burada itikaden(!) ayrı fırkada olan bir âlimin eserinin yanında “Yazarı filan yerde geberdi” notunu görünce kan beynime sıçradı. Arkadaş günümüzdeki kamplaşmada karşı tarafta kalan bu âlimin, eserini okuyup kütüphanesine koymasına rağmen yazarın katledilmesinden memnunluk duymasının çelişkisini fark edemiyordu.
          Ama asıl acı olan bu kitabı kütüphanesinden atmak yerine yer verip, ötekileştirdiklerine kin kusmayı ve bunu ilan etmeyi dinle ilişkilendirmesiydi. Kütüphanesi adeta kalbinin göstergesiydi. Birilerini başköşede ağırlıyor diğerlerini sapmış addedip devamlı aşağılar vaziyette tutuyordu. İnanç bağlamında bu kadar kamplaşmış bir kalp ile yaşamak zor olmalı. Bir yazarı, eserinden ötürü değil de sadece düşman olanı desteklemesinden lanetlemişti. Ayrıca kitaplığında yer alan Müslüman olmayan yazarların ölmüş olanlarının yanında ise “geberdi” notuna rastlamadım.
           İkinci mailde yazılanlar düşünce itibariyle ince bir davranıştı. Beraberce okuduğumuz bir eserin müellifine yazılan tebrik mailini bana da göndermişti. Teşekkür dolu sözleri kızgınlığımı bir nebze azaltmışken, bu severken aynı zamanda nefret etmeyi başaran kişi müellifin dipnot olarak verdiği ve henüz yaşayan bir âlim hakkında kin kusuyordu. “Filan kişi kanaatimce kaynak gösterilmeye yetkinlikte olan bir bilgi ve ilim yeteneğine sahip değildir. İlmi otoritesi İslam ümmeti tarafından tartışılmaz kaynaklara yönelmek muhakkak daha doğru olur.” Yani siz müellif olarak onun çok beğendiği bir kitabı yazsanız da dip notlardan biri itikadına uygun olmayan bir referanssa bir çuval incir berbat olmuştur. Bir bomba imhacısıyla karşı karşıyaydım. Ona göre, bizce normal bir paket, aslında elektronik düzeneği olan tahrip gücü çok yüksek patlayıcıymış. Allah, Âdem’i şeytanın düşmanlığına karşı uyarırken, bu zat işi daha ileri götürmüş dostun içinde düşmanı tespit uzmanlığına yönelmişti.
         Bu kardeşim yine de çok okuyan biri bir de hiç okumayan, cemaatinin ötekileştirdiklerini suçlamayı dinin gereği sayanların çokluğu geleceğe dair ümitlerimi azaltıyor. Modern eğitime verdiğimiz her çocuk nasıl ilk önce ailesini cahillikle suçluyorsa, cemaat üyelerinin de ilk kâfirlikle itham ettikleri aile mensuplarıdır. Her gün yenileri eklenerek güncelleştirilen ötekiler listeleri sayesinde beraber oldukları bir avuç insan harici herkes, sapmıştır ve dahi cehennemdedir.
           Bu sevgiyle nefreti yan yana muhafaza etmeyi din sayma fitnesinin nedeni dini ideolojiye indirgemek, cemaat olmayı ise örgütlenmeye kurban etmektir. Şu anda ne yazık ki tanıdıklarım arasında İslam ümmetinin kardeşçe yaşamasını isteyenlerin sayısı sınırlıdır. (Din kardeşlerini sapmış görüp düşman ilan edenlerin batıl ideolojilere kanmış olanlara yol göstermesi imkânsızdır) Futbol taraftarlığı benzeri bir din algısı mevcut. Biz kazanıp sevinirken birilerinin de kahroluşunu seyretmekten sadistçe bir zevk alır olmuşuz. Modern eğitimden geçip herkesi rakip görüp, alt etmeyi “başarı” görme aymazlığı ne yazık ki kindar dindarlar oluşmasına katkı sağlamıştır.
         Hâlbuki kardeşçe yaşamanın yolu hep beraber “Selam yurdu” cenneti tefekkür etmektir. Bugün, laik, demokrat, muhafazakâr bir zillet içinde yaşıyor olmamız dünya hayatıyla sınırlıdır. Bir gün Allah’ın insanlık ailesinin tümünün arasından onayarak seçtikleriyle beraber güvenle yaşayacağımız cennetin özlemi olmalıdır asıl bizi diri tutan ve hayırda yarışma gayret veren...
         Kuran, Cennete girmeden önce tüm Müslümanların geçirmesi gereken önemli bir operasyondan bahseder. Zira kalplerini ön yargılarından arındırmayan kulların, birbirlerinden endişe duymayacakları “selam yurdu” cennetteki kardeşlik ortamına zarar verecekleri aşikârdır.
           (Cennette) onların altlarından ırmaklar akarken, kalplerinde kinden ne varsa hepsini çıkarıp atarız. Ve onlar derler ki: Hidayetiyle bizi (bu nimete) kavuşturan Allah'a hamdolsun! Allah bizi doğru yola iletmeseydi kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik…” (Araf / 43) ayetine göre kalplerinde inanlara karşı kin taşıyanlar bu kirlenmişlikle selam yurduna alınmazlar.                                                                        
           Şimdi beraberce düşünelim. Bir müride göre şeyhi olmayan cennete girebilir mi? Ehli Sünnete göre Şia olan cennette zevk-ü sefa sürebilir mi? İtikadı(!) dışındakileri sapmış görenlere göre imkânsız. Eğer bu kindar dindarların kinleri alınmadan cennete sokulursa ötekileştirdiklerini orada görünce rahatsızlık duyacaklardır. Zira onların cennet anlayışı kendi gibilerle zevk-ü sefa sürerken karşı olduklarının da cayır cayır yandığından emin olmalarıdır.
           Ne yazık ki Müslümanları tek bir ümmet görüp kardeşçe yaşama gayretini terk edenlerin zihinlerindeki cennet algıları kirletmiştir. Cennet, inananların sonsuza kadar birbirlerinden mal, can ve ırz yönünde endişe etmeden kardeşçe yaşayacakları bir yer olma ölçüsü sunmaktan uzak, itikadı ve ameli mezhebimizin taraftarı olan, siyasi ve içtimai yönelimimize uygun olanlarla zevkü sefa ettiğimiz dünya hayatının bir üst versiyonu konumuna indirgenmiştir.
           O zaman madem bu kamplaşmadan beslenen kindar dindarlığımızdan vazgeçemiyoruz. O halde ortak söz olan Kuran’a danışalım ve Allah’ın önerdiği bu dua ile arınmaya çalışalım…
         "Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve imana ermiş olan(lardan hiçbiri)ne karşı kalplerimizde yersiz ve uygunsuz düşünce veya duygulara yer bırakma. Ey Rabbimiz! Sen şefkat sahibisin, rahmet kaynağısın!”( Haşr /10)


                                                                                             Şevket Hüner /16.06.2013


17 Haziran 2013 Pazartesi

Dövüş Öyle Değil Böyle Yapılır: Baskın

Filmin Adı : Baskın
Filmin Orj. Adı: The Raid: Redemption ( Serbuan Maut ) 


Yönetmen: Gareth Evans


Oyuncular: İko Uvais, Yayan Ruhian


Film İle İlgili Ne Denebilir
Şu yukarıdaki resimde ortada havada olan adam var ya. Filmde kötü karakter ama öyle güzel dövüşüyor ki insan mest oluyor gerçekten.
Filmin dövüş sahneleri, öyle gerçekçi ki kendinizi alamıyorsunuz.

Sevgili Serdar'a da bu filmi izlemesini tavsiye ederim, klasörüne attım merak etmesin...

Sakın sanatsal bir yan aramayın, güzel bir dövüş filminden öteye bir şey bulamazsınız. Belki kahramanlardan birisinin filmin başında kıldığı namaz hariç ...


film ile ilgili bilgi alınabilecek bir site
http://www.sinemalar.com/film/193985/baskin

Gittim, Gördüm, Resimledim...

Amasra

Safranbolu





 Kayseri
 Malatya




 Sivas







/

Taksim ile ilgili yaklaşık 20 günlük macerayı bütün Türkiye takip etti, aynı zamanda bütün dünya da. Herkes kendi cephesinden bir taraf tutar oldu neredeyse. Tayyibciler... Gezi Parkı direnişçileri...
Peki biz tarafsızlar ne olacak. Bu yaşanan olaylar karşısında hiç düşüncemiz olmayacak mı?
Olacak elbette...

Olaylara İslami gözle bakalım desem, hükümet sanki İslam'ın temsilcisi imiş gibi bir tepki çekiyor...

Olaylara insani gözle bakalım desem, hükümet taraftarları sanki "biz insan değil miyiz" dercesine tepki veriyor

Olaylara çevreci gözle bakalım desem, birileri "biz çevreci gözle bakmıyor muyuz" diye çığlık atıyorlar...
....
İnanın bu liste daha uzayıp gidebilir...
Peki, herkes kendi vechesinden bakmaya devam etsin, kendi inancına göre olayları yorumlasın eyvallah...

Bir müslüman fert olarak şahsen kendi bakışım beni ilgilendirir, bakalım ben nasıl bakıyorum?

1. Taksim gezi parkı, İstanbul'un Taksim'e gittiğimde en sevdiğim mekanlardan birisi. Bazen gider orada kitap okur, bazen dinlenirdim. Ağaçların olduğu yer, taksim ve İstiklal caddesi gibi hareketli bir ortamdan uzaklaşıp nefes alınan bir küçük alan benim için. Yani gezi parkı adı verilen yere en ufak bir müdahalenin olması, Topçu kışlası, şehir müzesi ve benzeri uygulamaların oraya yapılmasını ben şahsen istemiyorum. Ama ben tek başınayım. Var olandan faydalanmak için çaba sarfediyorum. Hükümet'e, İstanbul Büyükşehir belediyesine yaptırımım da yok, etkim de yok maalesef. Çünkü ben partiler arasında bir tercih belirtmeyen "nesli tükenmekte olan kesim" diye addedilen bir kesimdenim.

2. Gezi parkında ağaçların sökülmesini istemeyen, oranın aynı kalmasını isteyen grubun bu tutumu, benim kanaatlerimi paylaştığından ötürü onlara yapılan ilk günlerdeki polisin sert müdahalesi kabul edilebilir değil.

3. Polisin yanlış tutumu dolayısı ile orada bulunan grupların da yanlış tutum sergilemesine gelince, oradaki esnafın, işyerlerinin yağmalanması, kaldırım taşlarının sökülerek çevre katliamı da kabul edilebilir bir şey değil.

4. Taksim gezi parkı, gezi parkı olarak kalsın, ben de oralara gittiğimde rahat rahat kitap okuyayım, dinleneyim, seyyar çaycıdan bir bardak çay içip nefes alayım derim...

5. Ülkenin ve milletin huzuru hikayesine gelince; bu masallara karnımız tok bizim. Yıllardır bütün siyasiler bu masallarla geldiler, gidiyorlar.

6. Ak Parti üzerinden müslümanların aşağalınması da kabul edilemez.

7. Ak Parti üzerinden diğer insanlara İslam'ın anlatılışı da kabul edilemez... Çünkü:
Ak parti İslam'ı temsil eden bir parti değil, o yüzden oradaki insanların yaptıkları hatalar sanki İslam'ın hatası gibi sunulması doğru değil.
Bizim inancımızda mümin erkek ve mümin kadınlara düşen Allah'ın hükmüne tabi olmaktan başka bir şey değildir. İlk önce bu ülkede yaşayan insanlar Allah'ın tek otorite olduğuna bir inansınlar bakalım....
Vesselam...

İstanbul'da Bir "Cehennem"

Kitabın Adı : Cehennem
Yayınevi: Altın Kitaplar
Yazarı: Dan Brown
Kitabı Bitiriş Tarihi: 15 Haziran 2013 / Cumartesi


Kitap İle İlgili Bir Alıntı
Eğer anlattığım zorlukları hiç tahayyül etmemiş ve hiç tahammül etmeyecek insanları biraz olsun caydırabildiysem Allah benden razı olsun. İnsanlar kaldıramayacakları yüklerin altına girmemeli, çünkü tırtlayıp gerisin geri çıktıklarında olan diğerlerine oluyor öncelikle..." (Sh. 19)
Da Vinci Şifresi ile yer yerinden oynamıştı ve bir anda Hristiyan dünyasının tepkisini üzerinde toplamıştı. Bilimsel araştırmalar, dini gerçekler ile birlikte gizemli bir polisiye gerilim hikayesi oluşturan yazar daha sonra Melekler ve Şeytanlar ve Kayıp Sembol ile bu başarısı devam ettirdi.

Şimdi son eseri olan Cehennem romanı ile kendine ait tarzına devam ediyor ve bu kez Hristiyan dünyasındaki İnferno yani Cehennem kavramına el atıyor.

Dan Brown’un eserlerini bu kadar mükemmel kılan unsur ise hikayelerini yoğun araştırmalar sonrasında gerçek olaylardan kurgulaması. Dini öğeleri araştırarak gizemli gerçeklere ulaşan ve bunlardan gizemli hikayeler oluşturan yazar Vatikan tarafından kara listeye alındı bile.

Son eseri olan Cehennem ile yine büyük ses getirmesi bekleniyor ve kitap daha satışa çıkmadan ön siparişler ile birlikte en çok satanlar listesine girdi bile.

Cehennem - Dan Brown

Dan Brown kitaplarının Simgebilim uzmanı olan kahramanı Robert Langdon Cehennem romanında gözlerini bir hastane odasında açıyor. Son olarak Harvard üniversitesindeki bir anısını hatırlayan Langdon kendini bir anda başından vurulmuş, son 48 saat içinde hiç bir şey hatırlamadan İtalya’da buluyor. Ne olduğunu anlamaya çalışırken hastanede saldırıya uğruyor ve bu saldırıdan genç bir doktorun yardımı ile kurtuluyor. Dahası cebinde üzerinde tehlikeli simgesi olan bir cihaz buluyor. Ülkesinin konsolosluğundan yardım isteyen fakat yardım yerine kendisini öldürmeye çalışan kişiyi karşısında bulan Langdon kendi ülkesinin de kendini öldürmeye çalışması ile bir şok daha yaşıyor ve genç fakat sıra dışı zekası olan doktor ile işin gerçeğini çözmek için yine simgelerde gizli olan ipuçlarının peşine düşüyor.

Floransa’nın tarihi yerlerinde başlayan macera İtalya’nın diğer büğülü şehri olan Venedik’e uzanıyor ve Longdon kendini bir genetik uzmanı olan ve dünya nüfusunun hızlı artışı nedeni ile insanoğlunun 100 yıl içinde neslinin tükeneceğini düşünen, bu yüzden ölümcül bir virüs yaratan ve bunu Dante’nin Cehennem Haritası ile ilişkilendiren deha birinin peşinde buluyor. Tek sorun bu psikopat bir hafta önce intihar etmiştir ve virüsün aktif aktif etmesine bir günden az kalmıştır ve virüsün yerini bulmak için tek umut Langdon’dur.

Dan Brown’un Cehennem romanı okurlarını yine mükemmel bir maceranın içinde sürüklüyor. Kitapta yine tarihi öğeler, gizemli sırlar ve en güzeli ise İstanbul’un tarihi köşeleri var. Yerebatan Sarayı, Ayasofya ve Kapalı Çarşı kitapta geçen yerler ve yazar gerçekten buraları mükemmel anlatmış. Görünen o ki yine mükemmel bir film Türkiye’de çekilecek.

İrfan'ın yorumu
Kitabın hikayesinde İstanbul'un olması ayrı bir güzellik tabi. Özellikle bildiğiniz yerlerin kitapta zikredilmesi ve onun da güzel bir kurgu ile anlatılması dikkat çekici. Kitabın ayrıca hafıza kaybına uğrayan kahramanının güvenlik kameralarının çektiği bir görüntüyü izlediği bölüm gerçekten güzel kurgulanmış.
Bununla birlikte Dan Brown'un kitaplarının en güzel yanı hiç şüphesiz gerçek mekanlar, yerler, ikonlar, bilgilerden esinlenmesi. Sanki bu gerçeklik iyi bir filtre gibi kullanılmış. Photoshop kullananlar bilirler, asıl bir objeniz vardır, bu objenizi farklı filtrelerden geçirirsiniz. İşte bu farklı filtreler doğru bilgilerden oluşuyor. Örneğin kitapta karantina kelimesinin Venedik'de meydana çıkan veba salgını ile birebir alakalı bir kelime olduğunu kitapta öğrenebilir, İstanbul'dan yıllar önce kaçırılan at heykelleri ile ilgili bilgilere ulaşabilirsiniz.
Ama...
Evet yine ama diyorum bu kitapla ilgili. Yine istediğim performansı bulamadım. Yine bu kitap "vay be ne kitaptı" dedirtecek bir kitaptan uzak maalesef. Buna rağmen okurken zevk alacağınızı tahmin ediyorum.
Özellikle İstanbul yerebatan sarnıcını daha önce ziyaret etmiş iseniz...