Kitabın Adı: Masumiyet Müzesi
Yayınevi: İletişim Yayınları
Yazarı: Orhan Pamuk
Kitabı okumayı Bitiriş Tarihi: 22 Nisan 2011 Cuma – İstanbul
"Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum. Bilseydim, bu mutluluğu koruyabilir, her şey de bambaşka gelişebilir miydi? Evet, bunun hayatımın en mutlu anı olduğunu anlayabilseydim, asla kaçırmazdım o mutluluğu... (sh. 11)
İrfan’ın Notu: Evet böyle başlıyor, Orhan Pamuk'un kitabı. Orhan Pamuk'un şu ana kadar iki kitabını okudum. Kar ve İstanbul... Bu kitabı açıkçası çok başarılı bulduğumu söyleyemem. Okurken sıkıldığım anlar çok oldu. Ne zaman bitecek diye kendi kendime söylediğim anlar da... Ama buna rağmen aşk romanları içerisinde farklı bir yere sahip olduğu aşikar. En önemli olarak gördüğüm, İstanbul sosyetesinin batı hegomonyası karşısında kendilerini batılı gibi gösterebilme çabasının komik enstantaneleri olmuştur. Bununla ilgili tesbit ettiğim birkaç kısmı aşağıda alıntıladım.
Arka Kapak Yazısı:
Nobel ödüllü büyük yazarımız Orhan Pamuk’un üzerinde altı yıldır çalıştığı harikulade aşk romanı bu sözlerle başlıyor...
Masumiyet Müzesi’ni okurken yalnız aşk hakkında değil, evlilik, arkadaşlık, cinsellik, tutku, aile ve mutluluk hakkındaki bütün düşüncelerinizin derinden etkilendiğini ve kitabın rengârenk dünyasından hiç ayrılmak istemediğinizi göreceksiniz. 1975’te bir bahar günü başlayıp günümüze kadar gelen İstanbullu zengin çocuğu Kemal ile uzak ve yoksul akrabası Füsun’un hikâyesi; hızı, hareketi, olaylarının ve kahramanlarının zenginliği, mizah duygusu ve insan ruhunun derinliklerindeki fırtınaları hissettirme gücüyle, elinizden bırakamayacağınız ve yeniden okuyacağınız kitaplardan biri olacak. Ülkemizde ve dünyada milyonlarca okurun sevgi ve hayranlığını kazanmış olan, kitapları elli sekiz dile çevrilen ve her yeni romanı büyük bir merakla bütün dünyada beklenen Pamuk, okurlarına unutulmaz rüyalar gibi, akıllardan hiç çıkmayacak sarsıcı bir hikâye anlatıyor.
Kitap’dan alıntılar:
• El sıkışıp öpüştüğümüz, şakalaştığımız kişilerden başımı kaldırdığımda, aralarında tepsiler içinde kanepeler sunan garsonların gezindiği davetlilerin rahatladığını, içkinin yavaş yavaş onları gevşettiğini, kahkahaların, kıkırdamaların yükselmeye başladığını görüyordum. Kadınların hepsi, aşırı boyalı ve çok şıktı. Pek çoğu bele oturan, üst kısmı iyice açık, ince elbiseler giydiği için üşüyorlarmış gibi gözüküyorlardı. Erkeklerin çoğu, bayramlıklarını giyen çocuklar gibi düğmelerini sıkı sıkıya ilikledikleri şık beyaz takımlarını giymişler, üç-dört yıl öncenin modası kalın, iri desenli rengarenk "hippi" kravatlarının hatırasıyla, Türkiye ortalamasına göre çok renkli sayılabilecek kravatlar takmışlardı. Birkaç yıl önce dünyada yaygın olan uzun favori, yüksek topuk ve uzun saç modalarının bittiğini, belli ki Türkiye'de pek çok zengin ve orta yaşlı erkek işitmemiş ya da buna inanmamıştı. Moda diye gereğinden fazla uzatılan, uçları iyice geniş tutulan kara favoriler ve geleneksel kara bıyıklar, uzun kara saçlarla birlikte özelikle genç erkeklerin yüzlerini oldukça kara gösteriyordu. Belki de bu yüzden, kırk yaşın üstündeki erkeklerin neredeyse hepsi, seyrek saçlarına biryantin sürmüştü. Biryantin ve diğer erkek parfümlerinin kokusu, kadınların sürdüğü diğer ağır kokular, herkesin hep birlikte fazla da keyif almadan tüttürdüğü sigara dumanları ve mutfaktan gelen kızarmış yağ kokusu belli belirsiz esen bahar rüzgarıyla birleşince, bana annemle babamın ben çocukken verdiği davetleri hatırlatıyor, orkestranın (Gümüş yapraklar) geceye hazırlık olarak yarı şaka yarı ciddi çaldığı asansör müziği de bana mutlu olduğumu fısıldıyordu.
...
"Böyle görmüş geçirmiş eski aileler hiç kalmadı Kemal Bey" dedi. "Siz iş alemindesiniz, benden daha iyi bilirsiniz, her yeri yeni para kazanmış görgüsüzler, karıları, kızları başı örtülü kasabalılar sardı. Geçende gördüm, adam Araplar gibi, kara çarşaflı iki karısın arkasına takmış Beyoğlu'na çıkarmış, dondurma yediriyor... Bu kızla evlenip, onunla hayatının sonuna kadar mutlu olmaya kesin kararlı mısın bakalım?". (sh. 123-124)
Bu bölümü alıntılamamdaki gaye, yukarda da yazarın belirttiği gibi, batı kültürünü kopyala yapıştır mantığı ile hayatlarına geçirmek isteyen, maske takan fakat asli unsur olan Avrupa'lıların bütün bu özentiye rağmen bir vize için çektirdikleri romanın ilerleyen bölümlerinde görülecektir. Aşağılık kompleksi taşıyan toplumların aşağılık hallerindendir bu çarpık durum.
• Berrin'in sol kaşı züppece bir şüpheyle yukarı kalkınca, Robert Kolej'den Mehmet'in çok güvenilir bir arkadaşım ve doğru dürüst bir insan olduğunu, evet, ailesinin çok dindar ve muhafazakar olmasına rağmen görücü usulüyle evlenmeye, hatta başörtülü annesinin kendisine İstanbullu ve okumuş da olsa, bir kız bulmasına yılarca karşı çıktığını ve kendi tanışıp arkadaşlık edeceği kızlardan biriyle evlenmek istediğini anlattım. "Ama şimdilik, kendi bulduğu modern kızların hiçbiriyle olmadı bir türlü." (sh. 127)
İlginçtir, en sosyetik kızların, Avrupa'da her türlü naneyi yemesine rağmen, Türkiye'deki alışılmış kalıpları aşamamaları...
Kesin evleneceği bir erkek yoksa, onunla cinsellik noktasında ileri gitmemesi...
Eğer nişanlanmış ise, bu cinsellikten kendi ahlaki görüşlerine göre mahsur görmemesi, ailelerinin de buna onay vermesi...
Bunlar Türk ve müslüman toplumun içinde yaşadıkları gelgitler.
Kitapla ilgili son söyleyebileceklerim ise: Füsun adlı bir kıza çılgınca bağlanmanın sonucunda, çok uzun süre hemen hemen ger gece evlenmiş bir kadının evine gitme bölümleri akla ziyan gibi geliyor.
22 Nisan 2011 Cuma
20 Nisan 2011 Çarşamba
Bu Yazıyı Buraya Almamak Olmaz: Sen ki !
Ahmet Altan / Taraf Gazetesi / 15-04-2011
Sen ki !
Oturduğum yerden baktığımda, karşımda Ayasofya ile Sultanahmet Camii’ni görüyorum.
Biri, klasik Yunan ve Roma kültüründen süzülmüş Hıristiyan bir imparatorluğun, diğeri geniş bir coğrafyanın dört bir yanından izler taşıyan Müslüman bir imparatorluğun mabedi.
Mirasçıları olduğumuz Doğu Roma ve Osmanlı imparatorluklarının bize bıraktığı iki görkemli yapı.
Bin beş yüz yıllık bir medeniyete bakıyor pencerem.
Sandaletlerine altından kartallar işlenmiş erguvan rengi harmaniyeli Bizans imparatorları da, inci işlemeli kavukları, samur kaftanlarıyla Osmanlı padişahları da benim baktığım kıyılarda gezindi.
Yunan filozoflarını doğurmuş İyonya da benim toprağım, Mevlana’yı dünyaya armağan eden Konya da benim toprağım.
Homeros’un anlattığı Truva da benim toprağım, Evliya Çelebi’nin anlattığı Anadolu da benim toprağım.
Hazreti Meryem Efes’teki kulübedeydi.
Anibal bu topraklarda öldü.
Yunus burada doğdu, Pir Sultan burada can verdi.
Cihanın dört bir yanına dağılan dinler, yeryüzüne ayak izlerini bırakan kavimler buradan geçti.
Trabzon’daki Rum kilisesi, Van’daki Ermeni şapeli, Sıvas’taki Selçuklu camii, İstanbul’daki Yahudi sinagogu benim.
Cenevizliler Galata Kulesi’nin dibinde yaşıyordu, Barbaros gemilerini buraya yanaştırıyordu.
Ermeniler, Kürtler, Rumlar, Romalılar, Moğollar, Acemler, Araplar, Türkler bu topraklarda at koşturdu.
Dionysos ayinleri bu topraklarda yapıldı.
Ahiler bu topraklarda oturdu.
Semazenler bu topraklarda döndü.
Bektaşiler bütün âleme buradan güldü.
İncil’i İznik’te temize çektiler.
Kur’an’ı hattın en güzeliyle burada yazdılar.
Bahçelerinde asmalı çardaklar olan zaviyelerde tasavvufun derinliklerine daldılar.
Tekkelerde kendilerinden geçerek zikrettiler.
Şeyh Galip, şiirinin sesini burada buldu.
İsyanları gördük, savaşları gördük, cellatları gördük, canileri gördük, korsanları gördük, şairleri gördük, evliyaları gördük, velileri gördük, imparatorları gördük, padişahları gördük, düşmanlığı ve dostluğu gördük, efsaneleri ve gerçekleri gördük.
Sen, bu geçmişin çocuğusun.
Ruhunda, bütün cihanın ruhunu taşıyorsun.
Sesinde, bu seyyarenin sesi var.
Homeros seni anlattı, Yunus seni söyledi.
Şöyle bir başını kaldırıp baktığında binlerce yılı görüyorsun.
Kökleri binlerce yıla uzanmış, her bir dalında başka bir dinin, başka bir mezhebin, başka bir kavmin çiçeklerinin açtığı büyük bir ağaç gibisin.
Kimse sana yabancı değil.
Sen kimseye yabancı değilsin.
Kiliselerin çan sesleri de yankılandı bu topraklarda, müminleri her biri başka makamda Allah’ın huzuruna çağıran ezanlar da...
Kılıç şakırtılarını, top seslerini, en güzel şarkıları, en içten ayinleri bu topraklarda duydun.
Nasrettin’le güldün, Şeyh Bedrettin’le ağladın.
Zındık şeyhülislamlar, gizlice ibadet eden günahkârlar gördün.
Yaratılanı Yaratan’dan ötürü seven bir geçmişten geldin.
Sen, bu tarihin çocuğusun.
Meydan okumak yakışmaz sana.
Sen, meydan okunacak olansın.
Övünmek yakışmaz sana.
Sen, övülecek olansın.
Sen, “toprak vatanım, nev-i beşer milletim” diyen şairin çocuğusun.
Dünya senin vatanın, insanlar senin milletin. Dininle, dilinle, inancınla, tevekkülünle, bu dünyanın kulu ve efendisisin, ne başkasını kendinden, ne kendini başkasından ayırırsın.
Sen ki bu geçmişin çocuğusun...
Hüzün kadar vakar yaraşır sana, tevekkül kadar tevazu yaraşır.
Sen ki bu geçmişin çocuğusun, ne başını eğersin, ne başları eğdirirsin.
Dünya vatanın senin, insanlar kardeşin.
Çünkü sen bu geçmişin çocuğusun.
Sen ki !
Oturduğum yerden baktığımda, karşımda Ayasofya ile Sultanahmet Camii’ni görüyorum.
Biri, klasik Yunan ve Roma kültüründen süzülmüş Hıristiyan bir imparatorluğun, diğeri geniş bir coğrafyanın dört bir yanından izler taşıyan Müslüman bir imparatorluğun mabedi.
Mirasçıları olduğumuz Doğu Roma ve Osmanlı imparatorluklarının bize bıraktığı iki görkemli yapı.
Bin beş yüz yıllık bir medeniyete bakıyor pencerem.
Sandaletlerine altından kartallar işlenmiş erguvan rengi harmaniyeli Bizans imparatorları da, inci işlemeli kavukları, samur kaftanlarıyla Osmanlı padişahları da benim baktığım kıyılarda gezindi.
Yunan filozoflarını doğurmuş İyonya da benim toprağım, Mevlana’yı dünyaya armağan eden Konya da benim toprağım.
Homeros’un anlattığı Truva da benim toprağım, Evliya Çelebi’nin anlattığı Anadolu da benim toprağım.
Hazreti Meryem Efes’teki kulübedeydi.
Anibal bu topraklarda öldü.
Yunus burada doğdu, Pir Sultan burada can verdi.
Cihanın dört bir yanına dağılan dinler, yeryüzüne ayak izlerini bırakan kavimler buradan geçti.
Trabzon’daki Rum kilisesi, Van’daki Ermeni şapeli, Sıvas’taki Selçuklu camii, İstanbul’daki Yahudi sinagogu benim.
Cenevizliler Galata Kulesi’nin dibinde yaşıyordu, Barbaros gemilerini buraya yanaştırıyordu.
Ermeniler, Kürtler, Rumlar, Romalılar, Moğollar, Acemler, Araplar, Türkler bu topraklarda at koşturdu.
Dionysos ayinleri bu topraklarda yapıldı.
Ahiler bu topraklarda oturdu.
Semazenler bu topraklarda döndü.
Bektaşiler bütün âleme buradan güldü.
İncil’i İznik’te temize çektiler.
Kur’an’ı hattın en güzeliyle burada yazdılar.
Bahçelerinde asmalı çardaklar olan zaviyelerde tasavvufun derinliklerine daldılar.
Tekkelerde kendilerinden geçerek zikrettiler.
Şeyh Galip, şiirinin sesini burada buldu.
İsyanları gördük, savaşları gördük, cellatları gördük, canileri gördük, korsanları gördük, şairleri gördük, evliyaları gördük, velileri gördük, imparatorları gördük, padişahları gördük, düşmanlığı ve dostluğu gördük, efsaneleri ve gerçekleri gördük.
Sen, bu geçmişin çocuğusun.
Ruhunda, bütün cihanın ruhunu taşıyorsun.
Sesinde, bu seyyarenin sesi var.
Homeros seni anlattı, Yunus seni söyledi.
Şöyle bir başını kaldırıp baktığında binlerce yılı görüyorsun.
Kökleri binlerce yıla uzanmış, her bir dalında başka bir dinin, başka bir mezhebin, başka bir kavmin çiçeklerinin açtığı büyük bir ağaç gibisin.
Kimse sana yabancı değil.
Sen kimseye yabancı değilsin.
Kiliselerin çan sesleri de yankılandı bu topraklarda, müminleri her biri başka makamda Allah’ın huzuruna çağıran ezanlar da...
Kılıç şakırtılarını, top seslerini, en güzel şarkıları, en içten ayinleri bu topraklarda duydun.
Nasrettin’le güldün, Şeyh Bedrettin’le ağladın.
Zındık şeyhülislamlar, gizlice ibadet eden günahkârlar gördün.
Yaratılanı Yaratan’dan ötürü seven bir geçmişten geldin.
Sen, bu tarihin çocuğusun.
Meydan okumak yakışmaz sana.
Sen, meydan okunacak olansın.
Övünmek yakışmaz sana.
Sen, övülecek olansın.
Sen, “toprak vatanım, nev-i beşer milletim” diyen şairin çocuğusun.
Dünya senin vatanın, insanlar senin milletin. Dininle, dilinle, inancınla, tevekkülünle, bu dünyanın kulu ve efendisisin, ne başkasını kendinden, ne kendini başkasından ayırırsın.
Sen ki bu geçmişin çocuğusun...
Hüzün kadar vakar yaraşır sana, tevekkül kadar tevazu yaraşır.
Sen ki bu geçmişin çocuğusun, ne başını eğersin, ne başları eğdirirsin.
Dünya vatanın senin, insanlar kardeşin.
Çünkü sen bu geçmişin çocuğusun.
15 Nisan 2011 Cuma
Bilimkurgu Sınırları Zorluyor: Yaşam Şifresi
Filmin Adı: Yaşam Şifresi
Orjinal Adı: Source Code
Filmin konusu: Yönetmenliğini Duncan Jones’un yaptığı, başrolünde Jake Gyllenhaal’in oynadığı bilim kurgu – aksiyon türündeki Source Code filminin akışında kurgunun etkin bir biçimde kullanıldığını görüyoruz. Film bunu yüzbaşı Colter’ın trene gönderilip geri döndüğü sahnelerde izleyicisine yoğun bir şekilde hissettirmektedir. Filmin ilk sahnelerinden itibaren Colter’ın trendeki patlamadan sonraki uyanışlarında kısa ve karmaşık görüntüler aslında sürekli olarak flashforwardlar içermektedir. Örneğin Colter, trendeki patlamadan hemen sonra yani uyanmadan önce geçen süreçte şehrin merkezinde bulunan ayna biçimindeki yapıyı görmektedir. Aslında bir metafor olarak kullanılan bu parlak heykelle izleyici filmin en son sahnesinde bir kez daha karşılaştırılmakta ve kurgu bütünlüğü sağlanmaktadır. Filmin en önemli özelliği yaşamla ölüm arasındaki ince çizgiyi, ölümün korkunçluğunu, ölümden sonra nelerle karşılaşabileceğimizi ve ölümden sonra başka bir gerçekliğin olup olmadığı sorusunu bir kez daha izleyicisine düşündürtmesidir. Source Code, hayatımız boyunca yaptığımız hatalarımızın ve duyduğumuz pişmanlıklarımızın aslında telafi edilemez olabileceği üzerine vurgu yapmaktadır. Aslında ölü bir karakteri canlandıran yüzbaşı Colter duyduğu pişmanlıkları telafi edebilmek, yapmayı çok isteyip de yapamadığı şeyleri yapabilmek için Goodwin’den son bir kez daha kendisini trene göndermesini ister. Filmin finali olan trendeki son sahnede Colter kendi babasına ölen oğlunun arkadaşıymış gibi telefon ederek söyleyemediklerini söyler. Trende seyahat etmekte olan bir yolcuya ufak şeyleri dert etmemesi yönünde telkinde bulunur. Daha sonra yine aynı trende seyahat etmekte olan bir yolcudan diğer tüm yolcuları güldürmesini ister. Burada yine zamanın çok önemli olduğu, hayatın aslında ufak şeyleri dert edip üzülmek için çok kısa olduğu çarpıcı bir şekilde vurgulanmaktadır. Filmin en son sahnesinde Colter ve Christina trenden inerler ve Christina, Colter’a bir şey göstereceğini söyleyerek onu zaman yolculuğu yaptığı sırada sürekli gördüğü ayna biçimindeki heykelin yanına götürür. Metafor olarak kullanılan bu cisminin karşısına geçerler ve Christina’nın Colter’a “bugün ne yapmak istiyorsun” sorusuna karşılık Colter “biraz burada kalsak iyi olur, burası tam da olmamız gereken yer bence” der. Ardından kamera Christina ve Colter’ın cismin üzerindeki yansımasına zoom in yaparak aslında ölü olan Christina ve Colter’ın başka bir gerçeklikte yaşadıklarına dair göndermede bulunulur. Barış Fişek
İrfan'ın Yorumu: Bilim kurgu filmleri içerisinde izlediğim vasat filmlerden biri. Ama farklılığı dikkat çekici. Barış'ın yorumu yeterli.
8 Nisan 2011 Cuma
Yine Aldı Beni Yolculuk Telaşı: Turistler Geldi Bursa'dayım
Suudi Arabistan sanki bana çalışıyor :) Sevgili kardeşim, Suudi Arabistan'dan yine çok değerli iki aileyi benimle beraber Türkiye'nin güzelliklerini görmeleri için gönderdi. Biz de yine dolaşacağız. Bu gece ilk mükemmel yapıyı gördük. Evet Süleymaniye camiisinden bahsediyorum. Ama içim acıyor, TV'deki Kanuni Sultan Süleyman ile ilgili yapılan iftira düzeyindeki iğrenç dizi filmdeki (seyretmiyorum ama etkilerini her yerde görmek mümkün) Süleyman mı yoksa bizim bildiğimiz Süleyman mı? Sülüman ! Kadınların peşinden koşan bir adam. Kızgınım vesselam.
3 Nisan 2011 Pazar
Karanlık Adam: Zekeriya Beyaz
Zekeriya Beyaz, ülke tarihine tebessümle geçen birisi asla olmadı. Siz sanmayın ki kendisi ekranlara çıktığında insanlar tebessüm ediyordu. Sevilmeyen bir adamın saçmalıklarını dinlemenin verdiği acıma duygusuyla karışık, kızgınlık tebessümüdür o. Yüz hatlarımızın aldığı durumu en iyi Komedi Dükkanı'ndaki Tolga ancak bize yansıtabilir. Bu vesile ile sözü konuk yazarıma bırakayım.
Yıldıray Oğur / Taraf / 03/04/2011
İmam Hatip Lisesi’ni bitirip memleketi Gaziantep’in camilerinde göreve başlayan genç hocanın namıdır bu. Devlet, gözünü kapatıp bağıran bu imamın sesini hemen duymuştur. 48 yıl boyunca da o üç hoparlörden hep, bağırarak makul sesleri susturan devlet duyulacaktır. Önce küçük işlerle başlar resmi kariyeri. İddialara göre Gaziantep Emniyeti Birinci Şubesi ile sıkı ilişkileri vardır. Polis, Nizip’teki Kürtçülük faaliyetleri hakkında vatansever hocanın bilgilerine başvurmaktadır. Canlı yayında Lerzan Mutlu tarafından ısırılmaya kadar varacak yurt sathındaki şöhreti ise herhalde Gaziantepli gazi bir sufi doktor olan Emin Küçük Kale’nin tasavvuf ve musiki sohbetleri edilen tarikatına sızmasıyla başlatılabilir. 1962 yılında komünizm propagandası yapmaktan yargılanan tarikatın iki numarası Hayri Balta’ya göre polise tarikatın komünist ve ajan yuvası olduğunu ihbar eden odur. 1964 yılında Ankara’da yayımlanan Adalet Gazetesi’nde tarikatı hem komünistlik, hem de Amerikan ajanlığıyla suçlayarak daha sonra ustalaşacağı yaftalama tarihinin açılışını yapar. Çok bağıran çok yanılır derler mi? 1964 yılında Gaziantep’in Çamlıca Mahallesi Merkez Camii’nde Kurban Bayramı hutbesinde diline hakim olamayıp “19 Mayıs Bayramı’na kız çocuklarının baldır bacak götürülmelerinin sebebi öğretmenlerin hayvani hislerini tatmine matuf” deyince sadece evi aranmaz, alıp karakola götürülür. Yargılanır. Bir ay Antep’te, 4.5 ay da, Ulucanlar’da hapis yatar. Tam bu yıllarda hayat hikâyesinin her aşamasında karşılaşılan sihirli sıçramalardan biri yaşanır. Bir el, Antepli imamı alıp İstanbul’a getirmiştir. 1972 yılında 34 yaşındayken İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nden mezun olur. Bu sırada yayıncılığa başlar, Öz, Özlem Yayınları’ndan ardı ardına ajitatif kitapları çıkar. 1976 yılından yayınladığı İslam’a Göre Milliyetçilik ülkücülerin İslamcılara doğru salladığı kitaplardan biri olur. Diğer kitaplarının adları malzemenin cinsini anlamaya yeter: Türklük Kanımız, İslam Canımız. Atamız Ademdir, Maymun Değil. 1977 yılında 14 yıl müftülük ve vaizlik ettiği Diyanet’ten istifa eder. MHP’nin gazetesi Hergün’de damardan yazılar kaleme almaktadır. 1977 yılında yazdığı bir yazıda ülkücü komandolara eski bir müftü olarak şöyle cihat fetvası verir: Müslüman Türk milleti, komünistlerin ağır saldırısı altında çetin bir cihada mecbur kalmıştır. Türk ülkücüleri, bu cihat gerçeğini anlayan İslam yolunda cihat bayrağını açmış yiğit mücahitlerdir. Allah yolunda, İslam yolunda, millet yolunda cihat etmektedirler. Bir ara MHP’den Gaziantep milletvekili adayı olur. Ama yıldızının barışmadığı Türkeş onu aday göstermez. 1979’dan sonra üç hoparlör de, İran Devrimi’ne karşı çevrilir. Müstear adlarla çıkardığı kitaplarla Türkiye’deki İrancıları ajanlıkla suçlar. Onun gibi düşünenlerin iktidara geldiği 12 Eylül’ün ardından 1983’te İstanbul Üniversitesi’ne girer. Işık hızıyla akademide yükselir. 1985’de yüksek lisans, 1987’de doktorayı bitirir. 1991’de artık doçent olmuştur. 1995’de MHP’den vekil adayı olur, ama seçilemez. 1997’de sandalyelerin havada uçuştuğu MHP kongresinde genel başkan adaylarından biri olarak yeniden ortaya çıkar. Kongreden önce Bahçeli lehine adaylıktan çekilir. Bu sırada çıkarmaya başladığı Sancak adlı dergi ise 28 Şubat sürecinde kritik bir rol oynayacaktır. Dergi, tabi ‘gazeteciye’ nereden bulduğu sorulmaz, Erbakan’ın 1991’de “RP cihad ordusudur. Cihada para vermeyen cennete gidemez’’, ‘’RP’li olmayan patates dinindendir’’ gibi sözler söylediği meşhur konuşmanın kayıtlarını bulur ve yayınlar. Sancak’taki sözler aynen Vural Savaş’ın RP kapatma davası iddianamesine girer. Oktay Ekşi dergiden ve Zekeriya Beyaz’dan alıntılarla yazılar yazar. Bu cümleler Refah Partisi’nin kapatan güçlü delillerdendir. Hoparlörden ses yine gür çıkmıştır. Sihirli değnek tekrar ona değmiştir.Televizyonlar da onu keşfetmeye başlar. Şimdilerde ona gülünen kanallarda ağır konuk olarak ağırlanır. 1999’da 28 Şubat’ın başörtüsü zulmü tavan yapınca yine imdada yetişir. İslam ve Giyim Kuşam. Başörtüsü Sorununa Dini Çözüm kitabında işlediği “İslamiyet’e göre devlete itaat, Allah’a itaattir” tezi iltifatlarla takdim edilir. Kitap göğüsleri açık, şort giymiş kadın resimleri, altında da “böyle de namaz kılınabilir” fetvalarıyla bir anda popüler oluverir. “Kadınlar şortla namaz kılabilir ama başörtüsüyle üniversiteye gidemez” diyen hocanın “Beyaz Hoca” diye bağra basıldığı yıllardır. Ödülünü 1999’da dil bilgisizliğine bakılmaksızın profesör yapılarak alır. Çalıştığı Marmara İlahiyat’ta başörtüsü yasağını uygulayacak zalim bir dekan aranmaktadır. Ne tasadüf az biraz önce profesörlük engeli de kalkınca makamın layığı kendiliğinden bulunmuş olunur. 2001’de gazetelerin “Laik Hoca’ya saldırı” başlıklarıyla verdiği bıçaklanma hadisesiyle artık bir rejim kahramanıdır. Aynı yıl Milli Güvenlik Kurulu’nun ondan, Diyanet’i cihatçılıkla suçlayacağı Diyanet raporunu istemesi tesadüf değildir. İlahiyat Fakültesi tarihinin en karanlık üç yılı olan dekanlığında dünyaca ünlü İslam Ansiklopedisi’ni hazırlayan 16 akademisyeni “Türk halkının parasıyla hazırlanan bu ansiklopedide Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin aleyhine dolaylı da olsa bazı maddelerin bolca bulunduğunu gördük” diyerek görevden almak gibi icraatlara medyanın alkışları arasında imza atar. Memlekette İslam artık ondan sorulmaktadır. Ama diline olamadığı gibi beline de hakim olamaz. 2002 yılında bir otelde porno sosyolojisi üzerinde yarım saatlik ihtisas yapar. Beyaz İslam projesi üç beş şehvet dakikasına kurban gitmiştir. O sırada iktidar değişir. Dekanlığı biter. Hayat hikâyesinin bundan sonrası iki yerden izlenebilir. Magazin sayfalarından ve Ergenekon iddianamelerinden. Üç hoparlörlü hoca, Seda Sayan’ın programında oje fetvaları vermekten, oruç erotizmi üzerine tefekkür etmekten vakit buldukça misyonerlerle mücadele eder, her türlü ulusalcı nümayişte bayrak sallar. Onu, Ceviz Kabuğu’nda sonradan uzman çavuş çıkan misyoner rahibi güya ikna edip şahadet getirtirken, Rahip Santoro’nun arkasından yazdığı gibi namlusu tüten yazılarından ya da Lerzan Mutlu tarafından ısırılırken hatırlayanlar çıkacaktır. “Cemaat üzerine kitap yazdığı için evi basılan çağdaş ilahiyatçı” olarak hatırlanması için çalışanlar ise şimdi en başa dönüp yazıyı bir kez daha okuyor. Ergenekoncu olamayacak kadar komik mi? Zaten bu devletin neresi ciddi ki?
1 Nisan 2011 Cuma
Sözün Özü: ZEKERİYA ÖZ
Ergenekon Davasında Dönüm Noktası: Zekeriya ÖZ Görevinden Uzaklaştırıldı.
Ne olduysa oldu, ergenekon davasının başsavcısı Öz, görevinden uzaklaştırıldı. Tarihe not düşülmesi açısından önemli bir gün. Bugünden itibaren davanın seyri ne olacak bakıp göreceğiz.
Hayatına bir bakış atalım:
Zekeriya Öz, (d. 1968, Bursa, Türkiye) Türk hukukçu, CMK 250. madde ile özel yetkili İstanbul cumhuriyet savcısı. Bulgaristan göçmeni bir ailenin çocuğu olarak Dünya'ya geldi. İlk, orta ve lise öğretimini Bursa'da tamamladı. Babası Bursa'da esnaflık yapan Öz, 1986 yılında girdiği İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden 1991 yılında mezun oldu. 1997'ye kadar Bursa Barosuna kayıtlı olarak avukatlık yaptı. 1997 yılında Hakim ve Savcılar Sınavını kazandıktan sonra Bursa Barosundaki kaydını sildirip savcı oldu. 1999 yılının Ağustos ayında kısa dönem askerlik hizmetine başladı. Askerliğe 114,5 kilo olarak başlayan savcı görevinin 12. gününde çeşitli sağlık nedenleriyle sağlık kurulunun karşısına çıktı. Kendisine 3 ay süreyle hava değişimi verilmiş ve verilen sürede istenen kilolara inememiştir. Bunun üzerine 2 kez daha üçer aylık hava değişimi verilmiş ve durumunda bir değişiklik olmaması nedeniyle Mayıs 2000'de eksojen obezite tanısıyla askerliğe elverişsizdir raporu verilmiştir. İlk görev yeri Çine'ye 26 Eylul 1995 tarihli ve 22416 sayili Resmi Gazete'de yazili kararla atanan Öz, Çine'den sonra Mutki'ye 2 Temmuz 1998 tarihli ve 23390 sayılı Resmî Gazete de yazılı kararla gönderildi. Mutki'de iki yıl görev yaptıktan sonra Balıkesir, Bigadiç'e atandı. 2004 yılında İstanbul, Ümraniye'ye atandı ve İstanbul Cumhuriyet Savcısı oldu. El Kaide üyesi El Sakka hakkında müebbet hapis istemiyle dava açtı. İstanbul'daki İngiliz Başkonsolosluğu ve sinagoglar ve HSBC'ye, bombalı saldırı düzenleyen El Kaide militanları Azad Ekinci ve Abdülkadir Karakuş'un Suriye'ye Sakka'nın yanına gittiğini tespit etti. 12 Haziran 2007 Ümraniye'de bir gecekonduda 27 el bombasının bulunması ile başlayan Ergenekon soruşturmasını yöneten savcıdan biridir. HSYK, adli yargı kararnamesiyle Ergenekon davasına bakan özel yetkili Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz'ü,özel yetkilerini alarak İstanbul Cumhuriyet Başsavcı Vekilliği'ne atadı. Özel Yetkili başsavcı vekilliğine ise Ergenekon, Askeri Casusluk ve Fuhuş Çetesi soruşturmalarını yürüten Fikret Seçen atandı.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)