28 Aralık 2012 Cuma

Miladi 2013 yılına girerken...


İrfan'ın Yorumu: 

Yeni bir miladi yıla girerken tarihsel bir gerçeği kimse görmemezlikten gelemez. Evet 2012 yılından 2013 yılına giriyoruz. Gerçek şu ki geçmişde neler yaptık, önümüzde (Rabbim eğer nasib ederse) neler yapacağız. Serdar Karamanlı'nın aşağıdaki yazıda öne çıkardığı hususlar bizi nasıl etkilemeli? Herkes bir başkasına "sen ne yapacaksın?" sorusunu sormadan önce "ben ne yapacağım?" sorusunu sormalı. Cumanız mübarek, yeni miladi yıl da aşağıdaki temennilerin gerçekleştiği yıl olsun ümidi ile.
Miladi 2012 yılını bitirirken...
Bu gün Cuma malum
2012 yılının son günlerini yaşıyoruz. Gün geçmesin ki kötü haber almayalım, ölüm, hastalık, savaş, ekonomik krizden perişan olmuş evler, sokaklar da evler de çocuklarının gözleri önünde katledilmiş kadınlar, terlikle okula giden çocuklarımız, sokaklar da kalmak zorun da bırakılan insan kardeşlerimiz, aile içi ve okulda şiddete uğrayan evlatlarımız gibi daha ekleyeceğimiz bir çok mesele ile 2012 yılını geride bırakıyoruz.

Umarım, 2012 yılında
Merhametimiz artmış,
Paylaşma duygumuz gelişmiş,
Arkadaşlarımızla çekişmelerimizi bırakmış,
Malımızla övünmeyi bırakmış,
Verilen nimetlerin kadrini kıymeti bilmiş ve bunları bir hava atma aracına dönüştürmemiş,
Eşine ve çocuklarına sevgisi artmış,
Dostlarına bir kahve içimi zaman ayırmış,
Bir fakirin yarasına merhem olmaya gayret etmiş,
Yeni evlenecek bir çiftin sıkıntısına ortak olmuş ve üzerinde bir yük almış,
Bir yetimin okumasına katkı sağlamış,
Borcunu istemeden ödemiş,
Ahde vefa göstermiş,
Verdiğini böbürlenerek başa kakmamış,
Söz verdiğin de sözünde durmuş,
Ve en önemlisi İnsan olma yolun da gayret etmişizdir. Bir birimizi iyiliğe teşvik edelim dostlar, bir büyüğümüzün dediği gibi kalbimiz sevmekten ve iyi olmaktan yorulmaz.

Miladi 2013 yılını bu düstur üzere, artan iyilik hareketinin bir parçası olmamızı UMUT ederken,
Duanız da bizlere de yer ayırmanızı diliyorum. Hayırlı Cumalarımız olsun.....

Selam dua ve kalbi hürmetlerimle
Serdar Karamanlı
28 Aralık 2012

25 Aralık 2012 Salı

Siz Hangi Maymunun İzindesiniz?


         Her hangi bir coğrafyada işlenen bütün zulümlerin zalim ve mazlum diye sadece iki tarafı olduğu iddia edilir ve buna göre adalet zalimin cezalandırılmasıdır, denilir. Böylece adalet, zulmü ortaya çıkmadan önlemek şeklinde değil, meydana geldikten sonra cezalarla tekrar etmesini önlemek, yani caydırmak şeklinde uygulanır. Fakat bilindiği gibi toplumun önünde rahatça suç işleyen bazı insanlar sahip oldukları nüfuzlarıyla bu caydırıcı mekanizmanın da üzerine çıkarlar. Onları sorgulanamaz ve dokunulamaz kılan şey nedir ve acaba bu nasıl önlenebilir?

Günümüzde zulümlerin böyle ulu orta rahatça işlenmesinin nedeni, zalimi ve zulmünü görmezlikten, duymazlıktan gelen seyircilerin çokluğudur. Onlar olup biteni bildikleri hâlde susarlar. Bu seyircilerin rumuzu üç maymundur. Başlarının derde girmesini, istemezler. Ellerindekileri kaybetmek için şahit oldukları haksızlıkları görmezlikten gelirler. Bundan dolayı, dünyanın her hangi bir yerinde insanlar katlediliyorsa, saçı bitmemiş yetimin hakkı yeniyorsa, çocuklar organları için kaçırılıyorsa, kadınlar topluca fuhuşa zorlanıyorsa, insanlar bir lokma ekmeğe muhtaçsa bilinmeli ki o halkın çoğunluğu “üç maymun” u oynamaktadır.
“Onlar, sağır, dilsiz, kördürler ve (artık) geriye dönüşleri de yoktur.” (Bakara /18) Kur’an bu üç maymunla resmedilenin münafıklar olduğunu ilan eder. Onların kulakları, dilleri ve gözleri vardır ama bunlarla şahit oldukları olaylara karşı görmeme, duymama ve sessiz kalma eylemlerini hayat boyu sürdürdükleri için artık doğru yolu bulma ihtimalleri yoktur…
Peygamberlik öncesi Mekke’de zulümler gözler önünde işleniyordu. Bu arada zulümlerin tarafı olmayan Muhammed’e (sav) vahiy iniyor ve o da bütün zalimlerin karşısına dikilip onları Kur’an ile uyarıyordu. O ve arkadaşları alay, baskı ve işkencelere rağmen hak yolundan dönmediler. Üç yıl süren ambargo karşısında Mekke, aç bırakanlar, açlığa karşı direnenler ve bunları seyredenler diye üç sınıfa ayrıldı. Kur’an bu seyircilere, sessiz ve tarafsız kalmanın iyi ve doğru insanlara zulmedilmesine destek vermekle aynı şey olduğunu anlattı. Onları Rasulullah (sav) ile birlikte zulme karşı koymaya davet etti.

Hicret sonrası Medine’de, Müslümanların kuvvetli ve çok olmasına karşın münafıklar, Aişe annemize iftira attılar. Bu iftira (ifk olayı) Rasulullah’ı (sav) ve annemizi çok üzdü. Allah, bu iftirayı atanları ifşa edip onlara şöyle dedi: “Böyle bir (söylenti) işittiğiniz zaman, (siz) mümin erkek ve kadınların, birbirleri hakkında iyi zan besleyip de, ‘Bu düpedüz bir iftiradır.’ demeleri gerekmez miydi?” (Nur/12) Ardından dört şahit getiremediği hâlde bu iftiraya karşı sessiz kalanları sertçe uyardı. Bu şekilde sessiz kalmanın iftiraya destek vermek anlamına geldiğini ve burada Allah’ın sert tenkidinin muhataplarının sahabeler olduğunu bilen bizler acaba bu kadar açık işlenen zulümlere ses çıkarmama cesaretini nereden alıyoruz?
Rasulullah’ın (sav) sünnetinin bir kısmı da takrirdir. Yani sükût ettiği hâllerde sahabe farklı davranabilirdi. Aslında sessizlik yerinde uygulandığında kişiler adına onların özgürlük alanlarını genişleten bir işleve sahiptir. Fakat Rasulullah’ın (sav) haksızlık karşısında asla susmadığı bilinir. Yani burada sünnet olan haksızlıklara karşı durmaktır. (Yeri gelmişken bir yanlışı da düzeltelim. “Haksızlığa karşı susan dilsiz şeytandır.” sözü Resulullah’a ait değildir. Yani hadis değildir. Buna karşın bir kelamı kibar, doğru ve güzel bir prensiptir.)
            Ebû Saîd el-Hudrî (ra) Resulullah’tan (sav) şöyle işittiği rivayet etmiştir: “Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Buna gücü yetmezse, hiç olmazsa kalbiyle inkâr etsin ki bu imanın en zayıf derecesidir. Bilsin ki bunu da yapmayanın kalbinde hardal tanesi iman yoktur.”  (Müslim, Tirmizî, Nesâî )
Allah’ın hidayet ettiği kardeşim, sen de etrafındaki haksızlıklara, zulümlere, hırsızlıklara ve kamu hakkının yenmesine bütün gücünle tepkini koy. Onları uyar ve engelle. Vazgeçmezlerse onlara şahit olduğunu söyleyerek kıyameti kopar. Bu yolda uğrayacağın zararların dünya hayatıyla sınırlı olduğunu unutma. Sen kulağını tıkayan, gözünü kapayan, bildiği hâlde susan maymunların yoluna değil, zulme ve haksızlığa başkaldırıp, bu hak yolda başına gelenlere sabretmiş Rasulullah’ın (sav) sünnetine uymaya devam et…
Unutma ki, Allah Semi’dir. Yani zalimin zulmünü, mazlumların çığlıklarını duyduğu hâlde duymazlıktan gelenleri işitendir. Allah Basir’dir. Zalimin mazluma yaptığını gördüğü hâlde görmemezlikten gelenleri görendir. Allah Âlim’dir. Zalimin mazluma çektirdiğini bildiği hâlde susup şahitlik etmeyenleri bilendir. Allah, gördükleriyle duyduklarıyla ve bildikleriyle şahitlik etmeyip zulme yataklık edenlerin gözlerini kör, kulaklarını sağır ve kalplerini mühürleyendir. Allah, Tevrat’ın rehberliğine uymayan ve Musa’nın (as) izinden gitmeyip zulmün tarafı olan İsrail oğullarını aşağılık maymunlar kılandır.                                       
                                                                                           
Şevket HÜNER / 22.12.2012      

19 Aralık 2012 Çarşamba

Şirince Kıyamet Güzellemeleri

 21 Aralık Şirince Programı:


- 10.00 Kahvaltı
- 12.00 Orman yürüyüşü
- 14.00 Piknik alanında öğlen yemeği
- 17.00 Şarapla günbatımı
- 18.30 Mehdi (İsa Mesih) ile buluşma
- 19.00 Son akşam yemeği
- 20.00 Düşen
- göktaşları izlencesi
- 21.30 İsrafil'den sur dinletisi
- 23.00 Keşke herkes burada olsaydı konuşmaları
- 00.00 Kıyamet ve kapanış
- 00.01 Mahşerde buluşma
- 00.02 Ulan hani Şirince'ye bir şey olmayacaktı tartışması
- 00.03 Sözlü için hazırlanma
- 04.00 Sözlülerin bitimi
- 05.00 Sırat Köprüsü turu
- 06.00 Cennet ve cehennem için dağılış...

İrfan'ın Yorumu:
2012 yılındayız. Hindistan'a gittiğinizde ineklere tapanları görürsünüz, yılanlara tapanları, insanların tenasül organlarına tapanları dahi görürsünüz. Japonya'ya, Tibet'e gittiğinizde Budha'lara tapanları da görürsünüz. Taşlara, topraklara, ağaçlara, yaratılmışların envai çeşidine tapanları görürsünüz. Kendini nirvanaya ulaştıranları, ölüp tekrar geri gelenler de görürsünüz bu çağdaş yıllarda. 
Bir bakarsınız ki semavi dinlerden hristiyanlıkta Allah'ın oğlu olduğu gibi tuhaf bir inanca kendini kaptırmışlar da vardır aramızda. 
Yahudi inancına baktığınızda ise garabet Rableri ile kavga boyutuna kadar ulaşır. Hitler tarafından zulme maruz kalmışlardır ama onlar bu zulümden ibret alacaklarına fıtratları bozuk olduğundan intikam alırlar müslümanlardan. Değişik bir ruh halleri vardır anlayacağınız.
Çağdaş batı tarafının izbe yerlerine baktığınızda çeşitli tarikatler görürsünüz, kuyruklu yıldızlar gelip dünyayı yok edeceğinden toplu intihar ederler. 
...
Bu böyle devam eder gider. Onlar hak din İslam'ı bulamayınca, bizler de onlara İslam'ı layıkıyla ulaştırmayınca, burnumuzun dibinde Şirince'deki tuhaflıklara da gülüp geçeriz. Eh gülelim o zaman!
Demokrat kafaların hakim olduğu, özgürlüklerin hayvanileştiği ülkemizde bırakın Şirince'de insanlar kıyameti beklesinler, ne olacak sanki! Onlar kıyameti bekleyedursunlar bize de hatırlatıyor Kıyameti Rabbim! 
Şirince'dekiler merak etmesin, kıyamet onların üzerine kopmayacak (sadece) :)

17 Aralık 2012 Pazartesi

Haydi Çocuklar Çikolataya !

Nail Baba

           Bazı güzel dostlar vardır. Hani insanı hep hayra davet eder. Onunla ne zaman bir araya gelseniz başkalarını sevindirmek adlı güzel bir eylemin parçası olmanın hazzını duyarsınız. İşte böyle sadıklardan birinin arabasıyla hasta ziyaretine doğru yola çıktık. Aksaray’da ışıklara yakalandık. Yakalandık diyorum zira ışıklarda durduğunuz zaman bir sürü sokak çocuğu camlarınızı silmek(!) için arabanızın üzerine tırmanıyor. Yine beklenen olacak diye gerilmişken sokak çocuğu, abiye gülümseyerek arka cebinden çıkardığı temiz bir bezle ön camı sildi. Abinin yüzünde, yeni yıkatmasına rağmen arabasının ön camının silinmesinden memnuniyet ifadesi vardı. Bense hayretler içinde seyrediyordum. Zira böyle bir davranışı hiçbir araba sahibi arkadaşımda görememiştim. Temizlik bitince abi torpidodan üç beş çikolata, gofret çıkardı. Camı açtı gülümseyerek “Selamün Aleyküm” dedi ve çikolataları uzattı. Çocukta gülümseyerek “Aleyküm Selam hacı abi” dedi ve çikolataları mahcup bir edayla alıp arkadaşlarına dağıttı. Hareket ettiğimizde çocuklar arkamızdan el sallıyorlardı. Uzun zamandır böyle sıcak selamlaşmaya şahit olmadığımdan bir ara titrediğimi hissettim…
          “Hayırdır abi bu çikolata bidati de nerden çıktı?” diye takıldım. Önce biraz duraksadı ve gergin bir hal alan yüzüyle “Bu çocuklar kibrimi ortaya çıkardılar” diye anlatmaya koyuldu. “Bayağı asabi olduğum bir sabah, camımı silmek isteyen bu çocuklardan birini çok fena haşladım. Hatta yolumdan çekilmesi için arabayı üzerine sürdüm. Ve giderken de arkasından saydırmaya devam ettim. Ama asıl kızgınlığım ona değildi. Sinirim geçince, ‘ama o da camımı izinsiz silmeseydi’ diye kendimi avutmaya çalıştım. Aynı gün işimi erken bitirip dönerken o civarlarda akşam ezanı okundu. Bende park edip camiye girdim. Kamet getiriliyordu ve safa doğru yaklaştım. İmam sıklaşın uyarısına rağmen bir genç uzak duruyordu. İmam geldi ve o genci bana doğru yanaştırdı. Bu dün bağırıp çağırdığım çocuklardan biriydi. Ben onlara mesafe koyup arkamda bırakmak isterken Allah, adeta onu bana yapıştırmıştı. Çok utandım… Kibrim bütün haşmetiyle(!)  ortaya çıkmıştı… Allah bize kardeş olun derken iman iddiasında biri olmama rağmen kendim(!) gibi olmayanlardan uzaklaşır olmuştum. İnan o gün kadar hiç mahcup olmamıştım” dedi ve daldı gitti…
        “Abi bu anlattıklarının çikolatalarla ne ilgisi var?” diye ısrar ettim… “İşte o gün yanımda torunuma alıp da veremediğim çikolatalar ve gofretler vardı. Ben de ilk ışıklarda durup selam verip bu çikolataları onlara doğru uzattım. Önce duraksadılar. Sonra alıp aniden bitiriverdiler. İşte o an, daha önce hissetmediğim bir ferahlama hissettim. O gün bugündür her gün yanımda bir poşet çikolata gofret alıp sokakta yaşayan o cam silen çocuklara dağıtıyorum. Zira onların ne sahip çıkanları var, ne barınacak bir evleri ne de sevindiren birileri. Onlar ümmetin, yani hepimizin çocukları onların da biraz sevilmeye ve sevinmeye ihtiyaçları var.”
          Bu söz ettiğim abiyi olur da tanırsınız diye ismini gizledim. Zira ondan bahsettiğimi duysa mahcup olur ve bana gönül koyar diye endişe ediyorum. Zaten o, hakikatle alakadar olup sanal dünya ile ilgisi olmadığında internette yazıma rastlama imkânı yok. Ama illa bir isim koymak gerekiyorsa… Türk töresinde çocuğa, yaptığı bir eylemle anılana dek isim koymazlarmış. Bundan esinlenerek ve bir zorluğun bir iyiliğe dönüşmesine nail olan o ağabeye,  sokak çocuklarına yaptığı babalıktan dolayı “Nail Baba “ diyelim…
       O, kendi torunlarının yanında ümmetin kimsesiz çocuklarını da sevindirmek için torpidosunda çikolata gofret taşıyan beyaz sakallı mahcup zat… Hediyeleşerek ve tebessüm ederek selamlaşma sünnetini yayan mümin… Kibri ile mücadeleye azmetmiş er kişi…        
Bu dünyayı yaşanır bir yer kılan güzel insan… “Her zorluğun ardında bir kolaylık vardır” ayetini yaşayarak öğrettiğinden dolayı bende kırk yıl hatırı olan ağabeyim.  Nail Baba…

                                                                                                   Şevket HÜNER / 13.12.2012

İrfan'ın Yorumu:
Televizyonda izlediğimi iyi hatırlıyorum, ne zaman ve hangi kanalda bilmiyorum. İyi niyetli bir adam arabasıyla kırmızı ışıkta duruyor, yine cam silen çocuklar yanına yaklaşıyor. Tam onlara bir şeyler vermek isterken, arka fondan çok daha yumuşak bir sesle "sakın, yanlış yapıyorsun" diyen bir ses. Sonra da o adam o sesin doğruluğuna inanarak camı kapatıp, bu tür istismarlara kulak asılmamasını söyleyerek gidiyor. Kamu reklamıydı herhalde bilmiyorum. Açıkçası rahatsız etmişti beni. Fakat nefsimi rahatlatmamış da değildi. Arka fondan gelen sesin yumuşaklığıydı belki de aldatıcı olan. Ama Şevket Abi'nin yazısını okuyunca yanlışlığını zaten kabul ettiğimiz şeyin teyidi gibi oldu bu. Ballı kaymak diyelim. 
Şevket Abi başlığa belki bozulabilir. Olsun azıcık da nazımız olsun. 
Haydi çocuklar çikolataya, onlar da bu ümmetin içinde değiller mi sanki?

14 Aralık 2012 Cuma

Bahçe Sahiplerinin Dikkatine

Kalem Suresi'nde Bahçe Sahipleri kıssası anlatılır. Burada bahçe sahipleri, ürünlerini toplamak için gidecekleri zaman fısıldaşırlar. "Bugün hiçbir yoksul bahçeye girip yanınıza sokulmasın"

Ey bahçe sahipleri örneğindeki gibi bahçeleri olan kardeşim!

Ey işyeri sahibi olan kardeşim!

Ey işyerinde işini hakkıyla yapan kardeşim!

Ey memur, çiftçi, köylü ... kardeşim!

Bugün siz de "aman yakınıma hiçbir yoksul yaklaşmasın" mı diyorsunuz, demiyor da aklınızdan mı geçiriyorsunuz. Aklınızdan dahi geçirmeyip genlerinize mi işledi aceb?

Rabbim her bir kulunun rızkını kendi üzerine almışken, onun rızkının paylaştırılması ve dağıtılması için imkanlar da sunmuşken ey kardeşim, örnek aldığın peygamber gibi yaşamanı beklemiyor kimse ama etrafına da bakman gerekmez mi?

Bir bakalım, komşumuza
Bir bakalım, dostumuza
Bir bakalım, çöp toplayıcısına
Bir bakalım ...
Bakmak istediğimizde birilerinin ihtiyaç içerisinde olduğunu, açıkta olduğunu, sıkıntıda olduğunu muhakkak görürsün. O kimseler ki belli bile etmezler hallerini. Ama sen bakmak istersen görürsün.

Tanıman gerekmez o Allah kulunu, çünkü camide bir bakmışsın safda yanındadır senin
Uzaklaşmak istesen de bir cam silen çocuk olarak ışıklarda beklediğinde çıkabilir belki
Merhamet duygun nasıl Ramazan'da coşuyorsa ey kardeşim!
O duygun eksilmesin, hatırlatmadır bu başka bir şey değil.
Çünkü Rabbim Kalem Suresi'nde hatırlatıyor kıyamete kadar.

"Bugün hiçbir yoksul, bahçeye girip yanınıza sokulmasın" ayetinde yerilenlerden olmamak ümidi ile...

Şikâyetlerle Asıl Gizlenen Şey Nedir?


Birçok arkadaşımla yaptığım sohbetlerin büyük bölümünü “şikâyetler” oluşturmaya başladı. Hep bir ağızdan sözümüzü en yakınımıza bile işittirememenin hüznünden dem vurup, yakınıp duruyoruz. Belki de erken tükettiğimiz sabrımızın belirtileri bunlar…

Oğlum sözüme kulak asmıyor…

Eşimin kulağı, benden gelen uyarılara karşı mütemadiyen kapalı…

Yanımda çalışanlara söylediklerim bir kulaklarından girip ötekinden çıkıyor.

 Ortağım infak et çağrımı duysaydı daha bereketli bir ticarethanemiz olurdu…

Yıllardır üstüne titrediğim talebelerime söylediklerimi işittirememek ne kadar acı…

Kimse kulak vermeyince bu kadar tecrübenin insana verdiği yük o kadar ağır ki…
Şikâyetler böylece uzayıp gidiyordu…
Belki de söz devrinde yetişip, göz devrinde sesimizi duyuramamanın ızdırabı bu.
Ben de yakın bir zamana kadar bu şikâyet kumkumasının içine gömülmüş gidiyordum. Ama bir taraftan da birbirimizi gittikçe ümitsizleştiren bu şikâyetleri yanlış buluyor, hakikati ıskaladığımızdan kuşkulanıyordum. Aslında insanın yakın çevresine sözünün tesir etmemesi gayet normal görülmelidir. Bazı ümmetsiz peygamberlerden bahsedildiğini duymuşsunuzdur.  Asıl anormal olansa aşağıdaki soruların muhatap bulamaması değil midir?

Niçin benim sözüm kendi nefsime tesir etmiyor?

Benim sözümü, özüm bile kâle almıyorsa başkaları nasıl ciddiye alsın ki?

Kendi sesimi kulağıma işittirememekten daha yıpratıcı ne olabilir ki?

Bu şekilde pek çok ayet ve hadis bilinmesine rağmen iş kendi nefsine söz geçirmeye gelince çaresiz kalmanın ikilemi sizi de yıpratmıyor mu?
Sahi çevrenizde kendi nefsine söz geçirememekten şikâyet eden birileri var mı?
Hâlbuki sünnetin tarifinde sözün, amelin ve takririn her durumda aynı istikamette olması Rasulullah’ın (sav) sözünün özüne tesir ettiğinin en bariz göstergesi değil midir? “Ey Örtüsüne bürünen gece kalk…” diye başlayan Müzzemmil suresindeki ayetler gecenin en sessiz bölümünde kendi nefsine hitap edecek şekilde “Kur’an oku” diye emrediyordu. Böylece önce kendi nefsini muhatap alarak Kuran okuyan ve imanına göre davranmayı düstur edinen Resulullah’tan (sav) Kuran’ı dinleyenler etkilenip iman ediyor. Doğru yolda olmanın gereği salih amellerini gün geçtikçe arttırıp kardeş oluyorlardı.
O hâlde “Sen, benim dediğimi dinle ama yaptığımı yapma!” sözü bu şuurdan uzaklaşmak ve onun sünnetini reddetmektir. Böylece dini emirleri tebliğ edenler bile,  kendi nefislerine emredemedikleri şeyleri dillendirince yapılan iş bir dudak tiryakiliğinden öteye geçemiyor. Bu şekliyle misyonerliğe benziyor. Sonuçta ülkemizde bir taraftan dindar görünüm artarken (!) diğer yandan iyilik, paylaşma, adil olma, kanaatkârlık, merhametle davranma, affedici olma, mazluma sahip çıkıp kardeş olabilme aynı oranda gelişemiyor. Artık birçok kimse “Selamün Aleyküm ve Rahmettullahi ve Berekatühu” diye selamlaşmasına rağmen birbirlerinden malları, canları ve ırzlar yönünden selamet bulamıyor, merhametle davranma yaygınlaşmıyor. Paylaşma olmayınca bereket de kayboluyor.
“Siz Kitab’ı (Tevrat’ı) okuyup durduğunuz hâlde, kendinizi unutup başkalarına iyiliği (erdemli davranmayı) mı emrediyorsunuz? Bunun yanlış olduğunu düşünemiyor musunuz?” (Bakara / 44)
Bu ayet, kendilerine Tevrat gelen fakat kitaplarından öğrendiklerini başkalarına tebliğ edip kendi üzerlerine alınmayan İsrailoğullarından bahseder. Yani kendi nefsine emretmeden başkalarına tebliğ etmenin yanlış olduğunu fark edememek Yahudileşme temayülüdür.
Günümüzde dindarlık, “Millete verir talkını kendi yutar salkımı” sapkınlığının yeni modern bir versiyonu gibi uygulanıyor. Bundan dolayı ibadetler, nefsi eğitmekten ve hayata yön vermekten uzak ruhundan sıyrılmış tekrarlara dönüştürüyor.

Kur’an;
İman edenlerin, “İşittik ve itaat ettik” dediğini,
Gâvurların ise “İşittik ve isyan ettik” diyerek saptığından bahsediyor.
Peki ya başkalarına işittirmeye çabalarken kendi nefsine işittiremeyenlere ne demeli?
Her hâlde bu kişilere de “ağzınızdan çıkanı kulağınız duysun” diyebilmeli…
Siz ne dersiniz?                                                             

Şevket HÜNER / 07.12.2012

7 Aralık 2012 Cuma

Çocuklara Ölümü Nasıl Anlatmalı?

 


Batı dünyasından elimize geçen ve ölümle alâkalı olan çeşitli yazılar, İslâmiyet’in her yaş grubu için ne kadar isabetli müjde ve telkinlerde bulunduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Batılı bir çocuk eğitimcisinin başından geçen çok enteresan bir olay, bu hakikate misâl olarak gösterilebilir.
Çocuklara Ölümü Yanlış Anlatmayın!

Bu eğitimcinin küçük yaştaki kızı, günün birinde, bir türlü yemek yemez olmuştur. Annesi çocuğa önce yemesi için yalvarmış, sonra zorlamışsa da fayda vermeyince acıkması için beklemiştir. Ancak aradan iki gün geçtiği halde küçük çocuk, ağzına bir lokma dahi koymamıştır. En nihayet annesi çok ısrar edince, çocukcağız ağlamaya başlar ve dilinden şu sözler dökülür:
-Ne olur anneciğim sen de yeme, çünkü seni çok seviyorum.

Annesi, neden yememesi gerektiğini sorduğunda küçük kız sebebini söyler ve anne hayretler içinde kalır. Meğer küçük kız ile babası arasında birkaç gün evvel şöyle bir konuşma cereyan etmiştir.
- Baba, niçin yemek yiyoruz?
- Büyümek için.
- Büyüyünce ne olacak?
- İhtiyarlayacağız.
- Peki ihtiyarladıktan sonra ne olacağız?
- Ne olacak, herkes gibi biz de öleceğiz...

O günden sonra çocuk yemek yememeğe karar vermiştir. Çünkü o, herkesin yemek yediği için öldüğünü zannedip; öyleyse yemek yemem; yemezsem büyümem, büyümeyince de ihtiyarlamam ve dolayısıyla ölmem diye düşünmektedir.

Tabii kendisi ölmek istemediği gibi, çok sevdiği annesinin de ölmesini istemiyor. Bu sebeple onun da yememesi için yalvarıp yakarıyor. Ve eğitimci bu hâdiseyi naklederek okuyucularına "Demek çocuklara, anlaşılması zor olan ölüm ve âhiret gibi mevzuları anlatmamalıyız" diyor. Bunu burada noktalayıp bir başkasına göz atalım.

Yanlış Bilgi, Kötü Sonuçtur

"Çocuklara Ölümden Bahsetmeli mi?" konulu bir yazı yayınlar ve ölüm konusunda şu tavsiyelerde bulunur.

"Çocuğunuzun köpeği ölünce, derin bir uykuya daldığını, kardeşi, arkadaşı veya bir yakını ölünce de onların bir seyahate çıktığını söylersiniz" diyor.

Ancak birkaç gün sonra gelen yüzlerce mektupta; çocuğumuzu yatırıp uyutamıyoruz ve birlikte seyahate çıkamıyoruz. Çünkü köpeğinin ve arkadaşlarının başına gelen âkibetin, kendilerine de geleceğinden korkuyorlar, ne yapacağız, şaşkına döndük şeklinde birçok soru soruluyor.

Doktorun cevaben yazdığı yazı ise "Bu meseleyi fazla kurcalamakla hata ettik" şeklinde oluyor.

İşte bu cevaplar hiç şüphesiz çaresizliğin ve aczin, ilâhi esaslardan habersizliğin ifadesinden başka bir şey olmasa gerek. Demek ki, insan nevinin yarısını teşkil eden çocuklar, ancak ölüm sonrası bir hayat inancıyla insanca yaşayabilirler. Ve yalnız Cennet fikriyle onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere ve vefâtlara karşı dayanabilirler.

Ve her vakit etrafında kendi gibi çocukların ve büyüklerin ölümlerinin onların endişeli nazarlarına çarpmasına, ancak ebedi hayatın müjdesiyle tahammül edebilirler. Hem bunu tahmin etmek zor değildir. Çünkü çocuklar daha küçük yaşlardan başlayarak çeşitli ölüm-kalım tecrübeleriyle belirli bir ölçüde ölümle ilk karşılaşmaya doğru ilâhi bir programlama çerçevesinde hazırlanmaktadır.

Aydınlık ve karanlığın birbirini takibi, uyuma ve uyanık kalma dönemleri, çeşitli çocukluk oyunları ölüm ve hayat zıtlıkları şuurunu geliştirmekte, çocuk yavaş yavaş bazı şeylerin daimi ve düzenli bir şekilde gelip gittiğini, ister istemez öğrenmektedir.


Bize düşen ise en iyi ve realist telkini, ruha uygun olarak enjekte edebilmektir. Yeri gelmişken bu konuda da bazı tecrübe ve tespitlerin ışığında çocuktaki ölüm şuurunun kendini hangi yaşta gösterdiğine göz atalım.

Henüz 5 yaşına gelmemiş küçüklerin, ölümün varlığından bütünüyle habersiz ve her şeyin canlı olduğu, Macaristan, Çin, İsveç, A.B.D. doğumlu çocuklarda yapılan testlerde hepsinin aynı kavrayış şeklini paylaştığı görülmüştür.

Çocuklara gerçeklerin bizim inancımız doğrultusunda öğretilmesi, onların yavaş yavaş ölüm fikrini kabul etmelerine ve bu tutumlarının düşünce ve konuşmalarına yansımasına sebep olur.

En Çok 7 - 9 Yaşlarında Etkileniyorlar

Pedagog ve psikologlar tarafından yapılan araştırmalar, çocuğun ruhî dünyasının en çok sarsıldığı yaşların 7 ve 9 yaşları olduğunu ortaya koymuştur. Çünkü çocuğun ölümü ihtiva eden, ölü taklidi yapması gerektiren oyunlara merak sarması bu döneme rastlar. Ölü taklidinin yer aldığı oyunların oynanması, çocuğun ölüm düşüncesini hayatın içine yerleştirmesi açısından tesirli bir rol oynar. Bu dönemdeki çocukların çoğu ölümü, bütün hayatî faaliyetlerin süresiz olarak kesilmesi şeklinde benimserler.

Çocuk ancak kendini doğrulayacak tasvirlere dayalı his ve müşahede tahlillerini yapabilecek duruma eriştiği bu yaştan itibaren, dünyayı ve hayatı tanımayı öğrenmiş ve dolayısıyla içinde yaşadığı cemiyetin bir üyesi olmağa hak kazanmış demektir.

Hiç şüphesiz insanlar içinde yapılan bu araştırmalarda mantık ölçülerine sığmayan tecrübe ve verilere de rastlamak mümkündür. Ancak yine de bunların hepsi bir araya geldiğinde şaşırtıcı bir şekilde birbiriyle uyum gösteren bir tablo meydana getirmektedir.

Ölüm Gerçeğini Anlatın

Başta zikrettiğimiz iki misalde olduğu gibi; susmak veya meseleyi örtbas etmeye çalışmak kime ne kazandırır? Aslında bizce hiç ehemmiyeti olmayan şeylerin dahi en ince noktalarını soran veya araştıran çocuk, nasıl olur da kendisini ve bütün yakınlarını alâkadar eden ölüm ve âhiret gibi mevzuları sormaz, araştırmaz?

Eğer siz ona "Ölüm yokluk değil!.. Hiçlik değil!.. Sönmek değil!.." hakikatini ve kabir kapısının nur âlemine açılan bir kapı olduğunu anlatamazsanız, çocuğun küçücük kalbi paramparça olacaktır. Oynamakta adi bir oyuncağı dahi elinden almaya çalıştığınızda ağlayan çocuk, eğer ahireti bilmezse, her gün beraber oynadıkları kardeşinin veya sevdiği bir yakınının birdenbire kaybolmasına nasıl tahammül edecektir?

Halbuki ruhu, "âhirete îman" nuruyla aydınlanan bir çocuğun çehresindeki hüzün ve ayrılık sisi dağılacak "Gerçi çok sevdiğim oyun arkadaşım veya kardeşim öldü ama Cennet’in bir kuşu oldu; orada bizden daha iyi yaşar. Hem nasıl olsa biz de O'nun yanına gideceğiz. Ölüm yok olmak değil ki üzüleyim. Ölüm sadece bir vatan değişikliğinden ibarettir." düşüncesi şuur ve hislerine akseder aksetmez, gözyaşları dinecek ve o küçücük kalbi huzur bulacaktır.

Yazımızı ölüm ve çocuk konusundaki bir tavsiye ile bitirelim: “Çocuklar ölümle çok erken yaşlarda ilgilenmeye başlarlar. Öldükten sonra iyilerin cennete gideceğini öğrenmek onlar için çoğu zaman yatıştırıcı olur.

Sevdiği dedesi ölen bir küçük çocuk, bu gerçeği çok güzel dile getirmişti: ‘dedem beni bırakıp cennete gitti, orada başka çocuklarla oynuyor!..’

Çocuğun bu durumuyla ilgili olarak anne ve babalara son tavsiye; onların sevdiği kişilerle bir öte dünyada buluşmak ümidini kırmayın şeklindedir.

Son olarak şunu da ifade edelim ki; ölüm meselesini çocuklara doğru biçimde anlatmanın yolu asıl biz büyüklerin onu doğru şekilde anlamamızdan geçer.