Birçok arkadaşımla yaptığım sohbetlerin
büyük bölümünü “şikâyetler” oluşturmaya başladı. Hep bir ağızdan sözümüzü en
yakınımıza bile işittirememenin hüznünden dem vurup, yakınıp duruyoruz. Belki
de erken tükettiğimiz sabrımızın belirtileri bunlar…
Oğlum
sözüme kulak asmıyor…
Eşimin
kulağı, benden gelen uyarılara karşı mütemadiyen kapalı…
Yanımda
çalışanlara söylediklerim bir kulaklarından girip ötekinden çıkıyor.
Ortağım infak et çağrımı
duysaydı daha bereketli bir ticarethanemiz olurdu…
Yıllardır
üstüne titrediğim talebelerime söylediklerimi işittirememek ne kadar acı…
Kimse
kulak vermeyince bu kadar tecrübenin insana verdiği yük o kadar ağır ki…
Şikâyetler
böylece uzayıp gidiyordu…
Belki
de söz devrinde yetişip, göz devrinde
sesimizi duyuramamanın ızdırabı bu.
Ben
de yakın bir zamana kadar bu şikâyet kumkumasının içine gömülmüş gidiyordum.
Ama bir taraftan da birbirimizi gittikçe ümitsizleştiren bu şikâyetleri yanlış
buluyor, hakikati ıskaladığımızdan kuşkulanıyordum. Aslında insanın yakın
çevresine sözünün tesir etmemesi gayet normal görülmelidir. Bazı ümmetsiz
peygamberlerden bahsedildiğini duymuşsunuzdur. Asıl anormal olansa
aşağıdaki soruların muhatap bulamaması değil midir?
Niçin
benim sözüm kendi nefsime tesir etmiyor?
Benim
sözümü, özüm bile kâle almıyorsa başkaları nasıl ciddiye alsın ki?
Kendi
sesimi kulağıma işittirememekten daha yıpratıcı ne olabilir ki?
Bu
şekilde pek çok ayet ve hadis bilinmesine rağmen iş kendi nefsine söz geçirmeye
gelince çaresiz kalmanın ikilemi sizi de yıpratmıyor mu?
Sahi
çevrenizde kendi nefsine söz geçirememekten şikâyet eden birileri var mı?
Hâlbuki
sünnetin tarifinde sözün, amelin ve takririn her durumda aynı istikamette
olması Rasulullah’ın (sav) sözünün özüne tesir ettiğinin en bariz göstergesi
değil midir? “Ey Örtüsüne bürünen gece kalk…” diye
başlayan Müzzemmil suresindeki ayetler gecenin en sessiz bölümünde kendi
nefsine hitap edecek şekilde “Kur’an oku” diye emrediyordu. Böylece önce kendi
nefsini muhatap alarak Kuran okuyan ve imanına göre davranmayı düstur edinen
Resulullah’tan (sav) Kuran’ı dinleyenler etkilenip iman ediyor. Doğru yolda
olmanın gereği salih amellerini gün geçtikçe arttırıp kardeş oluyorlardı.
O
hâlde “Sen, benim dediğimi dinle ama yaptığımı yapma!” sözü bu şuurdan
uzaklaşmak ve onun sünnetini reddetmektir. Böylece dini emirleri tebliğ edenler
bile, kendi nefislerine emredemedikleri şeyleri
dillendirince yapılan iş bir dudak tiryakiliğinden öteye geçemiyor. Bu şekliyle
misyonerliğe benziyor. Sonuçta ülkemizde bir taraftan dindar görünüm artarken (!)
diğer yandan iyilik, paylaşma, adil olma, kanaatkârlık, merhametle davranma,
affedici olma, mazluma sahip çıkıp kardeş olabilme aynı oranda gelişemiyor.
Artık birçok kimse “Selamün Aleyküm ve Rahmettullahi ve Berekatühu” diye
selamlaşmasına rağmen birbirlerinden malları, canları ve ırzlar yönünden
selamet bulamıyor, merhametle davranma yaygınlaşmıyor. Paylaşma olmayınca
bereket de kayboluyor.
“Siz
Kitab’ı (Tevrat’ı) okuyup durduğunuz hâlde, kendinizi unutup başkalarına
iyiliği (erdemli davranmayı) mı emrediyorsunuz? Bunun yanlış olduğunu
düşünemiyor musunuz?” (Bakara
/ 44)
Bu
ayet, kendilerine Tevrat gelen fakat kitaplarından öğrendiklerini başkalarına
tebliğ edip kendi üzerlerine alınmayan İsrailoğullarından bahseder. Yani kendi
nefsine emretmeden başkalarına tebliğ etmenin yanlış olduğunu fark edememek
Yahudileşme temayülüdür.
Günümüzde
dindarlık, “Millete verir talkını kendi yutar salkımı” sapkınlığının yeni
modern bir versiyonu gibi uygulanıyor. Bundan dolayı ibadetler, nefsi
eğitmekten ve hayata yön vermekten uzak ruhundan sıyrılmış tekrarlara dönüştürüyor.
Kur’an;
İman
edenlerin, “İşittik ve itaat ettik” dediğini,
Gâvurların
ise “İşittik ve isyan ettik” diyerek
saptığından bahsediyor.
Peki
ya başkalarına işittirmeye çabalarken kendi nefsine işittiremeyenlere ne
demeli?
Her
hâlde bu kişilere de “ağzınızdan çıkanı kulağınız duysun” diyebilmeli…
Siz
ne
dersiniz?
Şevket HÜNER /
07.12.2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder