Kitabın Adı: Medeniyetler ve Şehirler
Yazarı: Ahmet Davutoğlu
Kitabı Bitiriş Tarihi: 28/10/2016 - 23.49 / İstanbul
İrfan'ın Notu:
Kitabı elinize aldığınızda şu
anlatacağım duygu ile karşılaştım: Bu yazar bir dönem danışmanlık, sonra
dışişleri bakanlığı daha sonra da başbakanlık yapmış bir siyasetçi mi yoksa
akademik kariyeri olan ve uluslararası saygınlığı olan bir hoca mı? Siyaset
içerisindeki dönemini pek başarılı bulamasam da hocalığı, ilme açlığı ve onu
özümsedikten sonra dışavurumu kayda değer diyorum. Ahmet Davutoğlu'nu siyasi
çizgisinii ve seçim meydanlarındaki ses tonunu hocalığı dönemindeki
ağırbaşlılığını yırtarcasına kapatmış olması onunla ilgili menfi bir kanaat
sahibi olunmasını gerçekleştirmiş olabilir. Ama Ahmet Davutoğlu önemli bir
değer, önemli bir kafa ve bence (eserleri akademik ve ağır kaçsa da) yazıları,
eserleri okunması gereken bir kişidir.
Kitap ile ilgili İrfan'ın notları
"... Empire State
Building'in 381 metre yüksekliğindeki 102. katına çıktığımda gökyüzünün müşfik
enginliğine yaklaşma heyecanından daha çok, sokaklarda gittikçe hiçleşen
insanlardan beni koparan bir kibrin psikolojisini ürpererek hissettim..."
(sayfa, 30)
"Kurtuba camiisine ilk
girdiğim anda uhrevi bir hayranlıkla derin bir hüznü birlikte hissettim. Son
derece ahenkli yerleştirilmiş pencereleri ve sütunlarıyla tarihin en aydınlık
mekanlarından biri olarak inşa edilen bu mimari şaheserin, işgal sonrası
katedrale çevrilmesi için pencerelerin kapatılarak karanlığa mahkum edilmesi
dahi, iki ayrı zihniyet ve medeniyet idrakinin yansıması idi." (sayfa, 45)
"Selanik ... gördüğüm
anda bende bir hayalet şehir intibaı bırakmıştı. Asırlarca son derece canlı çok
kültürlü yapısı ve dinamik sosyo ekonomik hayatı ile Balkanlar'ın mozaiği
niteliği taşıyan bu şehir, şimdi her türlü çeşitliliğini kaybetmiş, tekdüze bir
tarih hapishanesine dönüşmüştü." (sayfa, 49-50)
"Şehirlerin ruhunu
kaybedenler siyasi hakimiyetlerini sürsürseler bile kalıcı olamazlar; şehirlere
ruh verenler ise siyasi hakimiyetlerini kaybetseler bile o mekanlardaki
varlıklarını daim kılarlar." (sayfa, 51)
"Antik dönemin bu
efsanevi şehirleri, taşıdıkları sembollerle de bu rekabetin izlerini
yansıtıyorlardı. Kudüs'ün zirve döneminin eseri olan Hz. Süleyman Mabedi ile
Babil'in efsanevi Babil Kulesi ve onun güneyinde yer alan Marduk Tapınağı iki
kadim sembol olarak zihni ve mimari bir rekabeti temsil ediyorlardı. Dolayısı
ile mesele, zaten askeri açıdan çok güçlü olan Babil İmparatorluğu ile zayıf
düşmüş Yehuda Krallığı arasında bir egemenlik mücadelesi değildi; aksine kadim
dönemin iki sembol şehri ve bu şehirlerin metafizik özü ve mimari formu
arasındaki varoluşsal bir alternatif olma konumlarıydı. Politeist Babil'in
olduğu yerde muvahhid/monoteist Kudüs'ün; Babil'in ve Marduk tapınağının olduğu
yerde Süleyman Mabedi'nin varlığını sürdürmesi bir meydan okuma olarak
algılanıyordu. Sonunda Nebukadnezzar M.Ö. 586 yılında şehri ele geçirdiğinde
Kudüs'ün ve Süleyman Mabedi'nin cismani tasfiyesine yöneldi. Ancak, şehrin ruhu
o kadar güçlü bir temele dayanıyordu ki, fırsat bulduğu ilk tarihi dönemeçte
kendini tekrar ihya edecek insan unsuruyla buluştu." (sayfa, 172)
Bunlar benim önem atfettiğim
notlarımdan aldığım derlemeler. Oysa daha farklı notlarım da var...
Bu notların bulunduğu
sayfaları zikredeyim: 176, 178, 181, 182, 183, 184, 185, 202, 204, 210, 211,
244. Dileyen okuyucu bu sayfaları da daha bir dikkatle okuyarak ne demek
istediğimi anlamış olacaktır kanaatindeyim.
Kitap ile İlgili İnternette Yayınlanan Bazı Değerlendirmeler
ve Giriş Bölümü
Şehirlerin kaderi, tarihî
akış içinde ait oldukları medeniyetlerin kaderi ile özdeştir. Bu bağlamda
medeniyetler ile şehirler arasındaki ilişkiyi ele alan elinizdeki kitabın temel
kavramı eksen şehirlerdir. Medeniyetlerin yükseliş ve düşüş
tarihlerinin mihenk taşlarını oluşturan bu şehirler, bazen mimari formda veya
musikinin ritminde, bazen entelektüel geleneğin sürekliliğinde ya da ticaret
yolları üzerindeki bereketli bir pazarda ve bazen de politik düzenin merkezinde
durarak medeniyet parametrelerinin tarihî gerçeklik içinde zaman ve mekâna
yansımasını sağlarlar. Bu bakımdan eksen şehirler diğer tasniflerin tamamına
yol gösterir: “Medeniyete Öncü Kurucu Şehirler”, “Medeniyet Tarafından Kurulan
Şehirler”, “Aktarılan Şehirler”, “Hayalet Şehirler”, “Tasfiye Edilen Şehirler”,
“Etkileşim Şehirleri”, “Dönüşen/Dönüştüren Şehirler”.
Medeniyetler ve Şehirler’in ilk bölümü, ilerleyen bölümlerindeki teorik
tahlillerin arkaplanını oluşturan, daha önce gidip gördüğüm ve bizzat tecrübe
ederek hissettiğim şehirlerin bendeki izlerini yansıtmaktadır. İkinci bölümde,
Weber’in kavramsallaştırmaları çerçevesinde dünya şehir tarihi yazımının kritik
bir değerlendirmesi yapılmaktadır. Üçüncü bölümde aynı zamanda kitabın da adını
taşıyan “medeniyetler ve şehirler” arasındaki ilişki yukarıdaki tasnif
çerçevesinde dokuz başlık altında incelenmektedir.
Her kitabın kendine has bir
zihnî serüveni vardır. Gözlem ya da tahayyül ile başlayan, sorularla açılan,
analizlerle parçalara ayrılarak derinleşen ve açıklayıcı kavramsal/teorik
çerçevelerle bütünleşerek ete kemiğe bürünen ya da kelama/yazıya dökülen bir
zihnî serüven. Elinizdeki eser, böylesi bütüncül bir zihnî serüvenin parçası
olarak görüldüğünde gerçek anlamına kavuşacaktır
Ve Kitabın Giriş Bölümü:
Her makalenin ve kitabın
kendine has bir zihnî serüveni vardır. Gözlem ya da tahayyül ile başlayan,
sorularla açılan, analizlerle parçalara ayrılarak derinleşen ve açıklayıcı
kavramsal/teorik çerçevelerle bütünleşerek ete kemiğe bürünen ya da
kelama/yazıya dökülen bir zihnî serüven. Elinizdeki eser, böylesi
bütüncül bir zihnî serüvenin parçası olarak görüldüğünde gerçek anlamına
kavuşacaktır.
Fikrî olgunlaşma
dönemlerini XX. yüzyılın son çeyreğinde ve üç imparatorluk başkenti
olmuş bir mekânda geçirmiş olan bizim nesil için her zihnî serüven,
kaybedilmiş bir hikmeti ya da düzeni yeniden keşfetme, keşfettikten sonra
da mümkünse yeniden ihya ve inşa etme cehdinin izlerini taşıyordu. Hangi
fikrî ve ideolojik akıma mensup olursa olsun bu imparatorluklar başkentinin
çocukları için, içinde bulunulan geri kalmışlık sendromu, onulmaz bir
varoluşsal sorun niteliğine dönüşmüştü. Onulmaz görünen bu zihnî
sancı, aynı zamanda, doğurgan bir iç gerilimi de bünyesinde barındırıyordu.
Üniversite ikinci sınıfta
Siyaset Bilimi ve Ekonomi bölümlerinde çift anadal yapma kararı verdiğimde,
yazmayı düşündüğüm doktora tezinin ilk zihnî temrinlerini
“sömürgecilik ve geri kalmışlık” üzerine yapmamın arka planında da,
böylesi bir zihnî sancı yatmaktaydı. Üçüncü sınıfta, “İngiliz ve Fransız
Sömürge Sistemlerinin Batı-dışı Toplumlar Üzerindeki Etkilerinin
Karşılaştırması: Hindistan ve Cezayir Tecrübeleri” başlıklı bir dönem
ödevini yazarken üniversite kütüphanesinde, XIX. yüzyıl baskılı olmakla
birlikte henüz el değmemiş bazı kitapların sayfalarını ilk kez birbirinden
ayırarak okuduğumda nasıl büyük bir merak ve tutkuyla çırpındığımı hâlâ
hatırlıyorum. Bugünden geriye doğru baktığımda, başka toplumların
aynalarında aslında kendi kaderimizin ipuçlarını yakalamaya çalıştığımı
şimdi daha iyi idrak edebiliyorum.
Doktora dönemine
yaklaştıkça, meselenin sömürgecilik bağlamında incelenebilecek yapısal bir
sorun olmaktan daha çok bir zihniyet sorunu olduğunu, daha yakından ve daha
derinden hissettiğimde zihnî yönelişim soyut alanlara doğru kaydı. O günden
bugüne üç idrakin ve buna bağlı üç analiz düzleminin sınırlarında ve
etkileşim alanlarında zihnen dolaştım durdum: Varoluş idraki, tarihî idrak
ve siyasi (ekonomi politik) idrak. Bu üç idrak alanı aslında derin bir kimlik
bilinci tartışmasını da beraberinde getiriyordu. Doktora süresince ve
sonrasında bir analiz ünitesi olarak medeniyet kavramına
yönelmem temelde bu üç idraki, bütünleştirici bir soyut düzlemde
buluşturma arayışından kaynaklandı.
Stratejik Derinlik kitabının önsözünde de(1) vurguladığım
gibi, bu üç idrak üzerine kafa yormam, beni birbiri ile irtibatlı üç eser
kaleme alma fikrine yöneltti: Felsefî Derinlik, Tarihî Derinlik ve Stratejik
Derinlik.
Doktora tezim olan ve 1994
yılında basılan Alternative Paradigms adlı eserde,(2) varoluş
idraki ile siyasi idrak arasında karşılaştırmalı bir zihniyet ilişkisi kurma
çabasına giriştim. Bu çerçevede, temel klasikler üzerinden,
varlıkbilgi-değer temelli zihniyet parametreleri ile hukuk-ekonomi-siyaset
yapılanmaları arasındaki etkileşimi anlamaya ve anlamlandırmaya yöneldim. Bu
eserle felsefi derinlik olarak tahayyül ettiğim çalışma
alanının ilk köşe taşlarını yerleştirmeye gayret ettim.
Ontolojik bilinç ile siyasal
bilinç/kimlik arasındaki görünmez ama güçlü bağın zihnî arka planını
tanımlamak üzere geliştirdiğim ve bu teorik çerçevenin merkezine
yerleştirdiğim ben-idraki (Selbstverständnis/self-perception)
kavramı, beni tarihteki zihinsel dönüşüm ile ekonomi politik dönüşüm arasındaki
etkileşimi daha derinden incelemeye sevketti. Daha sonra 1994 yılında kaleme
aldığım Civilizational Transformation başlıklı eserde de
vurguladığım gibi, ben-idraki kavramını, konjonktürel kimlik
tartışmalarının ötesinde, varoluş idrakini tarihî ve siyasi idrak ile
bütünleştiren içkin bir kimlik bilincini ifade etmek için geliştirmiştim.(3) “Medeniyetlerin
Ben-İdraki” başlıklı makalemde,(4) medeniyetlerin kurucu bir
kolektif benidrakine dayandıkları tezime karşılaştırmalı analizlerle teorik
bir zemin oluşturmaya çalışmam, bu idrakleri tarihî bir idrakle buluşturma
çabasıyla ilgiliydi.
MÖ VI-IV. yüzyıllar arasında
Çin (Tao-Konfüçyüs), Hint (Buda-Jain), İran (Zerdüşt), Mezopotamya
(Ezra) ve Yunan (Sokrat-Eflâtun-Aristoteles) medeniyet havzalarında gözlenen
zihniyet devrimleri ile müteakip yüzyıllarda ortaya çıkan siyasal yapılar
(Han, Maurya, Pers ve İskender imparatorlukları) arasındaki zihniyet-düzen
ilişkisi son derece zengin ve devasa ölçekli bir tarih alanı olarak beni
cezbetti. Yerel medeniyet havzalarının kendi içinde yaşadığı zihniyet
dönüşümlerinin, nasıl suya atılan bir taş gibi çevre havzalara doğru
açılan ve genişleyen daireler şeklinde yayıldığı ve bu yayılmayla birlikte
gelişen yeni siyasal düzen kurma çabalarına yol açtığı, adım adım
incelenmesi gereken bir tarihî süreç olarak hâlâ gündemimdedir.
Kadimin ilk büyük
sentezlerinin bu etkileşimlerde yattığına inandığım için birçok makale ve
tebliğde bu süreci karşılaştırmalı olarak ele almaya çalıştım.(5) Zerdüşt,
Sokrat, Buda ve Konfüçyüs’ün İran, Yunan, Hint ve Çin medeniyet
havzalarında öncülük ettikleri zihinsel dönüşümlerin, daha sonra bu
havzalarda kurulacak ve çevreye yayılacak olan Pers, İskender, Maurya ve Han
imparatorluk düzenleri üzerindeki etkileri ve karşılıklı etkileşimleri
medeniyet harmanlanmasının en kapsamlı ilk örneklerini oluşturması açısından
dikkate şayandır. Hep bu zihnî dönüşümlerin öncüleri ile bu zihnî çığırları
siyasi düzenlerinin felsefi altyapısı ya da resmî dini ilan eden siyasi
düzen kurucuları arasındaki ilişkinin zaman aşan etkileşimini anlamaya
çalışmışımdır. Hayal dünyamda birçok kez Zerdüşt ile Darius’u, Sokrates
ya da Eflâtun ile Aristoteles’in talebesi Büyük İskender’i, Buda ile
Aşoka’yı, Konfüçyus ile Han Wudi’yi buluşturarak zihniyet-hayat,
ideal-reel, teori-pratik, bilinç-eylem diyalektiği üzerine yaptıkları
ütopik bir sohbeti kurguladım. Önemli bir kısmını kaleme almış olmakla
birlikte üstlendiğim görevler dolayısıyla tamamlayamadığım Tarihî
Derinlik çalışmasının önemli bölümlerinden birini, bu kritik
eksen asrında gözlediğim zihniyetdüzen ilişkisi oluşturacaktır.
Tevhid akidesine dayalı
ben-idrakinin bu zengin insanlık birikimi ile etkileşime geçmesinin ürünü
olan İslâm medeniyet birikiminin getirdiği medeniyet canlanmasını “kadimin
büyük sentezi” olarak tanımladığım medeniyet tarihi çalışmaları, tarihî
derinlik yaklaşımının ilk izlerini taşıyordu.(6) İslâm
medeniyetinin insanlık tarihindeki özgün konumu, temelde biri zihniyet,
diğeri sosyal düzen ayağına dayanan iki sütun üzerinde yükselmişti: (i) Kuşatıcı
bir varlık telakkisi öngören tevhid inancının inşa ettiği yeni bir
ben-idrakinin önceki kadim düşünce geleneğinin değişik unsurlarıyla
yüzleşmesinin ve etkileşiminin ürünü olan özgün bir zihniyet ve (ii) önceki
medeniyet havzalarının hemen hemen tümüne (Mısır, Akdeniz, Yunan, Mezoptamya,
İran ve Hint) optimum uzaklıkta (Hicaz) oluşmaya başlayan bu zihniyetin,
çok kısa bir sürede bu havzalarla ilişkiye geçerek, yeni bir düzen kurma
süreci.
Yaklaşık iki asır içinde
Endülüs’ten Çin’e, Avrasya steplerinden Afrika içlerine kadar yayılan geniş
bir coğrafyada hâkimiyet kuran İslâm medeniyeti, kadim medeniyet
havzalarının en geniş kapsamlı etkileşim alanına zemin hazırlamıştır.
İslâm medeniyeti havzasının siyasal düzeninde kaotik bir etki yapan Haçlı
seferleri ve Moğol istilaları, aynı zamanda, sonraki yüzyılları etkileyecek
daha da kapsamlı bir kültürel etkileşim sürecinin önünü açmıştır.
Osmanlı düzeni kadimin bu büyük sentezinin son halkasını oluşturmuştur.
Roma, İskender-sonrası kadim
sentezin Akdeniz-merkezli Afroavrasya düzenini, Osmanlı ise İslâm
medeniyetiyle oluşan kadim sentezin hemen hemen aynı coğrafyadaki son
düzenini yansıtıyordu. Osmanlı düzenindeki Müslüman halkların Osmanlı’yı
aşarak İslâm medeniyetinin oluşum dönemiyle irtibat kurması mümkün
olmadığı gibi, Osmanlı düzenindeki Hristiyan halkların da yine Osmanlı’yı
aşarak Hristiyan-Roma geleneğiyle tarihî bir irtibat kurması mümkün
değildir.
XII-XVI. yüzyıllar arasında
Batı Avrupa’da yaşanan büyük zihnî dönüşüme dayanan ve XIX. yüzyılda
yeni bir zihnîekonomik-politik paradigma oluşturarak yeni bir siyasal düzen
kuran modernitenin kadim ile etkileşimi bugünkü felsefi, tarihî ve siyasi
yapılanmanın da altyapısını şekillendirmiştir. Reform-Rönesans-Aydınlanma ile
zihnî, merkantilizm-Sanayi Devrimi süreçleri ile ekonomik, ulus
devlet-sömürge imparatorluk yapıları ile siyasi zemini oluşan bu yeni
paradigma, kadim medeniyet havzalarını ve düzenlerini dönüştüren yeni bir
etkileşim sürecini tetiklemiştir. Her medeniyet havzasında farklı kavramlar,
yöntemler ve süreçler ile yaşanan gelenek-modernite ilişkisi, temelde, bu
tarihî diyalektiğin izlerini ve sonuçlarını taşımaktadır.
Kadim medeniyet sentezleri,
Afroavrasya kıtasının merkezinde Akdeniz’den Çin’e uzanan kuşak üzerindeki
ve etrafındaki havzalardan çevreye doğru yayılırken; modernite, Batı
Avrupa’dan, yani çevreden denizler vasıtasıyla bu merkezî kadim etkileşim
hattına yayılmak suretiyle etkisini gösterdi. Küreselleşme süreci ise
getirdiği yeni araçlarla coğrafi sınırlamaları aşan bir etkileşim
atmosferi oluşturdu. Bir taraftan insan hareketliliği olağanüstü artarken,
diğer taraftan da kültürel etkileşim, iletişim teknolojisi üzerinden,
mekân sınırlamalarını aşan yepyeni boyutlar kazandı. XX. yüzyılın son
çeyreğinden itibaren başta Çin, Hint ve İslâm medeniyet havzaları olmak
üzere kadim medeniyet havzalarında gözlenen kültürel, siyasi ve ekonomik
hareketlilik, bütün bu etkileşim alanlarını olağanüstü bir ivmeyle
dönüştürmekte ve insanlığın geleceğini belirleyecek yeni unsurları
devreye sokmaktadır.
Bugün moderniteden
küreselleşmeye geçiş sürecinde kadim medeniyetlerin yeni bir canlanma
dönemine girdiği göz önüne alındığında, Osmanlı döneminin doğru
anlaşılması sadece tarihî idrakin doğru inşası bağlamında değil,
küreselleşmenin doğurabileceği kültürel etkileşimleri anlayabilmek
açısından da özel bir öneme sahiptir. Mesela, merkezî kadim şehirlerin
medeniyet harmanlanması dönemlerinde yaşadıkları dönüşümün dinamiklerini
anlamak, çok kültürlü küresel şehirlerin geleceğini öngörebilme
çabalarında önemli ipuçları verecektir. Persepolis, İskenderiye, Roma,
Bağdat ve İstanbul gibi kadim medeniyetin harmanlanma merkezlerinin ve
Amsterdam, Londra, Paris, St. Petersburg ve New York gibi modernitenin kültür
aktarım merkezlerinin serüvenleri, küreselleşme sürecinin şehirler
üzerindeki etkilerini anlayabilmek açısından birer deniz feneri niteliği
taşımaktadır.
İyi bir devlet adamı olmanın
yanı sıra saygın bir tarihçi de olan değerli dostum Makedonya Cumhurbaşkanı
Gjorge İvanov’un davetiyle Aziz Kiril ve Metodiy Üniversitesi’nde “Büyük
İskender’den Osmanlı’ya Küreselleşme Tecrübesi”(7) üzerine
verdiğim konferansta kadim-modernite-küreselleşme evrelerindeki büyük
harmanlanma ve değişim sürecini, ortak tarihî birikimimizi kullanarak,
anlamlandırmaya çalışmıştım. Bu konferanstaki temel tezim, İskender ve
Osmanlı düzenlerinde yaşanan büyük harmanlanmanın, mekânla sınırlı da
olsa, ilk küreselleşme örnekleri olduğu ve bu yapıların anlaşılmasının ve
yeniden yorumlanmasının, bugün yaşamakta olduğumuz kapsamlı küreselleşme
süreci için ufuk açıcı örnekler oluşturduğuydu.
Aslında tarihî varoluşumuz
ile insanlığın genel tarihî akışı arasında anlamlı ve bizi özne kılan bir
irtibat kurma çabası, tarihî derinlik çalışmasının temelini dokumuştur. Bu
çaba, bütün özne-tarihçilerin ve özne-aydınların da ortak kaygısını
oluşturmuştur. Üniversite yıllarında Arnold Toynbee’nin A Study of
History adlı eserini ilk okuduğumda beni en çok etkileyen bölüm,
insanlık tarihini incelemeyi hedef edinen bu tarih klasiğinin giriş
bölümünde ortaya konan temel sorunsalların, İngiliz tarihi etrafında dile
getirilmiş olmasıydı.(8) Bu yaklaşım, eserin daha girişinde
okuyucunun zihnine, daha sonra incelenecek olan bütün medeniyetlerin, aslında
genelde Batı Avrupa, daha özelde de İngiliz tarihi ile şekillenen siyasi
düzene akan nehirler olduğu varsayımını yerleştiriyordu.
XIX. yüzyılda geliştirilen
Avrupa merkezli tarih anlayışı, insanlık tarihini yeni bir akış şemasına
oturtmaya çalışmıştır. Bu tarihî akış varsayımıyla insanlık tarihinin
aktığı ana havzaların çok uzağındaki Batı Avrupa, artık tarihî akışın
merkezine yerleşirken bütün bu akışın binlerce yıllık yatağını oluşturan
kadim merkezlerin tarih dışına doğru itilmelerinin tarih idrakimizde
oluşturduğu boşluk duygusu, zihnimi daima meşgul etmiştir. Doktora
çalışmasını tamamlamamı müteakip gittiğim Malezya’da Çinli, Hintli, Malay,
Afrikalı, Asyalı öğrencilerden oluşan sınıfa siyasi düşünce tarihi dersi
okutmak için girdiğimde, egemen paradigmanın ders kitapları ile sınıftaki
öğrencilerimin geldiği medeniyet havzalarının tarihleri arasındaki
çelişkiyi görmek bende bir kültürel şok etkisi yapmıştı. Avrupa merkezli
Yunan-Roma-Hristiyanlık-Rönesans-Modern siyasi düşünce akışlı ders
kitaplarında muhatabı olduğum öğrencilerin medeniyet havzalarının siyasi
düşünce birikimi ya hiç yoktu ya da Avrupa ile ilişkili oldukları
ölçüde vardı. Hâlbuki bu öğrencilerin aidiyet hissettikleri medeniyet
havzaları, Avrupa merkezli siyasi düşünce birikiminden çok daha eski ve
çok daha köklü idi. Böylece, Avrupa eksenli düşünce tarihi şemasının bu
Batı-dışı medeniyet havzalarında nasıl bir zihnî yanılsamaya yol açtığını
doğrudan pratik içinde de görme imkânı buldum. Elimdeki ders kitabını bir kenara
bırakarak kadim havzalardan başlayan yeni bir siyasi düşünce ders kitabı
derledim.
Bu dönemde Çin, Hint,
İslâm ve Batı medeniyetleri arasında Güneydoğu Asya’da gözlediğim
etkileşim, medeniyet tarihine içselleştirici bir şekilde yaklaşım
sorunsalına yönelik ilgimin artmasına yol açtı. 1999 yılında Türk Tarih
Kurumu’nun Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun 700. yılı münasebetiyle tertip
ettiği yıllık kongreye sunduğum “Medeniyetlerarası Etkileşim ve Osmanlı
Sentezi” başlıklı tebliğde medeniyetler arası etkileşim çerçevesinde
Osmanlı Devleti’ne nasıl yaklaşılması gerektiği konusunu ele aldım. Daha
sonra Dîvân dergisinde yayınladığım “Tarih İdraki
Oluşumunda Metodolojinin Rolü: Medeniyetlerarası Etkileşim Açısından Dünya
Tarihi ve Osmanlı”(9) makalesiyle hem bu tebliği genişletmeyi hem
de zihnimdeki Tarihî Derinlik çalışmasına zemin teşkil
edecek bir omurga metin oluşturmayı amaçladım. Daha sonra üstlendiğim yeni
sorumluluklar dolayısıyla bu çalışmayı tamamlayamadığım için, bu makaleyi
genişleterek zihnimde hâlâ ilk fırsatta tamamlamayı ümit ettiğim bir proje
olarak bekleyen Tarihî Derinlik’e bir mukaddime şeklinde
yayınlamaya karar verdim.
Ancak Tarihi Derinlik’e
mukaddime olarak düşündüğüm Medeniyetler Harmanı Osmanlı kitabını
yazarken kaleme aldığım “Osmanlı şehirleri” bölümü zihnimi daha kapsamlı
bir şehir ve medeniyet çalışmasına yönlendirdi. Osmanlı’yı merkeze alacak
bir çalışmadan da önce Osmanlı’yı ortaya çıkaran başta İslâm medeniyeti
olmak üzere kadim medeniyetlerin kurucu parametrelerinden (“ben-idrakinin
ontolojik olarak yeniden inşası”, “insani bilginin epistemolojik olarak
yeniden sınıflandırılması”, “değerlerin aksiyolojik olarak yeniden
tanımlanması”, “tarihsel muhayyile ya da zaman şuurunun yeniden kurgulanması”,
“şehrin/mekânın yeniden tanzimi” ve “yeni bir dünya düzeni fikrinin bu
parametreler etrafında yeniden oluşumu”) birini oluşturan “şehrin/mekânın
yeniden tanzimi” etrafında bir kitap yazmak, yıllardır düşündüğüm bir
başka projeyi gündeme getirdi ve böylece Medeniyetler ve Şehirler kitabı
ortaya çıktı.
Tek bir medeniyetin
hegemonyası etrafında bir dünya düzeni anlayışı ya da medeniyetler arası
etkileşime dayalı çoğulcu bir dünya düzeni alternatifleri arasında tercih
yapmanın eşiğinde olduğumuz bir zamanda, insanlığın bugün karşılaştığı
meydan okumalara ortak cevaplar üretmek, tüm bu kurucu parametrelerin
anlaşılması ve yeniden değerlendirilmesini kaçınılmaz kılmaktadır. Kuşatıcı
ve içselleştirici olamayan medeniyetler, nasıl tarihte hayatiyetini devam
ettirememişse, bugün de bu özelliği haiz olmayan bir dünya düzeni
anlayışının insanlığın problemlerine çözüm üretmesi mümkün değildir.
Osmanlı’nın mirasını taşıyan Türkiye’nin merkezinde bulunduğu coğrafya, bu
“tarihî derinlik”in getirdiği kuşatıcılığa sahiptir. Ulusal çıkarların
ötesine geçip tüm insanlık vicdanı adına kendi mensubu oldukları
medeniyetlerin kurucu parametrelerini yeniden inşa ederek değer üreten
toplumlar ve siyasi yönetimler, bu çoğulcu düzeni de inşa edeceklerdir.
Kurucu parametrelerini yeniden inşa eden toplumların ve siyasi yönetimlerin
ise her şeyden önce mensubu oldukları medeniyetlerin hafızasını aktaran şehirleri
yeniden inşa etmeleri kaçınılmazdır.
Elinizdeki kitabın birinci
bölümünü oluşturan “Şehirlerle İlk Tanışmam: Mekânın İzleri”, daha
önce gidip gördüğüm, bizzat tecrübe ederek hissettiğim şehirlerin
bendeki izlerini yansıtmaktadır. Kitabın ilerleyen bölümlerindeki teorik
tahlillerin arka planını oluşturan bu izler, aynı zamanda, zaman içinde
oluşan medeniyetsel tarih idrakimin de temelini oluşturmuştur.
Kitabın devamında yer alan
ikinci bölümde, Weber’in kavramsallaştırmaları çerçevesinde dünya şehir
tarihi yazımının kritik bir değerlendirmesi yapılmaktadır. Devamında söz
konusu metodolojik hataların Osmanlı şehir tarihi yazımı üzerindeki etkileri
ele alınmaktadır.
Üçüncü bölümde ise aynı
zamanda kitaba adını veren “medeniyetler ve şehirler” arasındaki ilişki
şehirler tasnif edilerek sekiz başlık altında incelenmektedir. Medeniyetlerin eksen
şehirleri(10) medeniyetlerin yükseliş ve düşüş tarihlerinin
mihenk taşlarını oluşturur. Çünkü bu şehirlerin kaderi, tarihî akış
içinde ait oldukları medeniyetlerin kaderi ile özdeştir. Bu şehirler bazen
mimari formda veya musikinin ritminde, bazen entelektüel geleneğin
sürekliliğinde ya da ticaret yolları üzerindeki bereketli bir pazarda ve bazen
de politik düzenin merkezinde durarak medeniyet parametrelerinin tarihî
gerçeklik içinde zaman ve mekâna yansımasını sağlarlar. Bu bakımdan eksen
şehirler diğer tasniflerin tamamına yol gösterir: “Medeniyete
Öncü/Kurucu Şehirler”, “Medeniyet Tarafından Kurulan Şehirler”, “Aktarılan
Şehirler”, “Hayalet Şehirler”, “Tasfiye Edilen Şehirler”, “Etkileşim
Şehirleri”, “Dönüşen/Dönüştüren Şehirler”.
Bu şehir tasnifleri,
medeniyet/şehir tarihi yazımını kritik etmek üzere pek çok argüman
sunmaktadır. Şehir tarihi çalışmalarının kurucu babası Weber’in “Occidental”
ve “Oriental” şehirler şeklinde yaptığı kutuplaştırıcı/kategorik ayrıma da
bir cevap niteliği taşımaktadır.
Kitabın bölümlerinin
yazılması aşamasında verdikleri kaynak desteği dolayısıyla F. Samime
İnceoğlu, Ebubekir Ceylan ve Nedim Emin’e ve yayın aşamasındaki eleştiri ve
katkıları dolayısıyla Yunus Uğur, Faruk Deniz, Alim Arlı ve Semih Atiş’e
teşekkürlerimi ifade etmek isterim.
Akademik ve siyasi hayatım
boyunca desteğini bir an bile eksik etmemiş olan eşim Sare Hanım ile
çocuklarım ve torunlarımın bunca yoğunluk içerisinde gösterdiği sabır,
feragat ve vakar karşısında her türlü minnet ve muhabbet ifadesinin yetersiz
kalacağını ifade etmek isterim. Müteşekkirim.
Son dört sene içerisindeki
uzun seyahatlerim sırasında bu ve paralelinde yaptığım akademik çalışmalar
için yanıma aldığım kitaplar, seyahatlerimin ayrılmaz bir parçası hâline
gelmekle kalmadı, aynı zamanda yoğun diplomatik tempom için de ayrı bir
motivasyon kaynağı oldu. Seyahatlerim sırasında bana eşlik eden ve destek
olan uçuş ekibi ve Dışişleri Bakanlığı ve Başbakanlık ekiplerime de bu
vesileyle teşekkür etmek isterim.
Çalışmanın her aşamasında
benimle aynı heyecanı paylaşarak, hemen her gün yazdığım yeni bölümleri
okumak için büyük bir merakla bekleyen ve kitabı yayına hazırlayan
öğrencim Sevinç Alkan Özcan’ın adını da burada zikretmem gerekiyor.
Yaptığı araştırmalar ve getirdiği eleştiri ve katkılar dolayısıyla
kendisine teşekkür ediyorum.
17 Mart 2016
Çankaya/Ankara
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder