23 Mart 2011 Çarşamba

Türk Yargı Sistemine Bir Bakış: Darbe Yargısının Sonu

Kitabın Adı: Darbe Yargısının Sonu (Karargah Yargısından Halkın Yargısına)
Yayınevi: Timaş Yayınları
Yazarı: Osman Can
Kitabı okumayı Bitiriş Tarihi: 21 Mart 2011 Pazartesi – İstanbul

"Gerek akademi dünyası, gerekse yargı kültürü uzunca tartışmalara aşinadır ancak “hukuk ne işe yarar” “yargı niçin vardır” sorularına bir cevap verebilmiş değildir. “Hukuk; vatandaşların sorunlarına çözüm imkânı sunmalı”, “yargı; ise bu imkânlar çerçevesinde adaleti gerçekleştirmelidir.” (sh. 18)

İrfan’ın Notu: Osman Can, anayasa değişikliklerinin yoğun bir şekilde konuşulduğu bir ortamda öne çıkan bir anayasa hukukçusu. Kendisi aynı zamanda Anayasa Mahkemesi röportörlüğü görevinde de bulunmuştur. Bu kitapta öyle ilginç tesbitler, öyle enteresan tarihsel bilgiler ve öyle ilkeli sözler var ki, Türkiye’deki hukuk sisteminin, laik Kemalist sistemin ne kadar merkezinde olduğunu çarpıcı örneklerle gözler önüne seriyor. Kitap, özellikle Alman hukuk sistemindeki faşizan örneklerle Türkiye’deki durumu enfes bir şekilde karşılaştırmalı olarak okuyucusuna aktarmakta. Hukuk tabirlerini ve Türkiye için hukukun ne anlama geldiğini, devlet sisteminin çarpık dehlizleri ile ilgili örneklerle vermesi enteresan. Aşağıda benim için enteresan gelen örnekleri sunacağım, gerisini kitapta bulabilir ve faydalanabilirsiniz. Şunu söylemeden geçmeyelim, İslam hukuk sistemi merkezinde bakmak olaya yanlış olur ama kendi mantalitesi içerisinde bile baktığımızda, çarpıklıklar çok net.

Arka Kapak Yazısı:
Osman can’dan referandum öncesi türkiye’nin gündemini sarsacak bir çalışma!
Son birkaç sene içerisinde yaptığı demokratik çıkışlarla tartışma yaratan, Anayasa Mahkemesi’nin sıra dışı raportörü Osman Can yeni kaleme aldığı kitabında yargının bağımlılığının ideolojik kökenlerini tarihsel bir perspektifle ele alırken aslında Türkiye’de yürütmenin yani halkın seçtiği hükümetlerin Yargı vesayetinin gölgesinde işlediğini savunuyor.
Cumhuriyetin kuruluşunda gerçekleşen yasal reformlardan bugünkü sıcak gelişmelere siyaset ve hukuk arasındaki ilişkilere somut örneklerle ışık tutuyor. Referandum konusunda ise çarpıcı tespitlerde bulunuyor.
•Ergenekon, tanrıların vurulduğu bir davadır!
•Yargıç jandarma gibi bir silahtır!
•İstiklal Mahkemeleri Türk halkını teröre boğmuştur…
•27 Mayıs’ta solcu, 12 Eylül’de dindar bir Atatürk yaratıldı!…
•Bu ülkeye şeriatı, halk veya başörtülüler değil getirse getirse yine ordu getirir.
•Türk yargı sistemini, ırkçı ve faşist bir ideoloji kurmuştur!
•Yassıada yargılamaları cübbeli terördü.
•Laikliğin amacı özgürlük değilse bir değeri yoktur

Kitap’dan alıntılar:
• Büyük Alman hukukçu Gustav Radbruch, “amacı adaleti gerçekleştirmek olmayan bir hukuk, suç aletinden başka bir şey değildir” derken, bize hukukun ve yargılamanın amacının “ne olmaması gerektiği”ni hatırlatmaktadır. (sh. 34)

• Aydınların iktidar süreci, akademi dünyasının da önemli sürecidir. Örneğin, 27 Mayıs darbesine giden süreci hazırlayanlar içerisinde ciddi sayıda aydın olarak tanımlanan kişiler vardır. Örneğin, Tarık Zafer Tunaya, İsmet Giritli, Muammer Aksoy, Sıddık Sami Onar, Hüseyin Nail Kubalı, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu gibi isimler Türkiye siyasi tarihinin karanlık ve utanç verici bu sayfasını yücelten, meşrulaştıran “hukukçu profesörler” olabilmişlerdir. (sh. 62)

• Görüldüğü üzere aslında aydınlar aynı zamanda hukuk ile siyaset arasındaki bu çarpık ilişkinin mimarlarıdır. Aydın kavramına da değinmek zorundayız. Aydın, toplumun genelinin dışına çıkan, sıra dışı olan ve toplumun genelinden farklı talepleri, zevkleri, düşünceleri, felsefesi ve vizyonu olan insan demektir. O yüzden aydın olmak özel bir şeydir. Ama aydının yapmaması gereken bir şey vardır, kendi özel durumunu siyasi bir dile tercüme etmek… “Ben çok özelim, çok iyiyim, toplumsal ortalamanın çok üstündeyim, o halde yönetim hakkı bana aittir. Siyaseti ben belirlerim, anayasanın ne olması gerektiğine ben karar veririm” dememelidir. (Burada Abdulkadir Udeh’i saygıyla anmak lazım. İ.K.) Bunu dediği andan itibaren o aydından bir “despot” meydana gelir. Örneğin: Yalçın Küçük “Aydınlar Üzerine Tezler” kitabında şöyle diyor: “Türk aydınının tarihi yenilik düşmanı bir halkı yenilikçi yapmanın tarihidir.” Aydının her zaman toplumu belli ölçülerde aydınlatma sorumluluğu vardır. Fakat bu sorumluluk aydına toplum üzerinde hiyerarşik bir yetki sağlamaz. Yani, siz aydın olabilirsiniz, bir sorumluluğunuz da olabilir. Toplumun geneli, toplumun ortalaması, politik ve kültürel olarak geride olabilir ve siz onlara bir şeyler anlatabilirsiniz. Ama sizin onlara bir şeyler anlatabiliyor olmanız veya anlatabilecek olan bilgiye sahip olmanız, size o toplum üzerinde hegemonya kurma hakkını, halkı düşman görme yetkisini vermez. (sh. 64)

• Şimdi bu terfi sisteminin hâkimler için-savcılarınki daha farklı- nasıl işlediği üzerinde duralım. Bir hâkim iki yılda 100 davaya baktı ve karara bağladı diyelim. Bu dava dosyalarının 40 tanesi incelenir, fakat ilginç olan nokta şudur ki bu 40 kararın da itiraz sonucunun Yargıtay’a gitmesi gerekir. Kararların hiçbirisi itiraz sonucu Yargıtay’a gitmemişse hâkim terfi edemez, yani tüm kararlarından toplum memnunsa terfi etmesi mümkün değildir. Toplumsal memnuniyetin yarfı için önemi (!) burada da net olarak görülür. Dosyalar incelenirken terfi değerlendirilmesi kararların isabet oranının notlandırılmasına bağlıdır. Bu noktada yine halkın değil, Yargıtay’ın kararları beğenmesi önem kazanır. Bu sistem, hâkimde şöyle bir anlayışın oluşmasına neden olur: “Verdiğim kararları mümkün olduğu kadar Yargıtay’a göndermek zorundayım ve Yargıtay’ın beğenisini kazanmak için Yargıtay’ın daha önce bu konuda verdiği kararlar doğrultusunda karar vermem gerekir.” Dolayısı ile hâkimin karar ekseni, toplumsal vicdana göre değil, Yargıtay’ın ideolojik tercihlerine göre biçimlenir. (sh. 142
Şu satırları insan okuduğunda –ki bu tartışmalar olmasaydı bunları bilmeyecektik- Türk yargı sisteminin nasıl bir adalet dağıttığı gözler önünde. Toplumdaki yargıya bakış zaten hissediliyordu, bu da yazıya dökülmüş oldu.

• Yeni mesleğe başlamış bir yargıcın önününde iki yol vardır. Birinci yol, yasaları özgürlükçü bir yoruma tabi tutmak ve vatandaşların adalet taleplerine cevap vermek. İkinci yol ise, Yargıtay ve Danıştay’ın içtihatlarını esas alarak, karar vermektir. Birinci yol seçildiğinde, özellikle ceza davalarıyla ideolojik boyutu bulunan davalarda karar Danıştay ve Yargıtay tarafından bozulur. Yargıç kötü not alır ve terfi edemez. Meslek yaşamının tamamını memleketin ücra köşelerinde geçirir, emekli olur. Davanın hassasiyetine göre, hakkında soruşturma açılır, disiplin cezası alır. Kimi durumda ise meslekten ihraç edilir. Bu durumda yargı yoluna dahi başvurma imkanına sahip değildir. Emri altında çalışan memurlar kadar güvenceye sahip değildir. Meslekten atıldığında avukatlık yapması da yasaktır. (sh. 145)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder