Bazen her şeyi karanlık görmenin
kasveti tüm vücudumu kaplar. İşte ruhumun böyle zifiri karanlıkta dolaştığı
günlerin birinde telefonum çaldı. Arayan bir telefon şirketine ait, çok
anlayışlı ve bana sanki bir müjde verecek gibi konuşan Yusuf adlı eleman
halimden haberdar değildi. O anda ben onun için küçücük bir iş kabininde
ekranına düşen numarama göre sadece eski abonelerden biriydim. Şirketi
üzerinden kendisini tanıtıp, çok cazip(!) kampanyalarla beni ayartmaya
çalışıyordu. İsteği eski abone olduğum telefon şirketine dönüp en az iki yıl
süreli bir sözleşmeye geçmemdi. Bir ara unutmuş olmanın mahcubiyetiyle konuşmanın
kayda alındığından bahsetti. Kendimi suçüstü yapılmış ve avukat edinme hakkı
hatırlatılan biri gibi hissedince ben de kayıt ettirene bir mesaj göndermek istedim…
Hangi okulu bitirdiğini sordum.
Boğaziçi işletmeyi bitirmiş. Lisesini sordum büyük bir kıvançla Kabataş Lisesi
dedi. Babasının mesleğini sordum zamanında saat tamirciliği yaptığını ve şimdi
emekli olduğunu söyledi. Ben de mühendis olduğumu, babamın saat tamircisi olarak
beni ne kadar zor şartlarda okuttuğundan söz ettim. O da bana hak verircesine
babasının onu ve kız kardeşi Leyla’yı ne kadar zorluklarla okuttuğunu söyledi. Medeni
halini sorunca da birisinin olduğundan fakat borçlar bitene kadar ciddi bir şey
düşünemeyip ertelediklerinden bahsetti.
Bir taraftan benim frekansımı
yakaladığını düşünen bu genç diğer taraftan sadede gelip beni ikna etmeye
çalışıyordu. Bana sorular sorarak yönlendirmeye başlamasına ramak kalmışken
soruyu ben sordum. “Anlamadığım bir şey var. Her zorluğa katlanıp sizi en güzel
okullarda okutmak için gece gündüz çalışan babanız sizin sabahtan akşama rakip
şirketin müşterilerini ayartmak için uğraştığınızdan haberi var mı?”. Derin bir
sessizlik oldu. Hemen toparlandı ve kekeleyerek bir şeyler söylemeye çalıştı.
Ama nafile… Zira küçücük bir dünyalık karşılığında çoktan azgın bir
kapitalistin oyuncağı olmuştu…
Bir sahil kasabasına yerleştiği için
uzun zamandır kendisinden haber alamadığım bir hemşerimle buluşmak heyecan
vericiydi. Artık pastaneciliği bırakmış bu hacı abi sadece yazları dondurma
satıyor ve emekli aylığıyla geçiniyormuş. Hoş beşten sonra parlak bir öğrenci
olan Kenan adlı oğlunu sordum. İstanbul Erkek Lisesi sonrası tam burslu
kazandığı Koç Üniversitesinin Hukuk bölümünü bitirmiş. Şimdi önde gelen bir
Factoring firmasının hukuk müşaviriymiş. Ama medarı iftiharından kıvançla
bahseden abi, yüzümün aldığı şekle bir anlam verememişti. Ben bu yüz ifadesiyle
ona “Yani abi gece gündüz çalışarak okuttuğun sana emanet edilmiş bu cins
kafayı bir tefecinin maşası etmenin ne anlamı vardı” demek istedim, ama
diyemedim. Zira o oğlunun zor durumdaki esnafın çeklerini büyük bir komisyon
keserek kıran kan içici tefecinin zulmünü, çekler ödenmeyince mahkemede temsil
eden vekili olduğundan habersizdi. O kravatlı, takım elbiseli, temiz yüzlü
oğlunun ofisinde çay içmiş hatta patronun oğlunun başarılarından söz etmesine
doyamamıştı. Üstelik hac arkadaşının kızını da oğluna isterken oğlunun
çalıştığı şirketi ve patronunu öve öve bitirememişti. Şu andaki tek duası ise
oğlunun evliliğinin ilk şartı olarak istenen apartman dairesinin kredi
taksitlerini ödemesi için bu şirkette çok uzun yıllar çalışması yönündeymiş.
Evet, çilekeş bir nesil, çocuklarını bu
ülkenin en önemli okullarında okutmak için yememiş içmemiş direnmişlerdi. Onlar
tek sermayeleri olan ömürlerini, çocuklarının “Aydınlık yarınlarını” (!) görmek için heba etmişlerdi. Üstelik bu
çocukların bir kısmı da devletin önemli mevkilerini işgal eder oldular.
Şimdilerde boş vakitlerini geçirdikleri cami bahçeleri, emekli maaş kuyrukları
ve kahve köşelerinde bunları birbirlerine bıkıp usanmadan anlatıp duruyorlardı.
Artık çocukları, onlar gibi üç kuruş için zor şartlarda gece gündüz
çalışmayacak, aydınlık ofislerde(!) en güzel kıyafetlerle(!) sadece günün belli
bir zamanı çalışıp refah(!) içinde yaşayacaklardı. Ama yanılmışlardı…
Allah'tan başka (varlıkları ve güçleri)
sığınak kabul edenlerin durumu, kendisine ağ ören örümceğin durumuna benzer:
çünkü barınakların en zayıfı örümcek ağıdır. Keşke bunu anlasalardı! (Ankebut
/ 41)
Kuran’ı
ölülerine değil de birazda kendilerine okusalardı çocuklarına hizmetkâr değil
rehber olurlardı. İşten güçten biraz kafalarını kaldırsalardı ilköğretime
gönderirken bir gün çocukları için hazırlanan kalıcı(!) örümcek yuvalarını
görüp önlem alırlardı. Heyhat, artık olanlardan haberdar olsalar bile onlara
kulak verip bu tezgâhı bozacak çocukları yoktu. Zira onlar bu örümcek yuvalarını
terk etmemeleri için borçlandırılmışlardı…
İşte
bunları düşünüp içimi karartıp dururken kulağıma gelen sevinç çığlıklarıyla bu hâlden
sıyrıldım. Küçük kızım bu yıl ilköğretime başlayacağı için alınan kareli
üniformasının eteklerini havada uçuşturarak etrafımda dönüp duruyordu. Bir
yandan da sevincine iştirak etmem için pembe çantasını, kalemlerini, kokulu
silgisini, boyalarını gösterip duruyordu…
Bunları görünce radyoda
yayılan ezginin nameleri duyulmaz olmuştu. Kulaklarımda çınlayan Yunus’un
manidar dizeleri ise en ince ayrıntısına kadar çaresizliği resmediyordu…
Yusuf’u kaybettim Kenan ilinde
Yusuf bulunur, Kenan bulunmaz
Bu aklı fikr ile Leyla bulunmaz
Bu ne yâredir ki çare bulunmaz…
Aşkın pazarında canlar satılır...
Satarım canımı alan bulunmaz…
Şevket
HÜNER / 02.09.2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder