11 Eylül 2012 Salı

Yusuf’u Kaybettim…



           Bazen her şeyi karanlık görmenin kasveti tüm vücudumu kaplar. İşte ruhumun böyle zifiri karanlıkta dolaştığı günlerin birinde telefonum çaldı. Arayan bir telefon şirketine ait, çok anlayışlı ve bana sanki bir müjde verecek gibi konuşan Yusuf adlı eleman halimden haberdar değildi. O anda ben onun için küçücük bir iş kabininde ekranına düşen numarama göre sadece eski abonelerden biriydim. Şirketi üzerinden kendisini tanıtıp, çok cazip(!) kampanyalarla beni ayartmaya çalışıyordu. İsteği eski abone olduğum telefon şirketine dönüp en az iki yıl süreli bir sözleşmeye geçmemdi. Bir ara unutmuş olmanın mahcubiyetiyle konuşmanın kayda alındığından bahsetti. Kendimi suçüstü yapılmış ve avukat edinme hakkı hatırlatılan biri gibi hissedince ben de kayıt ettirene bir mesaj göndermek istedim…
          Hangi okulu bitirdiğini sordum. Boğaziçi işletmeyi bitirmiş. Lisesini sordum büyük bir kıvançla Kabataş Lisesi dedi. Babasının mesleğini sordum zamanında saat tamirciliği yaptığını ve şimdi emekli olduğunu söyledi. Ben de mühendis olduğumu, babamın saat tamircisi olarak beni ne kadar zor şartlarda okuttuğundan söz ettim. O da bana hak verircesine babasının onu ve kız kardeşi Leyla’yı ne kadar zorluklarla okuttuğunu söyledi. Medeni halini sorunca da birisinin olduğundan fakat borçlar bitene kadar ciddi bir şey düşünemeyip ertelediklerinden bahsetti.
          Bir taraftan benim frekansımı yakaladığını düşünen bu genç diğer taraftan sadede gelip beni ikna etmeye çalışıyordu. Bana sorular sorarak yönlendirmeye başlamasına ramak kalmışken soruyu ben sordum. “Anlamadığım bir şey var. Her zorluğa katlanıp sizi en güzel okullarda okutmak için gece gündüz çalışan babanız sizin sabahtan akşama rakip şirketin müşterilerini ayartmak için uğraştığınızdan haberi var mı?”. Derin bir sessizlik oldu. Hemen toparlandı ve kekeleyerek bir şeyler söylemeye çalıştı. Ama nafile… Zira küçücük bir dünyalık karşılığında çoktan azgın bir kapitalistin oyuncağı olmuştu…
          Bir sahil kasabasına yerleştiği için uzun zamandır kendisinden haber alamadığım bir hemşerimle buluşmak heyecan vericiydi. Artık pastaneciliği bırakmış bu hacı abi sadece yazları dondurma satıyor ve emekli aylığıyla geçiniyormuş. Hoş beşten sonra parlak bir öğrenci olan Kenan adlı oğlunu sordum. İstanbul Erkek Lisesi sonrası tam burslu kazandığı Koç Üniversitesinin Hukuk bölümünü bitirmiş. Şimdi önde gelen bir Factoring firmasının hukuk müşaviriymiş. Ama medarı iftiharından kıvançla bahseden abi, yüzümün aldığı şekle bir anlam verememişti. Ben bu yüz ifadesiyle ona “Yani abi gece gündüz çalışarak okuttuğun sana emanet edilmiş bu cins kafayı bir tefecinin maşası etmenin ne anlamı vardı” demek istedim, ama diyemedim. Zira o oğlunun zor durumdaki esnafın çeklerini büyük bir komisyon keserek kıran kan içici tefecinin zulmünü, çekler ödenmeyince mahkemede temsil eden vekili olduğundan habersizdi. O kravatlı, takım elbiseli, temiz yüzlü oğlunun ofisinde çay içmiş hatta patronun oğlunun başarılarından söz etmesine doyamamıştı. Üstelik hac arkadaşının kızını da oğluna isterken oğlunun çalıştığı şirketi ve patronunu öve öve bitirememişti. Şu andaki tek duası ise oğlunun evliliğinin ilk şartı olarak istenen apartman dairesinin kredi taksitlerini ödemesi için bu şirkette çok uzun yıllar çalışması yönündeymiş.
           Evet, çilekeş bir nesil, çocuklarını bu ülkenin en önemli okullarında okutmak için yememiş içmemiş direnmişlerdi. Onlar tek sermayeleri olan ömürlerini, çocuklarının “Aydınlık yarınlarını” (!)  görmek için heba etmişlerdi. Üstelik bu çocukların bir kısmı da devletin önemli mevkilerini işgal eder oldular. Şimdilerde boş vakitlerini geçirdikleri cami bahçeleri, emekli maaş kuyrukları ve kahve köşelerinde bunları birbirlerine bıkıp usanmadan anlatıp duruyorlardı. Artık çocukları, onlar gibi üç kuruş için zor şartlarda gece gündüz çalışmayacak, aydınlık ofislerde(!) en güzel kıyafetlerle(!) sadece günün belli bir zamanı çalışıp refah(!) içinde yaşayacaklardı. Ama yanılmışlardı…
             Allah'tan başka (varlıkları ve güçleri) sığınak kabul edenlerin durumu, kendisine ağ ören örümceğin durumuna benzer: çünkü barınakların en zayıfı örümcek ağıdır. Keşke bunu anlasalardı! (Ankebut / 41)
          Kuran’ı ölülerine değil de birazda kendilerine okusalardı çocuklarına hizmetkâr değil rehber olurlardı. İşten güçten biraz kafalarını kaldırsalardı ilköğretime gönderirken bir gün çocukları için hazırlanan kalıcı(!) örümcek yuvalarını görüp önlem alırlardı. Heyhat, artık olanlardan haberdar olsalar bile onlara kulak verip bu tezgâhı bozacak çocukları yoktu. Zira onlar bu örümcek yuvalarını terk etmemeleri için borçlandırılmışlardı…
            İşte bunları düşünüp içimi karartıp dururken kulağıma gelen sevinç çığlıklarıyla bu hâlden sıyrıldım. Küçük kızım bu yıl ilköğretime başlayacağı için alınan kareli üniformasının eteklerini havada uçuşturarak etrafımda dönüp duruyordu. Bir yandan da sevincine iştirak etmem için pembe çantasını, kalemlerini, kokulu silgisini, boyalarını gösterip duruyordu…
Bunları görünce radyoda yayılan ezginin nameleri duyulmaz olmuştu. Kulaklarımda çınlayan Yunus’un manidar dizeleri ise en ince ayrıntısına kadar çaresizliği resmediyordu…
Yusuf’u kaybettim Kenan ilinde
            Yusuf bulunur, Kenan bulunmaz
            Bu aklı fikr ile Leyla bulunmaz
            Bu ne yâredir ki çare bulunmaz…
           Aşkın pazarında canlar satılır... Satarım canımı alan bulunmaz…     
                                                                                                      Şevket HÜNER / 02.09.2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder