Hakkı müdafaa nedir ve nasıl ifa edilir? Hakkı müdafaa
denilen durum her hâlükârda yapılan saldırıları yutkunmak, atılan iftiralara
karşı işi kendini temize çıkarma çabasıyla sınırlanabilir mi? Pasif olmak daha
da ileri gidip edilgen bir tavır benimsemeyi İslami ve ahlaki-siyasi bir ilke
saymaya kalkışmak ciddi bir yanılsamadır.
Esasında zamanın-kaderin bütün işlerin aslını açığa çıkaracağına duyulan güveni değişmez bir kural, bir itikad umdesi veya toplumsal mücadelenin esası gibi mütalaa etmek yaygın bir düşünsel hastalıktır. Bu bekleyelim görelim perspektifinden, “Görelim Mevlam neyler/Neylerse güzel eyler” veciz ifadelerinden beslenmek, buradan sağlıklı bir yol haritası çıkacağını sanmak doğru bir tercih midir?
Taksim Gezi Parkı süreciyle beraber bir kez daha bireysel ve toplumsal değişim açısından, siyasal ve kültürel mücadele açısından olduğu kadar zulmü ve ifsadı engelleme sorumluluğu bağlamında da bu meselenin tartışılması gerektiği ortaya çıkmıştır.
Hegemonya “Sessiz Çoğunluk” Sever!
Her şeyden önce ne sessiz olmak ne de çoğunluk olmak tek başına bir değerdir. Sessizlik ve çoğunluk bütün zaman ve mekânlar için makul ve mantıklı sayılmaz. Sessiz ve çoğunluk yan yana gelse dahi olması gereken toplumsal duruşu işaretlemez. Nedeni çok basit: Çünkü her durumda hakkı söylemek, gerektiğinde hakkı haykırmak ve hakkı müdafaa için fiili bir mücadelenin tarafı olmakla mükellef kılındık da ondan.
Taksim Gezi Parkı’na ilişkin düzenlemeye itiraz olarak sunulan fakat hemen akabinde dizginsiz ve mantıksız bir şiddet sarmalına dönüşen sürecin ciddi bir muhasebeye tabi tutulması şart. Alenen yeni bir darbe sürecine dönüşen ve açıkça çevrecilik ortak paydasında bileşen Kemalist, sol-sosyalist ve liberal çevrelerin hedefi neydi?
Cevabı belli bir soruyu sormanın peşinde değiliz. Lakin gayet açık bir cevabı kimi ters yüz ediyor kimi de müphem kılmaya çalışıyor. Bu sebeple şu iki soruyla durumu bir kez daha netleştirmeye çalışalım:
Her şeyden önce ne sessiz olmak ne de çoğunluk olmak tek başına bir değerdir. Sessizlik ve çoğunluk bütün zaman ve mekânlar için makul ve mantıklı sayılmaz. Sessiz ve çoğunluk yan yana gelse dahi olması gereken toplumsal duruşu işaretlemez. Nedeni çok basit: Çünkü her durumda hakkı söylemek, gerektiğinde hakkı haykırmak ve hakkı müdafaa için fiili bir mücadelenin tarafı olmakla mükellef kılındık da ondan.
Taksim Gezi Parkı’na ilişkin düzenlemeye itiraz olarak sunulan fakat hemen akabinde dizginsiz ve mantıksız bir şiddet sarmalına dönüşen sürecin ciddi bir muhasebeye tabi tutulması şart. Alenen yeni bir darbe sürecine dönüşen ve açıkça çevrecilik ortak paydasında bileşen Kemalist, sol-sosyalist ve liberal çevrelerin hedefi neydi?
Cevabı belli bir soruyu sormanın peşinde değiliz. Lakin gayet açık bir cevabı kimi ters yüz ediyor kimi de müphem kılmaya çalışıyor. Bu sebeple şu iki soruyla durumu bir kez daha netleştirmeye çalışalım:
1- Yaşam tarzını koruma adına sergilenen buyurgan
söylem ve tekebbürden (siz buna hegemonya da diyebilirsiniz) kaynaklanan
öfkenin kaynağı neydi?
2- Her darbe döneminin baskın karakteri olan
buyurgan söylem ve düşmanlıktan kaynaklanan öfkenin yöneldiği siyasal ve
toplumsal kimlik hangisidir?
Hiç şüphesiz buyurgan söylem ve halka yönelen öfkenin kaynağında kendisini bu ülke ve toplumun tartışılmaz sahibi olarak gören resmi ideoloji ve iktidar sınıfları vardır. İktidar sınıfları ve çeperindeki muhtelif kimlik ve statü sahipleri yaşam tarzını muhafaza ve müdafaa adına darbeye girişmeyi bir hak daha ötesi bir sorumluluk olarak beyan etmektedirler. Ülke ve toplum için en iyisini bilme ve bunları en güzel şekliyle terbiye etme hakkını kendinde gören mütekebbir sınıfın küçük büyük demeden bütün itirazlara yönelen öfkesinin kaynağı budur.
Dünün “Ya Sev ya Terk Et!” dayatması bugün “Ya Statükoyu Sürdür Ya da İktidarı Bırak!” dayatmasına dönüşmüştür. Laik-Batıcı hayat tarzını topluma dayatan kural ve kaidelerin genişletilmişini esas alıp hiç birisine yönelik toplumsal itirazların kale alınmaması talimatı veriliyor Hükümete.
İşin tastamam tarifi şudur: AK Parti Hükümetine toplumu ve toplumun taleplerini değil de devlet sınıflarının laik-seküler teamüllerini esas alması için bir abluka ve saldırı düzenleniyor. Sadece Kemalist değil güya Kemalizm’in dışında varlık gösteren liberal ve sosyalist çevreler de bu abluka ve saldırıda bizzat rol almış, şöyle ya da böyle İslam’la ilgili tüm talepleri ezmek üzere sokak savaşına girişmiştir.
Abluka ve sokak savaşının ezmek istediği geniş Müslüman kitleler ne yaptı peki bu süreçte? İşte asıl sorun ve sıkıntının kaynağı da buradadır.
Teşkilatlar ve Toplum Dik Durdu mu?
28 Şubat sürecinde hükümeti düşürülen ve partisi kapatılan merhum Erbakan için yapılan en yaygın yakıştırma “Savunan Adam”dı. Hatta gazetelerde yayınlanan ve daha sonra poster de yapılan “Seni Seviyoruz Savunan Adam” tarzı şeyler de olmuştu. Ama merhum Erbakan’a ait bu süreçteki siyaset tarzı ve bu sahiplenme biçiminin ciddi sorunlar içerdiği muhakkaktır.
Çünkü askeri cuntacılıktan yolsuzluğa, psikolojik harekâttan siyasi şantaja, işbirlikçilikten halk düşmanlığına değin her türlü gayrı meşruluğu içinde barındıran bir kalkışmaya karşı savunma modunda olmak pek de isabetli değildi. Belki bu süreçte Başbakan Erdoğan’ın buyurgan, meydan okuyan, sert, otoriter vs. olarak nitelenmesindeki en önemli faktör beklenen bir “Savunan Adam” tipinde olmamasıdır.
“Savunan Adam” değil de iktidar sınıflarının zorbalıklarına meydan okuyan; siyasi, iktisadi ve kültürel hegemonyaya karşı çıkan adam olmak yerleşik iktidar sınıfları aleyhine krizi derinleştirmiştir. Çünkü resmi ideoloji ve iktidar sınıfları tarafından siyaset ve topluma çizilen bildik sınır fazlasıyla aşılmış hatta statükoyu tehdit eder bir hal almıştır.
Ama bu süreçte asıl can sıkıcı mesele gerek AK Parti teşkilatları ve seçmeninin gerekse Hükümet dışındaki İslami çevre ve kurumların sergilediği pasifist, ertelemeci ve bekle görcü tutumdur. Diğer pek çok meselede olduğu gibi bu yeni darbe sürecinde de her şey “Dik Duracak Başbakan”a havale edilmiştir.
Sessiz kalmak, onca hakaret ve tehdidi yutmak, İslami değerleri bastırmaya yönelmiş azgın bir güruhun sui-emellerini teşhis dahi edememek, Özgür-Der’i istisna tutarak söylemek gerekirse adam akıllı karşı bir bildiri dahi yazamamak gibi zaaflar orta yerde duruyor.
Sorumuz şudur: Ya Başbakan Erdoğan dik dur(a)masaydı, korkudan veya başka bir sebeple geri adım atsaydı, sessiz çoğunluk ne yapacaktı?
Başbakan Erdoğan’a endekslenmiş ve her türlü mücadeleyi onun karizmatik kişiliğine yükleyerek sorumluluklarını yerine getirmekten kaçan bir toplumun akıbeti hayır olur mu?
Kulluk şuurunu, İslami davet bilincini, kötülük ve ifsadla mücadele sorumluluğunu değil Başbakan’a Peygambere dahi devretmenin mümkün olmadığını herkes bilir oysa.
Kurumsal siyasetin zaten ideolojik ve kültürel sahaya ilişkin ne ilgisi ne de ciddi bir endişesi oldu. Siyasetin bu yönü ya sınıfsal açıdan semirmenin ya da bunun yolunu açan tayin-terfide ahbap-çavuş ilişkisine kilitlenmenin bataklığında debelenmekteydi. Kurumsal siyaset kelimenin tam anlamıyla “selden kütük kapma yarışı” halinden kurtulamayan tepeden tırnağa bir fırsatçılığı sergiliyordu. Bu fırsatçılık o kadar gözü görmez, kulağı işitmez hale gelmiştir ki kim olduğunu da kimlerin kimlerle neden savaş halinde olduğunu dahi anlayamaz bir duyarsızlık olarak tescil edilmiştir.
Sessiz çoğunluk gerek toplum gerekse kurumlar açısından hem olumlu bir niteliğe hem de nitelikli bir niceliğe işaret etmez. Azınlık veya elit deyip, bir avuç veya kökü dışarıda deyip, dış destek veya provokasyon deyip, mazlum çoğunluğuz ezberiyle hiçbir kazanım elde edilemez.
Sessiz çoğunluk yani geniş Müslüman toplum zihinsel açıdan son derece tembel, ruh hali olarak özgüvenden yoksun, mücadelenin gerektirdiği cesaret ve ferasetten yoksun, kitleleri örgütleyip mücadeleye sevk etme becerisi zaaflı bir görüntü arz etmiştir.
Bu zaaflı görüntü en çok da Kemalist ve liberal iktidar sınıflarını daha çok azdırmakta, sol-sosyalist çevreleri iyice küstahlaştırmakta ama daha önemlisi tabandaki biraz okumuş yazmış kesimlerde kompleks tutumları beslemektedir.
Saldırının mahiyetini, yeni bir darbe süreci adına seferber edilen türlü aktörlerin misyonlarını kavramaktan aciz profesyonel İslamcı aydın tipi ise bu süreçte daha bir sefalete mahkum etmiştir kendini. Suriye’de katledilen, işkence edilen, evi barkı başına yıkılan milyonlarca insan için ağzını açmaktan aciz bu profesyonel İslamcıların kalkıp da “şehir ve çevrenin namusunu kurtarma” kod adlı bir operasyona katkı sağlamaları hakikaten ibretliktir.
Bu ne çirkin ve devlet sınıflarının kullanımına hazır bir şehir ve çevre hassasiyetidir ki hemen yanı başında iki yılı aşkın bir zamandır katledilen kardeşleri için alabildiğine yutkunmayı ve susmayı tercih etmektedir.
Halep’ten İdlip’e, Der’a’dan Şam’a kadim İslam beldelerini içindeki Müslüman halkla beraber yakıp yıkan Esed-Baas cuntası karşısında “dilsiz şeytan” olmayı kendilerine yakıştırabilenlerin nasıl oldu da birdenbire dilleri açıldı, kalemleri yazmaya başladı ve onurlu bir muhalefetten söz etmeye koyuldular sizce? Bu yaman çelişkinin sahipleri burnundan kıl aldırmayan kibirleriyle arzı endam ederken kime hayrı tavsiye edebilir, kime adalet ve merhametten bahsedebilir, bu da ayrı bir mevzu.
Kendilerine aydın-öncü payesi biçip bir taraftan liberal-sol çevrelere ispatı vücut yapan diğer taraftan da Hükümete çelme takıp piyasa yapanların hali pür melali işte bu derece yerlerde sürünüyor. Durum böyleyken geniş kitlelerin durumunu görünce insan yine de şükretmeden duramıyor elbet. Fakat pollyannacılık oynamak yerine içine düşülen bu suskun, bu edilgen ve sorumluluklarını erteleyen-devreden durumdan kurtulmanın yollarını aramaktan başka çare yok.
Savunan adam, savunan toplum, sessiz çoğunluk kompleksinden bir an önce kurtulmazsak başımıza daha çok musibetler musallat olur.
Kenan Alpay
Gazeteci - Yazar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder