Kitabın Adı: Hrant
Yayınevi: Everest
Yazarı: Tûba Çandar
Kitabı okumayı Bitiriş Tarihi: 30 Ocak 2011 Pazar – İstanbul
Evet. Kendimi bir güvercin ruh tedirginliği içinde görebilirim. Ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmazlar. (sh. 635)
İrfan’ın Notu: Aşağıda kitap ile Radikal gazetesinde yer alan bir yazıyı bulacaksınız. Şu bir vakıa ki Hrant yurdum insanıydı. İyi bir insan mıydı, yoksa hain, aşağılık, vatanını satan, bir insan mıydı? Bu soruların cevabını benden beklemeyin ama bu kitabı bitirdiğinizde inanın bir fikriniz olacaktır.
Üç yıllık bir çalışmanın ürünü olan Hrant’ın arkasında, daha önce yayımlanan Hitit Güneşi ve Murat Belge: Bir Hayat kitaplarından tanıdığımız gazeteci Tûba Çandar’ın üç yıllık emeği, 125 kişiyle yaklaşık 90’ar dakikadan yapılmış 200 saate yakın ses kayıtları, Brüksel’den Tuzla’ya Hrant’ın ve sevdiklerinin geçtiği, dokunduğu onlarca coğrafyaya yaptığı seyahatleri var. Everest’in Sultanahmet’teki ofisinde yaptığımız duygusal söyleşide Çandar, bana, Maureen Freely’nin Hrant henüz tamamlanmadan çalışmanın ilk kitabını alıp çevirmeye başladığını anlattı. Hrant, İngilizce çevirisiyle ve muhtemelen bunu takip edecek diğer dillerden çevirileriyle dünya çapında bir yayıncılık fenomeni olmaya aday. Ama hepsinden de önemlisi, bize (Tuzla’daki) bir yetimhanedeki bir çocukluğu, artık korumak için çok geç olan bir çocuğun yaşadıklarını, insanı öfkelendiren, utandıran, çaresiz bırakıp sarsan ayrıntılarla anlatıyor. Hrant insanlara dokunan biriydi, kardeşimiz ve yoldaşımızdı. Hrant’ta -onu tanıyanların olduğu kadar tanımayanların da hissedeceği- aşina bir sıcaklık var. Bu, düşünen, gören, isteyen, arzulayan, ölen bir adamın ruhu...
Önceki çalışmanız, Murat Belge: Bir Yaşam, bir sözlü tarih kitabıydı. Tamamen Belge’nin anlatımıyla yaşantısının bir portresini çiziyordu. Burada ise aramızda olmayan birinin, Hrant’ın yaşantısı var.
Ben Türkçede daha önce de hiç klasik biyografi yapmadım, iki biyografik kitabım var, ikisi de nehir söyleşi tabir edilen biyografiler. Soru-cevap formatında, kişinin hayatını kişinin kendisiyle konuşarak ama tabii kurgulayarak yazdığım kitaplar. İki kitapta da kurguya çok önem verdim. Hrant’ı yazarken Hrant hayatta değildi ama bir klasik biyografi yazmayacağımı biliyordum. Çünkü bildiğiniz gibi klasik biyografide bir tanrı anlatıcı oluyor, bir sürü araştırma-inceleme okuduktan sonra özel hayat arşivine giriyor, mektuplar, çizimler, günlükler vesaire hepsini inceliyor ve kendisi bunların hepsinin dışına çıkarak tercihen bir tez de geliştiriyor ve böyle yazıyor kitabı.
Hrant bir özel hayat arşivcisi değildi, çünkü doludizgin yaşanan bir ekmek kavgası içinde geçmişti hayatı. Özelini biriktirmeye hiç vakti olmamıştı. Hrant’ın özelinden geriye kalan, sadece karısına yazdığı bir-iki şiir ve evlatlarına askerdeyken gönderdiği mektuplar ve bir masaldı. Başka bir şey yoktu. Ama öte yandan Hrant çok büyük bir sözlü kültür arşivcisiydi, yıllarca kendisine anlatılanları biriktirmiş, bunları genetik kodlarında yazılı olan içbilgiyle birleştirmiş kendi hayatıyla buluşturmuştu. Ve hep söylüyorum, yüz yıllık Ermeni kılmıştı kendini. Hrant bütün Ermeni meselesini hep küçük insan hikâyelerinden yola çıkarak anlatmıştı. Otobiyografik nitelikte çok yazı yazmıştı. Bu yazıların kayıtlı olduğu, binlerce yazı ihtiva eden bir arşivi vardı Agos’ta. Gezi notları, denemeler, röportajlar ve köşe yazılarından oluşuyordu. BirGün’e de hayatının sonuna kadar yazmıştı. Oralardaki yazılar büyük bir sözlü kültür arşivi oluşturdu bana. Destansı üslupta yazılardı.
Kitabın tohumlarının ilk atıldığı günlerden bahseder misiniz?
Daha başından, 2007 Ekim’inde Etyen Mahçupyan’a projeyi götürdüğümden itibaren biliyordum ki, kitabım, Hrant’ın başta aile büyükleri olmak üzere hayatının en yakın tanıklarının seslerinden oluşacaktı. Kafamdaki proje daha başından beri buydu. Hrant’la konuşamayacağıma göre diğer insanlarla olan konuşmalarımda da kendimi yok etmeyi seçtim. Tamamen kendim dışında seslerden oluşturmaya karar verdim kitabı. Sonra, bittikten sonra, bölümlere giriş yazıları yazdım, o kadar koydum kendimi.
Bir koro oluşturuyor bu sesler. Son sayfada onları koro olarak görüyoruz. Hrant’ı deneyimleyenler, paylaşanlar korosu. Koronun büyüklüğünü insan baştan kestiremiyor. Ama koro gittikçe büyüyor ve çok büyük bir projeye dönüşüyor...
Hrant çok kalabalık yaşayan, dostları olan bir insandı. Sevgi dolu biriydi, insanlara çok değmiş, dokunmuş; dokunarak yaşamış bir insan. İki hayatı var aslında, kitapta da görüldüğü üzere. Ama birinci hayatından ikinci hayatına bütün o dostluklarını da taşımış bir insan. Geride bırakmamış onları. Dolayısıyla oldukça kalabalık bir liste çıktı. Yine de dışarıda bıraktıklarım vardır muhtemelen. Onlardan da önsözde af diledim. Ama en yakınlarıyla yetinmek zorunda kaldım. Çünkü çoğalarak yaşamış bir insan. İlk hayatını yazarken, tabii, aile büyükleriyle hayatının belirli dönemlerine tanıklık etmiş insanlar konuştu. Diyelim ki askerlik dönemini askerlik arkadaşıyla, fakülte hayatını öğrenci arkadaşlarına ulaşarak anlatmaya çalıştım. Tabii elli yıllık koca hayat içinde de epey bir sesler korosu, epey büyük bir koro oluştu. 125 kişilik bir koro...
Bu kişiler yalnızca İstanbul’da değil. Brüksel’e gitmişsiniz, konuştuğunuz pek çok kişiye gitmişsiniz...
Mesela kitap için Adalet Ağaoğlu’yla da konuştum ama maalesef Adalet Hanım’a gidemedim, büyük bir incelik gösterdi ve telefonda anlattı kendi Hrant’ını… Ben de onun sesinden yazdım. Zaten çoğu ses yeniden yazıldı aslında, bunu belirtmek isterim. Özel tınılarını koruyarak, tekrar tekrar dinleyerek yeniden yazıldı.
Bir edebileştirme, gerçeğe daha gerçek kılma kaygısıyla mı yapıldı bu? Kişinin sözle ifade ettiği şeyin yazılı halini daha gerçek kılma çabası mıydı?
Aslında seslerle çok fazla oynamadım. Çünkü burada bana yol gösterici olan Hrant oldu, Hrant’ın yazılarındaki o destansı, mistifikasyona yönelik anlatım oldu. O belirleyici oldu. Diğer sesleri de onun anlatımına tanıklık edecek şekilde formüle ettim. Söylediklerine tek bir söz eklemedim, konuşanların kendilerini anlattıkları bölümleri çıkardım, insanlar kendilerini anlatmaya çok yatkın çünkü. Özellikle de aydınlarımızda var bu eğilim. Bunları epey bir ayıkladım. Eğer bir ses ilave ettiysem, bir cümle ilave ettiysem de mutlaka konuşup kendilerinden izin aldım.
Hrant’ın ilk kitabı, ‘Khent’ Hrant, onun delicesine yaşadığı hayat üzerine. Bu ‘Khent’ lakabını ona takan da Masis Kürkçügil sanırım...
Masis de olabilir, herkesin Tomo olarak çağırdığı Yetvart Tomasyan da olabilir. Herkes bir anda da söylemiş de olabilir. O isim ilk telaffuz edildiğinde herkes bir arada da olabilir, onu net hatırlamıyorlar. Ama ‘Khent’, Hrant’a çok uygun bir isim. O doludizgin yaşanan yaşam mücadelesi içinde, yoksulluk ve yoksunluktan geçen çocukluğundan itibaren, ortaokul yıllarından itibaren ekmek parası peşinde koşan bir insan. Ve o doludizginlik içinde delifişek bir delikanlı çıkmış ortaya. Zaten Hrant isminden de anlaşılacağı gibi coşkulu bir ateş o. ‘Deli’, ‘delioğlan’, ‘delifişek’ anlamında bir sözcük Khent. Ama olumsuz anlamda değil. Hrant, Dostoyevski’nin Budala’sı gibiydi.
Onun için çekinmeden o ismi koydum ilk kitaba.
İkinci kitap ‘Baron’ ise başka bir Hrant’ı anlatıyor...
İkinci kitapta, Hrant’ın mücadelesi ve davası var. Bambaşka bir hayatla karşılaştım burada ve zaten beni çalışmamı iki kitap halinde yazmaya iten de bu oldu. Ekmek kavgası devam etmekle birlikte biraz daha durulmuş. Yaşam deneyiminden damıtılmış bir gazeteci, sonra da bir düşünce adamı, bir mücadele adamı çıkmış ortaya. Agos çalışanları onu Baron olarak adlandırmışlar. Baron, ‘üstad’, ‘hoca’ anlamına geliyor. O yüzden böyle diyorlar. Baron Türkçede bir asalet unvanı olduğu ve bir soyluluk ifade ettiği için Hrant’ın soylu kişiliğine de uygun oluyor diye düşünüyorum.
Hrant tam anlamıyla aramızdan biri, belki bizim olmadığımız denli bu toprakların insanı. Kitaptan bu duygu çıkıyor. Onun bir yurtsever olmadığına dair algıyı bu kitap değiştirecek mi?
Umarım değiştirecek. Ben Hrant’a ölümünden sonra sahip çıkanların da onu yeterince tanıdıklarını zannetmiyorum. Çünkü Agos sonuç olarak beş bin kişiye ulaşan bir gazete, Hrant’ın oradaki yazılarını okuyanların sayısı çok azdı. Gerçi televizyon programlarında izleyenler vardı veya bazı demokrat aydın arkadaşlarıyla katıldığı yurtiçi toplantılarda onu dinlemiş olanlar vardı ama bunlar gene de küçük bir azınlıktı. Hrant’a sahip çıkılmasının sebebi, öldürülmesinin Türk insanının vicdanını harekete geçirmesiydi.
O yüzden 200 bin kişi “Hepimiz Ermeniyiz, Hepimiz Hrant’ız” diyerek İstanbul sokaklarına döküldü. Ölümü, Türk insanının vicdanına dokundu, 21. yüzyıl Türkiyesi’nde hepimizin gözlerinin önünde böyle bir şey yaşanması çok dokundu ve bizi çok incitti. Ama bu, vicdani bir sahiplenmeydi. Sanırım bu kitaptan sonra insanlar Hrant’ı tanıyarak ve bilerek sahiplenecekler. Çünkü bu kitapta Hrant’ın bütün mücadelesi, bütün davası kendi sözcükleriyle veriliyor. Ama tabii ki bütün yazılarını kullanamadım, içlerinden otobiyografik olanları aldım, onların da içinden belirli pasajlar seçmek zorunda kaldım. Bunlar da Hrant’ın nasıl bir insan olduğunu hepimizin gözleri önüne serecek. Bu açıdan Türk insanındaki algıyı değiştireceğini umuyorum. Öldürülmesine giden taşları döşemiş olan veya bu taşlar döşenirken timsah gözyaşları dökmüş olanlar, susanlar girmedi kitabıma. Ama bütün bunların içinden de umarım değişime uğrayanlar olur. Hrant dokunarak değiştiriyordu insanları. Hep onun bir şifacı olduğunu söylüyorum. Bu kitap da insanlara dokunsun istiyorum.
Aydın Engin Almanya’dan geldiğinde, Perihan Mağden’in, Orhan Pamuk’un davalarında, hep arkada, onlara destek çıkan Hrant’ı görüyoruz. Ama entelektüellerin onu yalnız bıraktığı, kitapta çok çarpıcı bir biçimde ortaya çıkıyor...
Evet, o çıksın istedim zaten. En çok da en yakın arkadaşları tarafından dile getirildi, herkes onun pişmanlığını, vicdan azabını yaşadı. Ama orada önemli bir şey daha var: O vicdan azabı çeken arkadaşları Hrant’la birlikte demokratikleşme sürecinde mücadele eden insanlardı ve “Hrant o kadar bizden biriydi ki onun Ermeni olduğunu unuttuk” diyorlar. Bu çok doğru, çok sahici bir şey. Gerçekten öyleydi, hepimizden daha çok Anadoluluydu, hepimizden daha çok buralıydı. Türkiye’nin başörtüsünden Kürt meselesine bütün tabu konularını o bizlerle birlikte dokundu. Bu çok önemli, bunu bir gayrımüslim olarak yaptı. Kendi meselesinden yola çıkarken, aynı zamanda da bunun dışında kalıp Türkiye’nin bütün sorunlarını eşit mesafeden anlatabildi. Herkes bu yüzden kendisini onunla bir hissetti. Onun Ermeni olduğunu unuttuk. Ama devlet unutmadı.
Hrant’la ilk karşılaşmanızda, ondan ayrıldıktan sonra arabada, eşiniz Cengiz Çandar’a “Kim bu adam?” diye soruyorsunuz. Kitabı yazdıktan sonra bu soruyu cevaplayabiliyor musunuz?
Arabada o soruyu Hrant’ın sahiciliğinden etkilenmiş olarak sormuştum. İlk karşılaşmamızda bana ilk bakışındaki, yaklaşımındaki sahiciliği beni çarpmıştı. O yüzden “Kim bu adam?” diye sordum. Üç yıl süren kitap yolculuğu boyunca vardığım nokta, yine o ilk nokta oldu. Hrant, çok sahici bir adamdı. Öldürülmesi onun için bizi bu kadar etkiledi. Zaten belki de bu yüzden öldürüldü. Bu kadar sahici olduğu için tahammül edemediler ona. Söylediği her şey geçiyordu insanlara. Umarım onun sıcaklığını hissettirmeyi başarmışımdır. Türkiye’den bu kadar sahici bir adam geçti. Ve o bizim gözlerimizin önünde öldürüldü.
Kendisi ne kadar seküler olsa da Hrant, kitapta İsevi bir figür olarak beliriyor...
Kendisine rağmen olan bir şey bu. Onun özel bir ruh olduğuna inanıyorum, sıradan bir ruh değildi. Çok zor bir hayatı vardı, bu kitap okunduğunda ortaya çıkacaktır. Çok acılar omuzlamış bir adam. Hem özel hayatında, kişisel olarak böyle; yoksulluktan başlayarak... Aynı zamanda da atalarının hikâyelerini omuzlamış, onu yüklenmiş bir adam. Bütün bunlar olurken de hayatının son yıllarında hakarete uğramış, ‘Türk düşmanı’ olarak yaftalanmış, aşağılanmış bir adam. Sanki kendi çarmıhını da taşımış gibi, sonunda da hepimizin gözü önünde öldürülmüş biri. Böyle bir benzetme ortaya çıkıyorsa, bu onun hayatının ortaya koyduğu bir şey.
Hrant, sağcı-ırkçı basında en ‘radikal/vatan haini’ olarak görüldüğü dönemde gittikçe ruhani bir hayat yaşıyor, yazılarında İncil’den alıntılar yapmaya başlıyor.
O bir solcuydu ve Rakel kadar inanmış bir Hıristiyan değildi belki ama öte yandan onun çocukluğu Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi’ne bağlı bir kimsesizler yurdunda yoğrulmuş. Kendisi de anlatıyor, orada İsa’nın hayatından yola çıkan piyesler oynanırmış, melek rolüne çıkarmış ve koca kanatlarıyla o rolü çok severmiş.
Pek çok kişi onun TİKKO’yla ilişkisini, ÖDP’ye ve Türkiye sosyalizmine olan bağlılığını bilmiyordu sanırım ve bu kitapla bunlar öğrenilecek...
Evet, Hrant’ın kişiliğinin iki ayağı var, Ermenilik ve solculuk. Ermenilik elbette Hıristiyanlığı da içeriyor. Solculuk döneminde de ateist diyebilmiş bazı arkadaşları ona. Hıristiyan inancını geri plana itmiş. Hayatının son döneminde, özellikle de mahkûmiyet kararının Yargıtay’da onanmasından sonra dualara sığınmış. Ben Hrant’ı bir azınlık mensubu olarak kendi dualarıyla uğurlamak istedim, o yüzden Kutsal Kitap’taki Mezmurlarla onu uğurladım. Yüzde 99.9’u Müslüman olan Türkiye’de Hıristiyan azınlığın bari buna hakkı olduğunu düşünüyorum.
İlk karşılaşma
Benim Hrant’ım önce bir çift gözdü. Meraklı bir dikkatle üzerime dikilmiş bir çift hüzünlü göz. Rahmetli Elâ’yı toprağa veriyorduk. Kalabalıktan uzak, başım önümde gözyaşlarımla boğuşurken bakışlarını hissetmiş, kafamı çevirdiğimde de o koca gövdesine uymayan kuzu gözlerini görmüştüm.
Derken omzumda koca bir el oldu. Konduğu haliyle öylece durdu. Sonra da uçtu gitti, geldiği gibi...
Önce bir şaşkınlıktı Hrant; sonra bir şaka oldu. Cenazeden sonra üçümüzü bir araya getiren Cengiz, “Bu gördüğün köylü, Ermeni cemaatinin seküler lideri Hrant. Bu, kendisini yıllarca Kürt zanneden Ermeni kızı Rakel. Bu da karım Tûba...” dediğinde, tanıştırıldığımız o ilk anda, kahkahalarla karışık bir küfür salladı: “Ulan Allahsız, adam gibi tanıştırsana bizi!” Kitaptan
Kendisine kurulan tezgâhı önceden görmüştü
Kitabı okuyan pek çok kişi, sanırım Marquez’in Türkiye’de de çok sevilip okunan kitabı Kırmızı Pazartesi’yi düşünecek. Hrant da ‘tıkır tıkır işleyen’ bir tasarıyı önümüze seriyor. Bir
gazeteci olarak bu kitapta anlatılanlar Hrant cinayeti hakkında nasıl bir
içgörü verdi size?
Başından beri işin o tarafıyla ilgilenmeyeceğim dedim. Bunlar ayrı kitaplar olacak kadar çetrefil, etraflı ele alınması gereken konular. Dedim ki, kitabıma kir pas sokmayacağım. Trabzon’daki güruhun nasıl örgütlendiği, bunları kimin yönlendirdiği gibi meselelere girmeyeceğim dedim. Onların seslerine de yer vermeyeceğim dedim. Dolayısıyla da hiç o konulara girmedim. Ben tamamen Hrant’ın gözünden, yaşananlar nasıl yaşandı, onu yazdım. Bunu bilebildiğimiz kadarıyla yazdım. Burada Hrant’ın yazıları yol gösterdi. Özellikle de son iki yazısı, ‘Ruhumun Güvercin Tedirginliği’ ve ‘Niçin Hedef Seçildim?’ Çünkü burada Hrant, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurma kararı alıyor ve savunması olarak bu yazıları kaleme alıyor. Dolayısıyla da kendisine yapılanları ve yaşatılanların adeta tarihçesini veriyor. Bu iki yazı çok tayin edici oldu o bölümlerin yazılmasında. Bir de yazıları tararken, ‘Kayıtsız Kalmayın’ diye bir yazıya rastladım ve o beni çok çarptı. Çünkü Hrant daha Danıştay saldırısından sonra zanlılar yakalandığında, Alparslan Arslan adlı zanlının “Yakalanmasaydık Ermenileri öldürecektik,” şeklindeki açıklamasından ve bu açıklamanın Yeni Şafak gazetesinde manşete taşınmasından sonra hemen neler olduğunu fark ediyor. Bütün basın bu sırada bu saldırganı şeriatçı olarak hemen damgalamıştı ve hikâyeyi böyle veriyordu. Ama Hrant, “Yakalanmasaydık Ermenileri öldürecektik” cümlesinden yola çıkarak ‘Kayıtsız Kalmayın’ diye bir yazı yazıyor ve “kim bu Ermeniler?” diye soruyor.
Ali Bayramoğlu kitabın bir yerinde Hrant’ın aldığı ölüm tehditlerinden sonra Hanefi Avcı’yı aradığını anlatıyor.
O süreç yaşanırken Hrant bunu en yakınlarıyla paylaşıyor, valiliğe çağrılmasından, orada uyarılmasından itibaren bunu birkaç yakın arkadaşıyla paylaşıyor. Bunların bir kısmı, birinci hayatından ikinci hayatına taşıdıkları, Oşin Çilingir gibi, hapishaneden koğuş arkadaşı Necdet Koçtürk gibi. Ama bir de Ali Bayramoğlu, Oral Çalışlar, Baskın Oran gibi Türkiyeli demokrat aydınlar var. Yaşadıklarını onlarla da paylaşıyor. Bunlardan Ali Bayramoğlu, o sırada Hanefi Avcı’yı iyi tanıyor. Onunla çeşitli röportajlar, görüşmeler yapmış. Ali
hemen Hanefi Avcı’yı haberdar ediyor, kendisi o sıralar Edirne Emniyet Müdürü. Sanırım Ali’nin de Hanefi Avcı’ya olan ‘güveni’, Avcı’nın Susurluk’taki performansından kaynaklanıyor. Hanefi Avcı derhal koruma istemesini salık veriyor, “Ama ben bütün bunlardan bir şey çıkacağını sanmam,” diyor.
Tesadüfen Hanefi Avcı’nın kitabı da Hrant yayımlanmadan kısa süre önce çıktı.
Evet, Avcı’nın kitabında onun hep Fetullah Gülen cemaatiyle ilişkisinden söz ediliyor ama aslında kitapta epey bir bölüm Hrant Dink cinayetine ayrılmış. Hanefi Avcı hem kitapta hem de kitaptan sonra verdiği röportajlarda Hrant Dink cinayetinin hallolduğunu, daha ileri gitmeye varacak bir durum olmadığını, yeteri kadar ilerlendiğini iddia ediyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder