9 Ocak 2011 Pazar

Sünni-Alevi Girdabında Bir Roman: Şah ve Sultan

Kitabın Adı: Şah ve Sultan
Yayınevi:
Kapı Yayınları
Yazarı:
İskender Pala
Kitabı okumayı Bitiriş Tarihi:
09 Ocak 2011 – İstanbul

“Ve unutma, her şafak, elinde fenerle gelen bir hırsız gibidir, ömürleri çalıp götürür. Uyanık dur.!” (sh. 269)


İrfan’ın Notu: Aşağıda kitabın arka kapağındaki yazı ile başlamak isterim. İskender Pala, bu ismi “İki Darbe Arasında” adlı kitabı ile tanıdım, 28 Şubat’ın mağdurlarından olan divan edebiyatını topluma sevdiren güzel adam. Bu kitabı onun okuduğum ikinci kitabı. Açıkçası biraz tereddütle okumaya başladım. Ama şunu söyleyebilirim, çok uzun zamandır büyük bir zevk içerisinde okuduğum bir kitaptı. Bazen o kadar güzel cümlelerle karşılaşıyordum ki, onları birkaç kez okuma gereği duyuyordum.
Bir tarafta Alevi-kızılbaşların büyük önderi Şah İsmail, bir tarafta sünni camianın büyük kahramanı, ilk halife Yavuz Sultan Selim, bunların arasında geçen savaşlar, birbirleri arasındaki şiir ziyafetleri, mektuplar, bu arada geçen müthiş bir aşk, aşkına karşılık gelememe, aşkın farklı tarifleri, sevgi ve aşk arasındaki muazzam belki de ince farklılıklar.
İskender Pala aşkı, savaşı, şiiri, alevi-sünni derinliğini bu kitapla içimize işleyecek şekilde anlatması. İktidar hırsının sonuçları, saltanatın, devletin, insan hayatının kahredici zayıflığı, bunları roman tadıyla önümüze çok güzel sunuyor.
Kitabı şiddetle tavsiye ediyorum. Kitapla ilgili aldığım notları da aralara serpiştirmeye çalıştım
.

Arka Kapak Yazısı

Tutku…
Güzellik…
Aşk ve savaş. Sadece gönüllerin değil alınların, kemiklerin ve gözlerin alev alev yandığı savaş.
Kahramanlarını, Yavuz Sultan Selim’i de Şah İsmail’i de tarihin merdivenlerinde bir basamak aşağı indiren bir basamak yukarı çıkaran savaş.
Çaldıran...
Şimdi Çaldıran ne 500 yıl geride ne 500 yıl ileride.
Savaş tasında büyücünün gördüğü neydi?
Kızılbaşlık!
Sünnilik!
İktidar hırsı.
Aşkın bir çökelti gibi dondurduğu zaman!
Korku? Ya o?
Yazar biraz da korkuların üstüne gidendir.
Tarih ileriye doğru çözüldükçe ağacın kökleri de görülecektir.
Alevi de Sünni de bağlıdır o köke. Birdir o toprakta.
Gölgeler büyümüşse ışığı değil korkuyu yenmek gerekir.
Karanlık ve kör ışığın egemenliği boğmasın artık nesilleri.
Ve işte bir kez daha aşk!
Şiir kadar iktidar atında rüzgâra ve ateşe doğru yol alan iki hükümdar.
Şah ve Sultan…
Dünya incisi zarif ve asil kadınlar. Yeminlerine bağlı erkekler.
Masal kadar gerçek.
Büyüleyici olduğu kadar umut verici.
Şah&Sultan her cümlesi aşkla okunacak bir kitap.
İskender Pala’dan…

Kitap içerisinden aldığım seçmeler:

“Ey yolcu, sevgiye yürü, ta ki hakikate eresin!” (sh. 1)
Ne güzel bir cümle değil mi? Sevgiye yürüdüğün taktirde hakikati bulursun, bundan endişe etme…

“Bütün inançların temeli sevgidir. Her kim bir şey veya kimseyi severse ona inanmış, boyun eğmiş, kulluk etmiş olur. Kulluk, sevginin yedi derecesinden biridir ki ilk adımda dostluk başlatır. Bu dereceler ezeli “ilgi”den doğar. İlgiyi “sevgi” takip eder. Sonra “tutku”, “aşk” “şevk” ve “kulluk” diye devam edip ebedi “dostluk”da nihayet bulur. İyi veya kötü, yararlı veya zararlı her tür sevginin bir etkisi, sonucu, meyvesi ve hükmü vardır. Coşku, zevk, özlem, yakınlaşma, ayrılma, uzaklaşma, terk etme, sevinme, üzülme, ağlama, gülme… Hepsi sevginin etkileri ve halleridir. Kişi sevgi basamaklarında sürekli bir kazanç ve güç kazanarak ilerlemelidir. Belli bir yol aldıktan sonra sevgi yüzünden ağlasa da, gülse de, sevinse de, üzülse de, hatta sıkılsa yahut coşsa da bundan yarar görür. Nitekim sevgiden uzaklaştığı zaman bunun tersi olacak, her halden üzülecektir. Akıllı insan kendisine zarar verecek sevgiyi istemez.
Hakikati sevmek, … sevgilerin en güzelidir. Çünkü hakikat Mutlak Güzellik’ten doğar ve bütün güzeller O’nun güzelliğinden bir ilham taşıdıkları için sevilirler, Hakikati ayırt etmeyi bilirsen sevgiliye karşı sevgide ortak edinmemiş olursun. Sevgiliyi sevmek, sevgilinin sevdiklerini sevmek, sevgili için ve sevgili yolunda sevmek, sevgiliyle birlikte sevmek, bunların hepsi insanın tabiatına uygundur. … Sevgiyi bir su farzet, ona ulaşmak zevk, ayrı kalmak acı verir insana.” (sh. 3-4)
Bu cümlelere ekleyecek bir şey bulamıyorum.

“Bir madde, tabii olan merkezinden ayrıldığında sevgiyle ayrılır ve oraya yine sevgiyle dönmeye çalışır. Ezelde harekete geçen eşya ebediyete sevgiyle yürüyecektir. Göklerde, yerlerde ve ikisi arasında ne varsa sevgiyle vardır. Gökler sevgiyle dönerler, yıldızlar sevgi sayesinde yerlerinde durabilirler. Tıpkı kalbimizdeki sevgi yıldızları gibi… Bu yüzden dış yerine içi, suret yerine ruhu sevmek gerekir. Hayat ancak sevgiyle tatlıdır ve sevgilisiz dünyada hayat sürmek beyhudedir.” (sh. 5)
İnsan sevgisini, eşya sevgisini, Allah sevgisini, bunların birbiri ile olan ilişkilerini ne güzel izah etmiş.

“Ne kadar güzel olursa olsun insan aynı yerde oturduğunda hayat yeknesaklaşıyordu. Bir araziyi işlemek, orada mekan tutmak, belki kıt kanaat geçinip kaygısız yaşamaktı, ama bu aynı zamanda heyecansız da yaşamak demek değil miydi? Peki ya her gün yeni bir yerde uyanmak, her ay farklı çiçeklerin kokusunda uyumak, her yıl farklı bir yol izleyip yeni hayaller kurmak…” (Sh. 38) Bu satırlar tam da benim ruhumun heyecanını yansıtan sözler. Hiçbir zaman durağanlığı sevmeyen bir ruh yapısına sahibim. Bu cümlelerde kendi hayatım gözümün önüne geçmedi değil. Birçok inişli çıkışlı anlar, birçok hareketler, ama pişmanlık mı, hareket olunca pişmanlığa yer bile kalmıyor.

“Okuduğum kitaplardan birinde ‘insan sevgiye hükmeder, ama aşk insana hükmeder’ diye yazılıydı. Şah birincisine, Gülizar Begüm ise ikincisine düçar olmuştu anlaşılan. Kişinin gönülde kendisi olmak sevginin başlangıcı, sevgilide kendisi olmak ise sonu olmalıydı. Birincisi hamlık, ikincisi olgunluk ve pişmeydi çünkü. Kişi sevgiyle varlığını, ama aşk ile hakikatini tanıyordu. Çünkü aşk, kendisinden geçip sevgilideki gerçekliğe ulaşmanın adıydı. Eğer aşık, kendi gerçekliğine sevgilide eriyerek ulaşabiliyorsa ayrılık veya kavuşma, ret veya kabul, karar veya irade, açılma veya kapanma ortadan kalkıyordu. Bu durumda sevgiliden başlayan yollar yine sevgiliye gidiyordu ki galiba aşk dedikleri şey de bu idi.” (sh. 45-46)
Aşk ve sevginin her zaman farklı olduğuna inanmışımdır. Bir çok insanın sevgide buluşabileceğini ama aşk kavramının tamamen farklı olduğuna inanmışımdır. Yukarıdaki cümleler kendi kanaatimi doğrular cümlelerdir. Aşkın sevgiden çok daha üstün olduğuna inanmışımdır. Sevgide hesap yapılır, aşkta hesap kitap yapılmaz.

“Aşk, Kamber can, aşk, tekildir ama sevgi çoğuldur. Aşk, Kamber Can, aşk, bir tek kişiye, sevgi binlerce kişi veya şeye yönelik olur. Ben … seviyorum ama ona âşık değilim.” (sh. 108)
Yukarıda anlatmak istediğimi bir de kitaptaki cümleden izah etmeye çalışmış olduk…

“Gayret et, çalış çabala ve kazandığını iyi muhafaza et, güzel kullan. Düşmana kalırsa kalsın ama dosta muhtaç olma yeter…!” (sh. 128)
Bu da hayatın enteresan gerçeklerinden birisi değil mi. Kitapta Yavuz Sultan Selim’in farsça bir beyitin Türkçeye çevrimi olan bu beyit, bir gerçekliği söyler gibi. İnsan bir kazık yediği anları hatırlasın. Dosttan yedikleri, akrabadan yedikleri, düşmandan yedikleri nazarında kendisini çok daha etkiler, sarsar değil mi.

“Çünkü kendi tebaasının Kızılbaş veya sünni olduğuna değil, devlete baş kaldırıp kaldırmadığına göre işlem yapıyor, devlet menfaatinin zedelendiği yerlerde bunu yapan her kim olursa olsun, ister sünni, ister kızılbaş, ister ermeni, ister kürt, cezalandıracağını buyuruyor ve elbetteki cezalandırıyor. Ona göre bir hükümdar, tebaasını oluşturan bir ermeni veya arap, bir kürt veya gürcü arasında ayrım yapmayacağı gibi sünni veya şii, Hanefi veya maliki arasında da yapmamalıydı. Ayrım, devletin aleyhine çalışanlarla lehine çalışanlar arasında olabilirdi ve aleyhinde olanların şiddetle cezalandırılmaları, habis vücutlarının bir an evvel yeryüzünden kaldırılmaları gerekirdi.” (sh. 146-147)
Osmanlı’nın yıllardır bu anlayışta olduğu bilinen bir gerçek olmakla beraber, Türkiye Cumhuriyeti’ne bu maalesef eksik olarak yansımıştır. Devlet öncellenmiş fakat farklılıkların hakları ihlal edilmiştir.

“Doğru yolda rehberlik eden Hz. Muhammed’e ve Hak dinde ona uyanlara övgüler olsun. Şianın kendi imam ve imanlarından başka imamları ve ilk üç halifenin halifeliğini inkar ettikleri, saygıdeğer adlarla yaşayan Ebubekir, Ömer ve Osman’a açıkça küfrettikleri, Sünni memleketlerinden birçok yere hakim olup zulmettikleri bilinmektedir. Bunlar şeriatı tahkir ediyor ve ona uyanlara sövüyorlar. Yüce Tanrı’nın yasakladığı günahlara helal gözle bakıp Kur’an’ı ve diğer semavi kitapları hakir görüyor ve yakıyorlar. Hette kendi mel’un reislerini tanrı yerine koyup secde ediyor, Allah’ın yüce kitabındaki emirlerini koyup reislerinin helal dediğini helal, haram dediğini haram sayıyorlar. İsmail şarabı helal kılsa, şarap helal oluyor. Küfürlerin her çeşidini onlarda görmek mümkündür. Bize gelen sürekli haberler, onların küfürleriyle birlikte dinden döndüklerini de kuşkuya mahal bırakmayacak şekilde göstermektedir. Bu yüzden onların ülkeleri darulharptir. Erkeklerinin ve kadınlarının nikahları geçersizdir. Kestikleri hayvan murdar olur, yenilmez. Her kim bir mecburiyet bulunmaksızın onlara mahsus olan kırmızı serpuşu başına takarsa bu dahi açıkça inkar ve küfür belirtisidir. İmdi, bunlar hakkında hüküm vermeye gelince, bunlar dinden dönmüşlerdir, ona göre muamele yapılır. Mağlup edilmiş olsalar bile bulundukları yerler darulharp sayılır, her an tetikte durulur. Malları kadınları ve çocukları Müslümanlara helal olur. Erkeklerine gelince, onlar Müslüman olmadıkça öldürülmeleri gerekir.” (sh. 172-173)
Şeyhulislam Ebu Suud Efendi’nin fetvası, İslam noktai nazarında söylenecek bir söz bırakmıyor. İslam, hiçbir zaman bir ırk kardeşliğini ölçü almamıştır. Yani kızılbaş alevilerinin eğer islam ölçüleri içerisinde yer almamaları halinde, türk olmaları bir şey ifade etmez. Aynı şekilde Ermeni olan bir Müslümanın ise ayet nezdinde kardeş hükmü çok açıktır. Her kim ki ölçüyü İslam alırsa, neticesi de o istikamette olur.

“Allah’ın adıyla… Bütün işler Allah’ın tasarrufundadır. Sultanlık da saltanat da kuru birer bahanedir. Allah kullarına iyiyi ve kötüyü peygamberleri vasıtasıyla öğretti. Onların asr-ı saadetlerinde cihan adalet ve doğrulukla parladı. Ondan sonra halk kendi aralarından birini seçip onun idaresinde afat, küfür, bid’at ve dalaletten kurtulalar ve dahi doğru yoldan ayrılanları kılıçla Hak yola getireler. İmdi, sen ki İran’dan çıktın, dindar ve doğru kişileri yoldan çıkartıp o ülkeleri müstevli oldun, pek çok yurtları harap ettin. Yaptıkların bize gizli değildir. Sahabeye küfrettiğin de, yaptığın kötü işler de insanların dillerindedir. Alimlerim senin küfürde olduğuna ve katline fetva verdiler. Ben de buna binaen Müslümanlara yaptığın zulüm ve işkenceleri def etmek üzere atıma bindim, üzerine geliyorum. Gafil olmayasın, ben varmadan mülk ve saltanattan vazgeçip ecdadının tarikat yolunu tutup, tevbe edip gelesin, eşiğimi öpesin. Ben de sana ecdadın usulünce bir tekke yaptırırım, devletimin devamına dua ile meşgul olursun. Senin memleketini de layık olan birine verip onu oralara padişah eylerim. Sonra bilmedim, aldandım demen fayda vermez. Askerimle üstüne yürüyüp başında ateşler yakmak kararımdır. Gelip eşiğimi öpmek senin için iftihardır, bir an evvel dediğimi yapasın, yoksa sonra mazeretini kabul etmem. Eğer bir akılsızlık edip askerimin karşısına çıkmaya kalkacaksan işte meydan! Zulmünü mazlumların üzerinden kaldırıp namını ve nişanını dünyaya gelmemişe döndürmek boynuma borç olsun.” (sh. 176-177)
Burda Sultan Süleyman’ın Çaldıran zaferinden önce Şah İsmail’e yazdığı net mesajlar göze çarpmaktadır. Yanlış bir şey var mı söyleyin Allah aşkına.

“Hamiş: Mektubunla birlikte bize bir tas içinde at pisliği göndermişsin. Buna karşılık sana bir kavanoz bal gönderdim. Ne de olsa herkes karşısındakine kendi yediğinden ikram eder.” (sh. 182)
Yine Yavuz Sultan Selim’in Şah İsmail ile mektuplaşmalarında birbirlerine gönderdikleri taciz hediyeler ile ilgili bu kesit çok ilginç. Yavuz’a gönderilen at pisliği karşısında Yavuz’un bal göndermesi, tam kapak olmuş yani…

“Ve unutma, her şafak, elinde fenerle gelen bir hırsız gibidir, ömürleri çalıp götürür. Uyanık dur.!” (sh. 269)
İşte müthiş bir cümle daha. Defalarca okuyabilirsiniz, düşünebilirsiniz…

“İnsanlar birbirlerine gülüyorlarsa aralarında nefret, birbirleriyle gülüyorlarsa aralarında sevgi çoğalıyordu.” (sh. 296)
Alın size bir kitaptan hayata dair bir gerçek daha.

İskender Pala’nın kitabı yazarken faydalandığı kitaplardan birkaç tanesini de burda paylaşmakda fayda görüyorum:

“Yavuz’un Küpesi”, Erhan Afyoncu
“Gayri Resmi Tarihimiz, Osmanlı Padişahları” Z. Nur Aksun
“Osmanlı’da ve İran’da Mezheb ve Devlet” Taha Akyol
“Kızılbaşlık Nedir” Cemal Bardakçı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder