1. YAZI: "SOYKIRIM"
SERDAR KAYA / TARAF GAZETESİ / 23 - 04 - 2011
Yakın bir geçmişe kadar Türkiye’de hemen hiç kimsenin 1915 hakkında olumlu ya da olumsuz bir fikri yoktu. Bu nedenle, konunun gündeme gelmeye başlaması ile birlikte sergilenen ilk tavır inkâr oldu. Herkes, ilgili iddiaların, dış güçlerin Türkiye’ye tazminat ödetmek için uydurduğu bir yalan olduğundan emin gibiydi. Türkiye’yi bölmek için fırsat kollayan düşmanlarımız, işte yine karşımıza yeni bir oyunla çıkıvermişlerdi...
Zihinsel kırılmalar
İnsan, kafa konforunun bozulmasından hoşlanmayan, bu nedenle de zihnindeki kurulu düzeni bozan gerçeklere tepki gösteren bir varlık. Ancak şu da var ki, gerçekler inkâr edilemeyecek bir aşikârlığa kavuştuğu an, insan zihinsel bir kırılma yaşıyor ve inkârı sürdürmek zorlaşıyor. Dahası, kadim ezberler bir kez bozulduktan sonra bu kırılmayı yenilerinin takip etmesi zor olmuyor.
1915 konusunda da benzeri bir süreç yaşıyoruz. Zira konunun daha gerçekçi bir düzlemde değerlendirilmeye başlanmasıyla birlikte 1915’te gerçekten de bir şeyler yaşandığı artık reddedilemez hale gelince, kamuoyunda inkârın işlevselliği sona erdi ve bunu çeşitli zihinsel kırılmalar takip etti.
İnkâr, ilk başta, yerini üste çıkmak olarak nitelendirilebilecek yeni bir tavra bıraktı. Bu tavra göre, 1915’te Ermenileri öldürmemiştik. Asıl onlar bizi öldürmüştü! Ama şimdi bir de utanmadan soykırıma uğradıklarını iddia ediyorlardı!
Bu söylem, kimi Ermeni çetelerin 1915’in öncesinde ve sonrasında yaptıklarını nazara vermek suretiyle 1915’i yoksaymayı hedefliyordu. Ancak pek çok konunun eskisine oranla çok daha özgür bir şekilde tartışılabilir hale geldiği Türkiye’de, (bir tür şark kurnazlığına karşılık gelen) bu söylemin ömrü uzun olmadı. Zira, bir yandan bizim dışımızda bütün dünyanın zaten başından beri bilmekte olduğu gerçeklerin giderek daha da fazlası gündeme gelmeye devam ederken, diğer yandan da bu gerçeklerin önemli bir kısmının kendi kaynaklarımızda da yer aldığı ortaya çıktı. Yani 1915’te yaşananlar Cumhuriyet’in öncesinde ve ilk yıllarında herkesçe bilinen bir gerçek durumundaydı ve ilgili tartışmalar dönemin (bizim harf inkılâbı nedeniyle artık okuyamadığımız) gazete ve kitaplarında zaten yer alıyordu.
Yeni kırılmalar
Türkiye’de ifade özgürlüğünün genişlemesiyle birlikte ortaya çıkan bu gibi gerçekler, yaşanmakta olan zihinsel kırılmaların önünü almanın artık mümkün olamayacağı anlamına geliyor. Türkiye’de inkârdan sonra üste çıkma tavrının da iflas etmiş olmasının nedeni bu.
Bugün geçmiş bulunduğumuz yeni aşamada sergilediğimiz tavır ise, mazeret üretmek. Şöyle ki, bir milyonu aşkın Osmanlı Ermenisi’nin bütün taşınmazlarına el konarak çoluk çocuk demeden topyekûn yollara çıkarıldığını, çoğunun Suriye’ye varamadan öldü(rüldü)ğünü artık biliyoruz. Ancak bu bilginin ima ettiği gerçeklerle yüzleşmeye henüz hazır değiliz. Bu nedenle de, çeşitli mazeretler üreterek geçmişte yaşananları gerekçelendirme gayretindeyiz. “Soğuktan öldüler”, “Ölenlerin sayısı iddia edilenden az”, “1915’te olanlar Cumhuriyet’i değil Osmanlı’yı ilgilendirir”, “Öldürmeseydik Ruslarla işbirliği yapacaklardı”, “Tehcir var soykırım yok”, “Birinci Dünya Savaşı’nda kim kimi öldürmedi ki”, “Zaten o zamanlar soykırım diye bir suç henüz tanımlanmamıştı ki” gibi birbirleriyle çelişkili (ve aslında hiçbiri soykırımı yadsımayan) argümanlar, mazeret üretme tavrının farklı dışavurumları.
Ancak yaşanmakta olan kırılmaların önünü mazeret üretmek suretiyle alabilmek artık zor. Bu konudaki resmî tezleri savunmakla ünlü bir profesörün bile öldürülen yüzbinler üzerinden kamera önünde rakam pazarlığı yapacak ya da Deyrizor’a giden tehcir yolunun Fırat Nehri kıyısından geçtiğini belirterek sempati toplama ihtiyacı hissedecek bir noktaya gelmiş olması, gerçeklerin artık mazeretlerle de perdelenemeyeceği anlamına geliyor.
Dolayısıyla, bundan bir sonraki aşama, gerçekle yüzleşme aşaması olacak.
----------------
2. YAZI: "SÖZDE DEĞİL, ÖZDE SOYKIRIM" / TARAF GAZETESİ / 1 - 5 - 2011
Sadece 1915’i değil, soykırım kavramının kendisini de yeni yeni öğreniyoruz. Soykırım, etnik temizlik, katliam gibi kavramları keyfî bir şekilde (ve hatta birbirlerinin yerine) kullanıyor olmamızın nedeni bu. Ancak bu kavramların her biri farklı anlamlar ifade ediyor.
Katliam
Katliam, sadece ve sadece, çok sayıda insan öldürme işidir. Örneğin, II. Dünya Savaşı’nda Japonya’ya atılan atom bombaları ile yapılan, çok büyük bir katliamdır. 1999 yılında ABD’nin Colorado eyaletindeki Columbine Lisesi’nin iki öğrencisinin 11 öğrenci ve bir öğretmeni öldürmeleri ise, küçük bir katliamdır.
Etnik temizlik ve soykırım ise, belli bir kimliği taşıyan insanları bilinçli bir şekilde hedef almayı ifade etmesi itibariyle katliamdan farklıdır.
Etnik temizlik
Etnik temizlik, belli bir kimliği taşıyan insanların herhangi bir coğrafi bölgedeki varlıklarını sona erdirmektir. Ancak bu sona erdirme işinin öldürmek suretiyle gerçekleştirilmesi şart değildir. Söz konusu kitleyi zorunlu göçe tabi tutmak ya da sınır dışı etmek gibi yöntemlerle de etnik temizlik yapılabilir. Bir başka deyişle, bir kişinin dahi burnunun kanamadığı etnik temizlikler de mümkündür. Dolayısıyla, kimi etnik temizlikler aynı zamanda katliamdır, ama her etnik temizlik katliam olmak zorunda değildir.
Soykırım
Birleşmiş Milletler’in Türkiye medyasında sıklıkla referansta bulunulan (ancak nadiren yer verilen) soykırım tanımı şöyle:
“Soykırım, aşağıdaki eylemlerden herhangi birinin, milli, etnik, ırki ya da dinî bir grubu tamamen ya da kısmen yok etme niyetiyle gerçekleştirilmesidir:
(1) grubun üyelerini öldürmek,
(2) grubun üyelerinin ciddi derecede fiziksel ya da zihinsel zarar görmelerine neden olmak,
(3) grubu kısmen ya da tamamen fiziksel bir tahribe uğratacağı hesap edilen hayat şartlarına maruz bırakmak,
(4) grup içerisinde doğumları engellemeye yönelik uygulamaları yürürlüğe koymak,
(5) grubun çocuklarını zorla bir başka gruba transfer etmek.”
Bu tanıma göre, soykırımın en belirgin ayırt edici özelliği, herhangi bir kimliği taşıyanları “tamamen ya da kısmen yok etme niyeti”dir. Dahası, bu yok etme işinin katliam yolu ile gerçekleştirilmesi şart değildir. Söz konusu grubu ortadan kaldıracak (doğum engelleme, çocuk transferi gibi) yöntemler kullanmak suretiyle, tek bir kişiyi dahi öldürmeden de soykırım yapılabilir. Çünkü, soykırımda aslolan katliam değil, herhangi bir grubu yeryüzünden (kısmen ya da tamamen) silme girişimidir.
Bütün bunları toparlayacak olursak: Her soykırım aynı zamanda bir etnik temizliktir, ama her etnik temizlik soykırım değildir. Kimi soykırımlar aynı zamanda katliamdır, ama her soykırım katliam değildir. Dolayısıyla, katliam, etnik temizlik ve soykırım, kimi kesişim kümelerine sahip olan üç müstakil olaydır.
1915 bir soykırım mıydı?
Ermeni tehciri sadece zorunlu göçe dayalı bir etnik temizlikten ibaret değil. Gemilere doldurulup Karadeniz açıklarında sulara atılan Ermeni ailelerin varlığı, ölüm yürüyüşünün Anadolu’nun pek çok yerinde sistemli olarak “kesinti”ye uğratılması, kilit görevlerdeki kimi İttihatçıların Doğu’daki katliam, tecavüz ve gasplara zemin hazırlaması gibi olaylar, planlı bir “yok etme niyeti”ne işaret ediyor.
Birleşmiş Milletler’in soykırım tanımında yer alan beş maddenin her biri, bir olayı soykırım olarak nitelendirebilmek için tek başına yeter-şart teşkil eder. Bu noktada, tanımdaki birinci ve ikinci maddelerin tek başlarına 1915’i bir soykırım olarak nitelendirebilmeyi mümkün kıldıkları görülebilir. Ancak burada asıl ilginç olan, üçüncü maddedir. Çünkü, üçüncü madde, 1915’in tek cümlelik bir özeti gibidir. Bunun nedeni ise, bu maddenin bir bakıma gerçekten de 1915’i anlatıyor olmasıdır!
Şöyle ki, soykırım kavramını ilk kez ortaya atan Raphael Lemkin adlı hukukçu, hem 1915 tehcirinden hem de 1933 yılında Kuzey Irak’ta gerçekleşen Süryani katliamından etkilenerek insanlık suçları üzerinde çalışmaya başlamış ve soykırım kavramı bu çalışmalar neticesinde ortaya çıkmıştı. Bu, şu anlamada geliyor: Türkiye’de “1915 bir soykırım mıdır?” diye tartışan bizler, aslında kendisine bakılarak soykırım kavramının tanımlandığı bir hadisenin soykırım olup olmadığını tartışıyoruz. Daha da kötüsü, vaziyetimizin bu olduğunu dahi bilmeyecek kadar cahiliz.
30 puanlık uzman sorusu: Bu bilgiler ışığında; 1937-38 Dersim Harekâtı esnasında yapılanlar katliam mıdır, etnik temizlik midir, soykırım mıdır? (Soruyu cevaplandırmak, üniversitemizin bütün öğrencileri için mecburi, diğer herkes için opsiyoneldir!)
------------
3. YAZI "SOYKIRIMLA YÜZLEŞMEK" / TARAF / 8 - 5 - 2011
Bir tartışmayı değerli kılan, dile getirilen argümanların (birbirlerine karşıt da olsalar) bilgiye dayalı ve tutarlı olmalarıdır. 1937-38 Dersim hadiselerinin bir soykırım olup olmadığına dair bir tartışma izlediğimizi farz edelim... Böyle bir tartışmada, taraflardan biri, Dersim’de çocuk-kadın-yaşlı demeden toplu imha emri verildiğini, sağ kalan çocukların ise transfer edilerek Türklüğe asimile edildiğini hatırlatarak, yaşananların bir soykırım olduğunu öne sürebilir. Bir başkası ise, dönemin tek parti idaresinin Dersimlileri imha “niyet”inin merkezî otoriteyi tanımamalarından ileri geldiğini, Kürt-Alevi kimliğinin konu ile ilgisi olmadığını, dolayısıyla aynı tavrı Türk bir grubun sergilemesi durumunda da Mustafa Kemal’in izleyeceği politikanın yine pekâlâ katliam olabileceğini, bu nedenle de yaşananları soykırım olarak nitelendirmenin yanlış olduğunu iddia edebilir.
Böyle bir tartışma, makul bir zemine oturur. Ancak bir de, herhangi bir katkıda bulunmak şöyle dursun, cehalet izharından başka bir işlevi olmayan argümanlar var. 1915 söz konusu olduğunda Türkiye’de öne sürülen argümanların büyük bir çoğunluğu ne yazık ki bu minvalde:
Argüman: “I. Dünya Savaşı’nda kim kimi öldürmedi ki...”
Evet, doğru. Ancak bu, 1915’in bir soykırım olduğu ya da olmadığı anlamına gelmiyor. Hatta “II. Dünya Savaşı’nda kim kimi öldürmedi ki” de denebilir. Ama buradan hareketle bir Yahudi soykırımının yaşanmadığı sonucuna varılamaz. Ayrıca, (tıpkı Almanya örneğinde olduğu gibi) Osmanlı Devleti Ermenilerle savaşta değildi. Zira Ermeniler zaten Osmanlı vatandaşıydı. Türkiye halkı yeni yeni fark ediyor olsa da, diaspora ve Ermenistan Ermenileri Ermenistanlı değil, ekseriyetle Doğu Anadolulu. Dünyanın farklı yerlerinde Mersinli ya da Sivaslı Ermenilerin bulunmasının nedeni bu. Yani “diaspora” diye zihinlerimizde kötücülleştirdiğimiz insanlar, aslında eski hemşehrilerimiz oluyorlar!
Argüman: “Zaten o zamanlar soykırım diye bir suç henüz tanımlanmamıştı ki”
Doğru. Soykırımın bir suç olarak tanınması 1946 yılında oldu. Ama bu, 1945’e dek öldürülen Yahudilerin soykırım mağduru oldukları gerçeğini değiştirmiyor. İlgili soykırımın sorumluları ise, spesifik olarak soykırımdan olmasa da, insanlığa karşı işledikleri suçlardan hüküm giydiler. Ayrıca, dikkat edilirse, bu argüman soykırımı yadsımıyor. (Soykırım itirafı barındıran diğer popüler argümanlara örnek olarak “Öldürmeseydik Ruslarla işbirliği yapacaklardı” ve “Kabul edersek tazminat isterler” sayılabilir.)
Argüman: “Soğuktan öldüler”
Doğru, soğuktan öldüler. Ama sadece soğuktan ölmediler. Mesela açlıktan, susuzluktan da öldüler. Yolları üzerindeki köylerde rastladıkları fırsatçı ahaliye bir yudum su için kollarındaki bilezikleri vermek zorunda kaldıkları da oldu. Ama maruz kaldıkları gaspları, tecavüzleri, katliamları bir kenara bırakarak sormak gerekli: Bu ölüm yolculuğuna kendi istekleriyle mi çıkmışlardı? Yoksa “grubu kısmen ya da tamamen fiziksel bir tahribe uğratacağı hesap edilen hayat şartlarına” mı maruz bırakılmışlardı?
Argüman: “Onlar da bizi öldürdü”
Doğru değil. Doğrusu, “Bazı Ermeniler çok sayıda Türk ve Kürt öldürdü” şeklinde olmalı. Tıpkı bazı Türk ve Kürtlerin çok sayıda Ermeni öldürdükleri gibi... “Biz” ya da “onlar” şeklindeki genelleyici kategoriler, 1915’te İttihatçılarla işbirliği yapmak suretiyle tehcirden muafiyet kazanan Ermenileri ya da tehcir edilen Ermenileri evinde saklayarak ölümden kurtaran Türk ve Kürtleri gözardı eder. Ama bu argümanın asıl problemi, Ermeni çetelerin kimi yerlerde dehşet saçmış olmalarından hareketle onlarla aynı kimliği taşıyan herkesi tehcir etmeyi (ve fazlasını) mazur gösteriyor olmasıdır.
Argüman: “Ölenlerin sayısı iddia edilenden az”
Bir milyon değil de 200.000 insan ölmüş olsa, 1915’te yapılanlar daha mı kabul edilir olacak? Ya da, bir milyon Ermeni öldürseydik ama üç milyon öldürdüğümüz iddia edilseydi, o zaman da “Hayır! Sadece bir milyon Ermeni’nin ölümüne neden olduk!” diyerek mi kendimizi savunacaktık? Kaldı ki, bir olayı soykırım olarak nitelendirilebilmek için belli sayıda ya da oranda insan katledilmesi gerekmiyor. (“Soykırım yaptıysak neden hâlâ etrafta Ermeniler var?” argümanı da benzeri bir hata içeriyor.)
Argüman: “1915’te olanlar Cumhuriyet’i değil Osmanlı’yı ilgilendirir”
1923, başkaları için, M.E.B. sisteminde talim ve terbiye edilmiş olanlara göründüğü kadar büyük ve önemli bir milat olmayabilir. (Bu miladı, 4000 yıllık ordu ya da 166 yıllık polis teşkilatı ile övünürken bir anda unutuveriyor olmak ise, ayrı bir tutarsızlık.)
Düşünce egzersizleri
1. Yükselen milliyetçilikle birlikte Balkanları kaybedeceğini sezen Osmanlı Devleti’nin, 1910 yılında o bölgede 1915 ayarında bir “tehcir” politikası uyguladığını ve bu sayede bugünkü sınırlarımızın Macaristan’a kadar uzanabildiğini düşünelim... Böyle bir şeyi tercih eder miydik?
2. Bugün “Bir milyonu aşkın Ermeni’nin malına mülküne el koymak, ailesini parçalamak ya da canını almaktansa, Doğu Anadolu’da bağımsızlıklarını ilan etmelerini tercih ederdik” diyebilmek bizim için ne kadar kolaydır?
Asıl sorular bunlardır.
Yunus Emre edebiyatı yapmak kolay, bu gibi soruların içerdiği imalarla yüzleşmek zordur.
SERDAR KAYA / TARAF GAZETESİ / 23 - 04 - 2011
Yakın bir geçmişe kadar Türkiye’de hemen hiç kimsenin 1915 hakkında olumlu ya da olumsuz bir fikri yoktu. Bu nedenle, konunun gündeme gelmeye başlaması ile birlikte sergilenen ilk tavır inkâr oldu. Herkes, ilgili iddiaların, dış güçlerin Türkiye’ye tazminat ödetmek için uydurduğu bir yalan olduğundan emin gibiydi. Türkiye’yi bölmek için fırsat kollayan düşmanlarımız, işte yine karşımıza yeni bir oyunla çıkıvermişlerdi...
Zihinsel kırılmalar
İnsan, kafa konforunun bozulmasından hoşlanmayan, bu nedenle de zihnindeki kurulu düzeni bozan gerçeklere tepki gösteren bir varlık. Ancak şu da var ki, gerçekler inkâr edilemeyecek bir aşikârlığa kavuştuğu an, insan zihinsel bir kırılma yaşıyor ve inkârı sürdürmek zorlaşıyor. Dahası, kadim ezberler bir kez bozulduktan sonra bu kırılmayı yenilerinin takip etmesi zor olmuyor.
1915 konusunda da benzeri bir süreç yaşıyoruz. Zira konunun daha gerçekçi bir düzlemde değerlendirilmeye başlanmasıyla birlikte 1915’te gerçekten de bir şeyler yaşandığı artık reddedilemez hale gelince, kamuoyunda inkârın işlevselliği sona erdi ve bunu çeşitli zihinsel kırılmalar takip etti.
İnkâr, ilk başta, yerini üste çıkmak olarak nitelendirilebilecek yeni bir tavra bıraktı. Bu tavra göre, 1915’te Ermenileri öldürmemiştik. Asıl onlar bizi öldürmüştü! Ama şimdi bir de utanmadan soykırıma uğradıklarını iddia ediyorlardı!
Bu söylem, kimi Ermeni çetelerin 1915’in öncesinde ve sonrasında yaptıklarını nazara vermek suretiyle 1915’i yoksaymayı hedefliyordu. Ancak pek çok konunun eskisine oranla çok daha özgür bir şekilde tartışılabilir hale geldiği Türkiye’de, (bir tür şark kurnazlığına karşılık gelen) bu söylemin ömrü uzun olmadı. Zira, bir yandan bizim dışımızda bütün dünyanın zaten başından beri bilmekte olduğu gerçeklerin giderek daha da fazlası gündeme gelmeye devam ederken, diğer yandan da bu gerçeklerin önemli bir kısmının kendi kaynaklarımızda da yer aldığı ortaya çıktı. Yani 1915’te yaşananlar Cumhuriyet’in öncesinde ve ilk yıllarında herkesçe bilinen bir gerçek durumundaydı ve ilgili tartışmalar dönemin (bizim harf inkılâbı nedeniyle artık okuyamadığımız) gazete ve kitaplarında zaten yer alıyordu.
Yeni kırılmalar
Türkiye’de ifade özgürlüğünün genişlemesiyle birlikte ortaya çıkan bu gibi gerçekler, yaşanmakta olan zihinsel kırılmaların önünü almanın artık mümkün olamayacağı anlamına geliyor. Türkiye’de inkârdan sonra üste çıkma tavrının da iflas etmiş olmasının nedeni bu.
Bugün geçmiş bulunduğumuz yeni aşamada sergilediğimiz tavır ise, mazeret üretmek. Şöyle ki, bir milyonu aşkın Osmanlı Ermenisi’nin bütün taşınmazlarına el konarak çoluk çocuk demeden topyekûn yollara çıkarıldığını, çoğunun Suriye’ye varamadan öldü(rüldü)ğünü artık biliyoruz. Ancak bu bilginin ima ettiği gerçeklerle yüzleşmeye henüz hazır değiliz. Bu nedenle de, çeşitli mazeretler üreterek geçmişte yaşananları gerekçelendirme gayretindeyiz. “Soğuktan öldüler”, “Ölenlerin sayısı iddia edilenden az”, “1915’te olanlar Cumhuriyet’i değil Osmanlı’yı ilgilendirir”, “Öldürmeseydik Ruslarla işbirliği yapacaklardı”, “Tehcir var soykırım yok”, “Birinci Dünya Savaşı’nda kim kimi öldürmedi ki”, “Zaten o zamanlar soykırım diye bir suç henüz tanımlanmamıştı ki” gibi birbirleriyle çelişkili (ve aslında hiçbiri soykırımı yadsımayan) argümanlar, mazeret üretme tavrının farklı dışavurumları.
Ancak yaşanmakta olan kırılmaların önünü mazeret üretmek suretiyle alabilmek artık zor. Bu konudaki resmî tezleri savunmakla ünlü bir profesörün bile öldürülen yüzbinler üzerinden kamera önünde rakam pazarlığı yapacak ya da Deyrizor’a giden tehcir yolunun Fırat Nehri kıyısından geçtiğini belirterek sempati toplama ihtiyacı hissedecek bir noktaya gelmiş olması, gerçeklerin artık mazeretlerle de perdelenemeyeceği anlamına geliyor.
Dolayısıyla, bundan bir sonraki aşama, gerçekle yüzleşme aşaması olacak.
----------------
2. YAZI: "SÖZDE DEĞİL, ÖZDE SOYKIRIM" / TARAF GAZETESİ / 1 - 5 - 2011
Sadece 1915’i değil, soykırım kavramının kendisini de yeni yeni öğreniyoruz. Soykırım, etnik temizlik, katliam gibi kavramları keyfî bir şekilde (ve hatta birbirlerinin yerine) kullanıyor olmamızın nedeni bu. Ancak bu kavramların her biri farklı anlamlar ifade ediyor.
Katliam
Katliam, sadece ve sadece, çok sayıda insan öldürme işidir. Örneğin, II. Dünya Savaşı’nda Japonya’ya atılan atom bombaları ile yapılan, çok büyük bir katliamdır. 1999 yılında ABD’nin Colorado eyaletindeki Columbine Lisesi’nin iki öğrencisinin 11 öğrenci ve bir öğretmeni öldürmeleri ise, küçük bir katliamdır.
Etnik temizlik ve soykırım ise, belli bir kimliği taşıyan insanları bilinçli bir şekilde hedef almayı ifade etmesi itibariyle katliamdan farklıdır.
Etnik temizlik
Etnik temizlik, belli bir kimliği taşıyan insanların herhangi bir coğrafi bölgedeki varlıklarını sona erdirmektir. Ancak bu sona erdirme işinin öldürmek suretiyle gerçekleştirilmesi şart değildir. Söz konusu kitleyi zorunlu göçe tabi tutmak ya da sınır dışı etmek gibi yöntemlerle de etnik temizlik yapılabilir. Bir başka deyişle, bir kişinin dahi burnunun kanamadığı etnik temizlikler de mümkündür. Dolayısıyla, kimi etnik temizlikler aynı zamanda katliamdır, ama her etnik temizlik katliam olmak zorunda değildir.
Soykırım
Birleşmiş Milletler’in Türkiye medyasında sıklıkla referansta bulunulan (ancak nadiren yer verilen) soykırım tanımı şöyle:
“Soykırım, aşağıdaki eylemlerden herhangi birinin, milli, etnik, ırki ya da dinî bir grubu tamamen ya da kısmen yok etme niyetiyle gerçekleştirilmesidir:
(1) grubun üyelerini öldürmek,
(2) grubun üyelerinin ciddi derecede fiziksel ya da zihinsel zarar görmelerine neden olmak,
(3) grubu kısmen ya da tamamen fiziksel bir tahribe uğratacağı hesap edilen hayat şartlarına maruz bırakmak,
(4) grup içerisinde doğumları engellemeye yönelik uygulamaları yürürlüğe koymak,
(5) grubun çocuklarını zorla bir başka gruba transfer etmek.”
Bu tanıma göre, soykırımın en belirgin ayırt edici özelliği, herhangi bir kimliği taşıyanları “tamamen ya da kısmen yok etme niyeti”dir. Dahası, bu yok etme işinin katliam yolu ile gerçekleştirilmesi şart değildir. Söz konusu grubu ortadan kaldıracak (doğum engelleme, çocuk transferi gibi) yöntemler kullanmak suretiyle, tek bir kişiyi dahi öldürmeden de soykırım yapılabilir. Çünkü, soykırımda aslolan katliam değil, herhangi bir grubu yeryüzünden (kısmen ya da tamamen) silme girişimidir.
Bütün bunları toparlayacak olursak: Her soykırım aynı zamanda bir etnik temizliktir, ama her etnik temizlik soykırım değildir. Kimi soykırımlar aynı zamanda katliamdır, ama her soykırım katliam değildir. Dolayısıyla, katliam, etnik temizlik ve soykırım, kimi kesişim kümelerine sahip olan üç müstakil olaydır.
1915 bir soykırım mıydı?
Ermeni tehciri sadece zorunlu göçe dayalı bir etnik temizlikten ibaret değil. Gemilere doldurulup Karadeniz açıklarında sulara atılan Ermeni ailelerin varlığı, ölüm yürüyüşünün Anadolu’nun pek çok yerinde sistemli olarak “kesinti”ye uğratılması, kilit görevlerdeki kimi İttihatçıların Doğu’daki katliam, tecavüz ve gasplara zemin hazırlaması gibi olaylar, planlı bir “yok etme niyeti”ne işaret ediyor.
Birleşmiş Milletler’in soykırım tanımında yer alan beş maddenin her biri, bir olayı soykırım olarak nitelendirebilmek için tek başına yeter-şart teşkil eder. Bu noktada, tanımdaki birinci ve ikinci maddelerin tek başlarına 1915’i bir soykırım olarak nitelendirebilmeyi mümkün kıldıkları görülebilir. Ancak burada asıl ilginç olan, üçüncü maddedir. Çünkü, üçüncü madde, 1915’in tek cümlelik bir özeti gibidir. Bunun nedeni ise, bu maddenin bir bakıma gerçekten de 1915’i anlatıyor olmasıdır!
Şöyle ki, soykırım kavramını ilk kez ortaya atan Raphael Lemkin adlı hukukçu, hem 1915 tehcirinden hem de 1933 yılında Kuzey Irak’ta gerçekleşen Süryani katliamından etkilenerek insanlık suçları üzerinde çalışmaya başlamış ve soykırım kavramı bu çalışmalar neticesinde ortaya çıkmıştı. Bu, şu anlamada geliyor: Türkiye’de “1915 bir soykırım mıdır?” diye tartışan bizler, aslında kendisine bakılarak soykırım kavramının tanımlandığı bir hadisenin soykırım olup olmadığını tartışıyoruz. Daha da kötüsü, vaziyetimizin bu olduğunu dahi bilmeyecek kadar cahiliz.
30 puanlık uzman sorusu: Bu bilgiler ışığında; 1937-38 Dersim Harekâtı esnasında yapılanlar katliam mıdır, etnik temizlik midir, soykırım mıdır? (Soruyu cevaplandırmak, üniversitemizin bütün öğrencileri için mecburi, diğer herkes için opsiyoneldir!)
------------
3. YAZI "SOYKIRIMLA YÜZLEŞMEK" / TARAF / 8 - 5 - 2011
Bir tartışmayı değerli kılan, dile getirilen argümanların (birbirlerine karşıt da olsalar) bilgiye dayalı ve tutarlı olmalarıdır. 1937-38 Dersim hadiselerinin bir soykırım olup olmadığına dair bir tartışma izlediğimizi farz edelim... Böyle bir tartışmada, taraflardan biri, Dersim’de çocuk-kadın-yaşlı demeden toplu imha emri verildiğini, sağ kalan çocukların ise transfer edilerek Türklüğe asimile edildiğini hatırlatarak, yaşananların bir soykırım olduğunu öne sürebilir. Bir başkası ise, dönemin tek parti idaresinin Dersimlileri imha “niyet”inin merkezî otoriteyi tanımamalarından ileri geldiğini, Kürt-Alevi kimliğinin konu ile ilgisi olmadığını, dolayısıyla aynı tavrı Türk bir grubun sergilemesi durumunda da Mustafa Kemal’in izleyeceği politikanın yine pekâlâ katliam olabileceğini, bu nedenle de yaşananları soykırım olarak nitelendirmenin yanlış olduğunu iddia edebilir.
Böyle bir tartışma, makul bir zemine oturur. Ancak bir de, herhangi bir katkıda bulunmak şöyle dursun, cehalet izharından başka bir işlevi olmayan argümanlar var. 1915 söz konusu olduğunda Türkiye’de öne sürülen argümanların büyük bir çoğunluğu ne yazık ki bu minvalde:
Argüman: “I. Dünya Savaşı’nda kim kimi öldürmedi ki...”
Evet, doğru. Ancak bu, 1915’in bir soykırım olduğu ya da olmadığı anlamına gelmiyor. Hatta “II. Dünya Savaşı’nda kim kimi öldürmedi ki” de denebilir. Ama buradan hareketle bir Yahudi soykırımının yaşanmadığı sonucuna varılamaz. Ayrıca, (tıpkı Almanya örneğinde olduğu gibi) Osmanlı Devleti Ermenilerle savaşta değildi. Zira Ermeniler zaten Osmanlı vatandaşıydı. Türkiye halkı yeni yeni fark ediyor olsa da, diaspora ve Ermenistan Ermenileri Ermenistanlı değil, ekseriyetle Doğu Anadolulu. Dünyanın farklı yerlerinde Mersinli ya da Sivaslı Ermenilerin bulunmasının nedeni bu. Yani “diaspora” diye zihinlerimizde kötücülleştirdiğimiz insanlar, aslında eski hemşehrilerimiz oluyorlar!
Argüman: “Zaten o zamanlar soykırım diye bir suç henüz tanımlanmamıştı ki”
Doğru. Soykırımın bir suç olarak tanınması 1946 yılında oldu. Ama bu, 1945’e dek öldürülen Yahudilerin soykırım mağduru oldukları gerçeğini değiştirmiyor. İlgili soykırımın sorumluları ise, spesifik olarak soykırımdan olmasa da, insanlığa karşı işledikleri suçlardan hüküm giydiler. Ayrıca, dikkat edilirse, bu argüman soykırımı yadsımıyor. (Soykırım itirafı barındıran diğer popüler argümanlara örnek olarak “Öldürmeseydik Ruslarla işbirliği yapacaklardı” ve “Kabul edersek tazminat isterler” sayılabilir.)
Argüman: “Soğuktan öldüler”
Doğru, soğuktan öldüler. Ama sadece soğuktan ölmediler. Mesela açlıktan, susuzluktan da öldüler. Yolları üzerindeki köylerde rastladıkları fırsatçı ahaliye bir yudum su için kollarındaki bilezikleri vermek zorunda kaldıkları da oldu. Ama maruz kaldıkları gaspları, tecavüzleri, katliamları bir kenara bırakarak sormak gerekli: Bu ölüm yolculuğuna kendi istekleriyle mi çıkmışlardı? Yoksa “grubu kısmen ya da tamamen fiziksel bir tahribe uğratacağı hesap edilen hayat şartlarına” mı maruz bırakılmışlardı?
Argüman: “Onlar da bizi öldürdü”
Doğru değil. Doğrusu, “Bazı Ermeniler çok sayıda Türk ve Kürt öldürdü” şeklinde olmalı. Tıpkı bazı Türk ve Kürtlerin çok sayıda Ermeni öldürdükleri gibi... “Biz” ya da “onlar” şeklindeki genelleyici kategoriler, 1915’te İttihatçılarla işbirliği yapmak suretiyle tehcirden muafiyet kazanan Ermenileri ya da tehcir edilen Ermenileri evinde saklayarak ölümden kurtaran Türk ve Kürtleri gözardı eder. Ama bu argümanın asıl problemi, Ermeni çetelerin kimi yerlerde dehşet saçmış olmalarından hareketle onlarla aynı kimliği taşıyan herkesi tehcir etmeyi (ve fazlasını) mazur gösteriyor olmasıdır.
Argüman: “Ölenlerin sayısı iddia edilenden az”
Bir milyon değil de 200.000 insan ölmüş olsa, 1915’te yapılanlar daha mı kabul edilir olacak? Ya da, bir milyon Ermeni öldürseydik ama üç milyon öldürdüğümüz iddia edilseydi, o zaman da “Hayır! Sadece bir milyon Ermeni’nin ölümüne neden olduk!” diyerek mi kendimizi savunacaktık? Kaldı ki, bir olayı soykırım olarak nitelendirilebilmek için belli sayıda ya da oranda insan katledilmesi gerekmiyor. (“Soykırım yaptıysak neden hâlâ etrafta Ermeniler var?” argümanı da benzeri bir hata içeriyor.)
Argüman: “1915’te olanlar Cumhuriyet’i değil Osmanlı’yı ilgilendirir”
1923, başkaları için, M.E.B. sisteminde talim ve terbiye edilmiş olanlara göründüğü kadar büyük ve önemli bir milat olmayabilir. (Bu miladı, 4000 yıllık ordu ya da 166 yıllık polis teşkilatı ile övünürken bir anda unutuveriyor olmak ise, ayrı bir tutarsızlık.)
Düşünce egzersizleri
1. Yükselen milliyetçilikle birlikte Balkanları kaybedeceğini sezen Osmanlı Devleti’nin, 1910 yılında o bölgede 1915 ayarında bir “tehcir” politikası uyguladığını ve bu sayede bugünkü sınırlarımızın Macaristan’a kadar uzanabildiğini düşünelim... Böyle bir şeyi tercih eder miydik?
2. Bugün “Bir milyonu aşkın Ermeni’nin malına mülküne el koymak, ailesini parçalamak ya da canını almaktansa, Doğu Anadolu’da bağımsızlıklarını ilan etmelerini tercih ederdik” diyebilmek bizim için ne kadar kolaydır?
Asıl sorular bunlardır.
Yunus Emre edebiyatı yapmak kolay, bu gibi soruların içerdiği imalarla yüzleşmek zordur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder