TARİH DEFTERİ 29.05.2011
Ayşe Hür
Atatürk mü, İnönü mü, Bayar mı sorumlu
Ayşe Hür
Atatürk mü, İnönü mü, Bayar mı sorumlu
Gazetelerden okumuş olabilirsiniz, 26 Mayıs 2011 günü Brüksel’de, Avrupa Parlamentosu’nda (AP) “74. Yılında Dersim 38 Gerçeği ile Tarih, Siyaset ve Hukuk Üçgeninde Yüzleşme” başlıklı bir toplantı yapıldı. Toplantıda konuşma yapan Avrupalı ve Türkiyeli siyasetçi, gazeteci, hukukçu ve bilim insanları arasında ben de vardım. Bu toplantının ruhuna uygun olarak, bu hafta bundan 74 yıl önce Dersim’de yaşananları bir kez daha hatırlatmak istiyorum.
Bilindiği gibi bugün Tunceli, Bingöl, Erzincan, Elazığ’ı da içine alan bölgenin adı bir zamanlar Dersim’di. Osmanlı belgelerinde bölgedeki aşiretlerden genel olarak “Dirsimli” veya “Dujik/Duşik” aşiretleri olarak söz edilir ve hepsi “Ekrâd (Kürtler) taifesinden” olarak sınıflandırılırdı. Dersim Sancağı 1847 yılında Erzurum Vilayeti’ne, 1859’da Harput Vilayeti’ne bağlanmıştı. Bu tarihten sonra bazen sancak, bazen vilayet, bazen mutasarrıflık olan Dersim merkezin bir türlü hâkim olamadığı bölgelerden biriydi.
Paşa raporları
Osmanlı dönemindeki ilk “Dersim Raporu” 1896 yılında hazırlandı. Bunu başka raporlar izledi. Hemen hepsi askerî komutan ya da paşalar tarafından kaleme alınan raporların ortak noktası, Dersimlilerin “vahşiler, ilkeller, cahiller, eşkıyalar, ikiyüzlüler” gibi aşağılayıcı bir dille ele alınmasıydı. Devlet için Dersimli demek kanun tanımaz, asi, otorite düşmanı, başına buyruk kişiler demekti. Devlet vergi ve asker vermekten kaçınan, merkezin atadığı memurları dinlemeyen Dersimlileri yola getirmek için nadiren ikna ve nasihati, çoğunlukla zoru seçti. Dersim’e 108 kez sefer yapıldığını söyleyen Türkçü Osmanlı aydınlarından Naşit Hakkı (Uluğ) sonucu şu veciz sözle özetlemişti: “Devlet Dersim’e sefer etmiş ama zafer eyleyememiştir!”
Dersim çıbanbaşıdır
Ama Cumhuriyet döneminin modernleşmeci kadroları, bu durumu en kısa zamanda, en az maliyetle ve en radikal biçimde halletmeye kararlıydılar. Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey, Şubat 1926’da hükümete sunduğu raporda şöyle demişti: “Dersim, Cumhuriyet hükümeti için bir çıbanbaşıdır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak ve elim ihtimalleri önlemek, memleket selameti için mutlaka lazımdır.”
1931’de Birinci Umumi Müfettişi İbrahim Tali (Öngören) izlenecek yöntemi şöyle açıklamıştı: “A) Bütün Dersim’in hariçle münasebetini kat ederek (keserek) taarruzlarına ve ticaretlerine mani olmak, aç kalacak halkı zamanla kendiliğinden ilticaya icbar etmek (zorlamak) ve şu suretle Dersimi fenalardan tahliye. B) Her tarafı esaslı surette kapadıktan sonra ihata çemberini tedricen darlaştırmak ve fenalıklardan dolayı yakalananları derhal Dersim’den çıkarak Garba atmak ve serpiştirmek.”
Bilindiği gibi bugün Tunceli, Bingöl, Erzincan, Elazığ’ı da içine alan bölgenin adı bir zamanlar Dersim’di. Osmanlı belgelerinde bölgedeki aşiretlerden genel olarak “Dirsimli” veya “Dujik/Duşik” aşiretleri olarak söz edilir ve hepsi “Ekrâd (Kürtler) taifesinden” olarak sınıflandırılırdı. Dersim Sancağı 1847 yılında Erzurum Vilayeti’ne, 1859’da Harput Vilayeti’ne bağlanmıştı. Bu tarihten sonra bazen sancak, bazen vilayet, bazen mutasarrıflık olan Dersim merkezin bir türlü hâkim olamadığı bölgelerden biriydi.
Paşa raporları
Osmanlı dönemindeki ilk “Dersim Raporu” 1896 yılında hazırlandı. Bunu başka raporlar izledi. Hemen hepsi askerî komutan ya da paşalar tarafından kaleme alınan raporların ortak noktası, Dersimlilerin “vahşiler, ilkeller, cahiller, eşkıyalar, ikiyüzlüler” gibi aşağılayıcı bir dille ele alınmasıydı. Devlet için Dersimli demek kanun tanımaz, asi, otorite düşmanı, başına buyruk kişiler demekti. Devlet vergi ve asker vermekten kaçınan, merkezin atadığı memurları dinlemeyen Dersimlileri yola getirmek için nadiren ikna ve nasihati, çoğunlukla zoru seçti. Dersim’e 108 kez sefer yapıldığını söyleyen Türkçü Osmanlı aydınlarından Naşit Hakkı (Uluğ) sonucu şu veciz sözle özetlemişti: “Devlet Dersim’e sefer etmiş ama zafer eyleyememiştir!”
Dersim çıbanbaşıdır
Ama Cumhuriyet döneminin modernleşmeci kadroları, bu durumu en kısa zamanda, en az maliyetle ve en radikal biçimde halletmeye kararlıydılar. Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey, Şubat 1926’da hükümete sunduğu raporda şöyle demişti: “Dersim, Cumhuriyet hükümeti için bir çıbanbaşıdır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak ve elim ihtimalleri önlemek, memleket selameti için mutlaka lazımdır.”
1931’de Birinci Umumi Müfettişi İbrahim Tali (Öngören) izlenecek yöntemi şöyle açıklamıştı: “A) Bütün Dersim’in hariçle münasebetini kat ederek (keserek) taarruzlarına ve ticaretlerine mani olmak, aç kalacak halkı zamanla kendiliğinden ilticaya icbar etmek (zorlamak) ve şu suretle Dersimi fenalardan tahliye. B) Her tarafı esaslı surette kapadıktan sonra ihata çemberini tedricen darlaştırmak ve fenalıklardan dolayı yakalananları derhal Dersim’den çıkarak Garba atmak ve serpiştirmek.”
Okşamakla olmaz!
Erkânı Harbiye Reisi Mareşal Fevzi (Çakmak) Paşa’ya verilen raporda ise açık konuşulmuştu: “Dersimli okşanmakla kazanılmaz. Silahlı Kuvvetler’in müdahalesi Dersimliye daha çok tesir yapar ve ıslahın esasını teşkil eder. Dersim evvela koloni gibi nazarıitibara alınmalı. Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra ve tedricen öz Türk hukukuna mazhar kılınmalıdır.” Fevzi Paşa, Dersim’e karakol değil okul açılmasını önerenlere “Biz bunların cahilleriyle baş edemezken okumuşlarıyla hiç edemeyiz” diye karşı çıkan kişiydi.
Nitekim önce 14 Haziran 1934’te Türkiye’yi etnisite esasına göre üç bölgeye ayıran 2510 Sayılı İskân Kanunu çıkarıldı. Kanunun gerekçesinde Osmanlı’nın tek Türk kimliği yaratmaktaki başarısızlığı, ağalık, şeyhlik kurumu eleştiriliyor, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde Türk’üm diyen herkesin bu Türklüğü devlet için belli ve açık olmalıdır. Burada devlet hiçbir Türk’ün Türklüğünden bir soluk işkillenmek istemez” deniyordu.
Tunçeli Kanunu
Başbakan İnönü’nün 1935’te yaptığı Dersim gezisi ardından Dersim’in adını Tunceli (‘Tunç Eli’) olarak değiştiren 25 Aralık 1935 tarihli 2884 sayılı Tunçeli (Tunceli değil ‘Tunç Eli’) İlinin İdaresi Hakkındaki Kanun çıkarıldı. Kanun uyarınca Elazığ, Tunçeli, Erzincan ve Bingöl’ü içeren Elazığ merkezli Dördüncü Genel Valilik kuruldu. Elazığ’da ayrıca bir de İstiklal Mahkemesi kuruldu. O yıllarda “genel valilikler” bir çeşit sıkıyönetim komutanlığına tekabül ediyordu. Bu genel valiliğin başına atanan General Abdullah Alpdoğan Paşa, 1921’deki Koçgiri ayaklanmasını gaddarca bastıran Sakallı Nurettin Paşa’nın damadıydı ve aynen kayınpederi gibi çok sert bir askerdi. Kanunun kendisine verdiği sınırsız yetkileri sonuna kadar kullanmakta kararlı olan Alpdoğan Paşa bölgedeki stratejik yerlere kışlalar ve karakollar inşa ettirince bölge Dersimliler için bir açık hava hapishanesine döndü.
Kahmut Köprüsü olayı
20/21 Mart 1937 günü, Pah Bucağı ile Kahmut Bucağı’nı birbirine bağlayan Harçik Deresi üzerindeki tahta köprünün Demenan ve Haydaranlılar tarafından yıkılması ve telefon hatlarının kesilmesi üzerine devlet aradığı bahaneyi buldu. Askerî harekât öncesinde havadan uçakla atılan 4 Mayıs 1937 tarihli bildiride bölge halkı teslim olmaya çağrılıyor, “Teslim edilenler veya kendiliğinden teslim olanlar dahi Cumhuriyet’in adil muamelesinden başka hiçbir şey görmeyeceklerdir. Aksi takdirde, yani dediklerimizi yapmazsanız, her tarafınızı sarmış bulunuyoruz. Cumhuriyet’in kahredici orduları tarafından mahvedileceksiniz” ihtarı yapılıyordu.
Bildiriyle aynı tarihi taşıyan Bakanlar Kurulu’nun gizli kararında ise şöyle deniyordu: “Sadece taarruz hareketiyle ilerlemekle iktifa ettikçe isyan ocakları daimi olarak yerinde bırakılmış olur. Bunun içindir ki, silah kullanmış olanları ve kullananları yerinde ve sonuna kadar zarar veremeyecek hale getirmek, köyleri kamilen (tamamen) tahrip etmek ve aileleri uzaklaştırmak lüzumlu görülmüştür.”
Aslında bu bildiriler etkisini göstermiş, pek çok aşiret ellerindeki silahları yetkililere teslim etmişti. Sadece Seyit Rıza’nın liderliğindeki Abbasan, Haydaran, Demenan, Yusufan ve Kureyşan aşiretleri direnme kararı almıştı.
Hükümet sözü daha fazla uzatmadı. 1 mayısta Diyarbakır’dan kalkan üç uçak filosu bölgeye bombalar yağdırmaya başladı. Bu uçaklardan birini Mustafa Kemal’in manevi kızı ve Türkiye’nin “ilk kadın pilotu” Sabiha Gökçen kullanıyordu. Haziran-temmuz ayları boyunca köyler yakıldı, yıkıldı, kadınlar ve çocuklar dahil sayısız kişi makineli tüfeklerle tarandı. 9 Temmuz 1937’de, 1921’den beri bölgede saklanan Koçgiri isyanının önderlerinden Alişer ve karısı Zarife öldürüldü, karı-kocanın kesik başları Apdullah Paşa’ya gönderildi. Ağustos ortalarında Seyit Rıza’nın oğlu ve karısı dâhil 33 kişi öldürüldü. O sırada, 19. Piyade Alayı’nda stajyer olarak görev yaparken Dersim’e gönderilen, geleceğin Hava Kuvvetleri Komutanı ve Kontenjan Senatörü, 12 Mart Muhtırası’nın imzacılarından Muhsin Batur 1985’te Anılar ve Görüşler kitabında şunları yazacaktı: “...Elazığ’ın biraz uzağında Harput’un eteklerinde çadırlı ordugâh kurduk ve bir müddet sonra ilk durak Pertek olmak üzere harekete geçtik ve iki ayı aşkın bir süre özel görev yaptık. Okuyucularımızdan özür diliyor ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum...” Batur kitabındaki bu ifadelerin anlamını soran gazetecilere de “Dersim’de tanık olduğu şeylerin bir devlet sırrı olarak kendisinde kalacağını, ancak o dönemde o yörede tanık olduğu ‘şeylerin’ günümüzde (1985’te) yapılan ve karşısında olduğu ‘şeyler’ olduğunu” söyleyerek sözlerini noktalamıştı.
Yıllar sonra bile “anlatılamayan” olaylardan sonra durumun vahametini anlayan Seyit Rıza ve iki adamı, bazı kaynaklara göre 5 eylülde, bazılarına göre 10 eylülde, bazılarına göre teslim olmak için, bazılarına göre ise hükümetin canına zarar gelmeyeceği sözüne güvenerek Erzincan Valisi ile görüşmeye giderken tutuklanmıştı.
Hukuk dışı yargılama
Bunlar olurken, Ankara’da İnönü ile Atatürk’ün arasında başka konulardan dolayı ciddi bir tartışma yaşanmış, İnönü 20 Eylül 1937’de Başbakanlık’tan istifa etmek zorunda bırakılmış, yerine Celal Bayar atanmıştı.
Seyit Rıza ve arkadaşlarının duruşması 18 Ekim 1937’de Elazığ’da başladı. O döneme Malatya Emniyet Müdürlüğü’nde görevli olan ve Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensür’in emriyle, duruma el koyan İhsan Sabri Çağlayangil’e göre usule itiraz eden savcı izinli sayılarak göreve yardımcı getirilmiş, okuma-yazma ve Türkçe bilmeyen sanıklara ne iddianame, ne avukat verilmiş, asabilmek için Seyit Rıza’nın yaşı 57’ye indirilmiş, oğlunun yaşı da 17’den 21’e çıkartılmıştı, bölge komutanı Alpdoğan Paşa, kararın yazılacağı boş kâğıdı önceden imzalamıştı.
Böylesi hukuk dışı bir yargılama sonunda 15 kasımda karar verildi. 58 kişiden 11’i idama, 37 kişi ağır hapis cezalarına mahkûm olmuş fakat idamlıklardan dördü hakkında idam cezası yaşlarının geçkin olmalarından dolayı 30 sene ağır hapse çevrilmişti. Çağlayangil hikâyeyi şöyle bitirmişti: “Seyit Rıza’yı meydana çıkardık. Etrafta hiç kimse yoktu. Ama Seyit Rıza meydan insan doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa bağırdı: ‘Evladı kerbelayıh. Bihatayhı. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir’ dedi. Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap-rap yürüdü. Çingene’yi itti, ip boynuna geçirdi, sandalyeye ayağı ile tekme vurdu ve kendini astı. Gömüleceği yer türbe olmasın diye cenazesi de yakıldı...”
Erkânı Harbiye Reisi Mareşal Fevzi (Çakmak) Paşa’ya verilen raporda ise açık konuşulmuştu: “Dersimli okşanmakla kazanılmaz. Silahlı Kuvvetler’in müdahalesi Dersimliye daha çok tesir yapar ve ıslahın esasını teşkil eder. Dersim evvela koloni gibi nazarıitibara alınmalı. Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra ve tedricen öz Türk hukukuna mazhar kılınmalıdır.” Fevzi Paşa, Dersim’e karakol değil okul açılmasını önerenlere “Biz bunların cahilleriyle baş edemezken okumuşlarıyla hiç edemeyiz” diye karşı çıkan kişiydi.
Nitekim önce 14 Haziran 1934’te Türkiye’yi etnisite esasına göre üç bölgeye ayıran 2510 Sayılı İskân Kanunu çıkarıldı. Kanunun gerekçesinde Osmanlı’nın tek Türk kimliği yaratmaktaki başarısızlığı, ağalık, şeyhlik kurumu eleştiriliyor, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde Türk’üm diyen herkesin bu Türklüğü devlet için belli ve açık olmalıdır. Burada devlet hiçbir Türk’ün Türklüğünden bir soluk işkillenmek istemez” deniyordu.
Tunçeli Kanunu
Başbakan İnönü’nün 1935’te yaptığı Dersim gezisi ardından Dersim’in adını Tunceli (‘Tunç Eli’) olarak değiştiren 25 Aralık 1935 tarihli 2884 sayılı Tunçeli (Tunceli değil ‘Tunç Eli’) İlinin İdaresi Hakkındaki Kanun çıkarıldı. Kanun uyarınca Elazığ, Tunçeli, Erzincan ve Bingöl’ü içeren Elazığ merkezli Dördüncü Genel Valilik kuruldu. Elazığ’da ayrıca bir de İstiklal Mahkemesi kuruldu. O yıllarda “genel valilikler” bir çeşit sıkıyönetim komutanlığına tekabül ediyordu. Bu genel valiliğin başına atanan General Abdullah Alpdoğan Paşa, 1921’deki Koçgiri ayaklanmasını gaddarca bastıran Sakallı Nurettin Paşa’nın damadıydı ve aynen kayınpederi gibi çok sert bir askerdi. Kanunun kendisine verdiği sınırsız yetkileri sonuna kadar kullanmakta kararlı olan Alpdoğan Paşa bölgedeki stratejik yerlere kışlalar ve karakollar inşa ettirince bölge Dersimliler için bir açık hava hapishanesine döndü.
Kahmut Köprüsü olayı
20/21 Mart 1937 günü, Pah Bucağı ile Kahmut Bucağı’nı birbirine bağlayan Harçik Deresi üzerindeki tahta köprünün Demenan ve Haydaranlılar tarafından yıkılması ve telefon hatlarının kesilmesi üzerine devlet aradığı bahaneyi buldu. Askerî harekât öncesinde havadan uçakla atılan 4 Mayıs 1937 tarihli bildiride bölge halkı teslim olmaya çağrılıyor, “Teslim edilenler veya kendiliğinden teslim olanlar dahi Cumhuriyet’in adil muamelesinden başka hiçbir şey görmeyeceklerdir. Aksi takdirde, yani dediklerimizi yapmazsanız, her tarafınızı sarmış bulunuyoruz. Cumhuriyet’in kahredici orduları tarafından mahvedileceksiniz” ihtarı yapılıyordu.
Bildiriyle aynı tarihi taşıyan Bakanlar Kurulu’nun gizli kararında ise şöyle deniyordu: “Sadece taarruz hareketiyle ilerlemekle iktifa ettikçe isyan ocakları daimi olarak yerinde bırakılmış olur. Bunun içindir ki, silah kullanmış olanları ve kullananları yerinde ve sonuna kadar zarar veremeyecek hale getirmek, köyleri kamilen (tamamen) tahrip etmek ve aileleri uzaklaştırmak lüzumlu görülmüştür.”
Aslında bu bildiriler etkisini göstermiş, pek çok aşiret ellerindeki silahları yetkililere teslim etmişti. Sadece Seyit Rıza’nın liderliğindeki Abbasan, Haydaran, Demenan, Yusufan ve Kureyşan aşiretleri direnme kararı almıştı.
Hükümet sözü daha fazla uzatmadı. 1 mayısta Diyarbakır’dan kalkan üç uçak filosu bölgeye bombalar yağdırmaya başladı. Bu uçaklardan birini Mustafa Kemal’in manevi kızı ve Türkiye’nin “ilk kadın pilotu” Sabiha Gökçen kullanıyordu. Haziran-temmuz ayları boyunca köyler yakıldı, yıkıldı, kadınlar ve çocuklar dahil sayısız kişi makineli tüfeklerle tarandı. 9 Temmuz 1937’de, 1921’den beri bölgede saklanan Koçgiri isyanının önderlerinden Alişer ve karısı Zarife öldürüldü, karı-kocanın kesik başları Apdullah Paşa’ya gönderildi. Ağustos ortalarında Seyit Rıza’nın oğlu ve karısı dâhil 33 kişi öldürüldü. O sırada, 19. Piyade Alayı’nda stajyer olarak görev yaparken Dersim’e gönderilen, geleceğin Hava Kuvvetleri Komutanı ve Kontenjan Senatörü, 12 Mart Muhtırası’nın imzacılarından Muhsin Batur 1985’te Anılar ve Görüşler kitabında şunları yazacaktı: “...Elazığ’ın biraz uzağında Harput’un eteklerinde çadırlı ordugâh kurduk ve bir müddet sonra ilk durak Pertek olmak üzere harekete geçtik ve iki ayı aşkın bir süre özel görev yaptık. Okuyucularımızdan özür diliyor ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum...” Batur kitabındaki bu ifadelerin anlamını soran gazetecilere de “Dersim’de tanık olduğu şeylerin bir devlet sırrı olarak kendisinde kalacağını, ancak o dönemde o yörede tanık olduğu ‘şeylerin’ günümüzde (1985’te) yapılan ve karşısında olduğu ‘şeyler’ olduğunu” söyleyerek sözlerini noktalamıştı.
Yıllar sonra bile “anlatılamayan” olaylardan sonra durumun vahametini anlayan Seyit Rıza ve iki adamı, bazı kaynaklara göre 5 eylülde, bazılarına göre 10 eylülde, bazılarına göre teslim olmak için, bazılarına göre ise hükümetin canına zarar gelmeyeceği sözüne güvenerek Erzincan Valisi ile görüşmeye giderken tutuklanmıştı.
Hukuk dışı yargılama
Bunlar olurken, Ankara’da İnönü ile Atatürk’ün arasında başka konulardan dolayı ciddi bir tartışma yaşanmış, İnönü 20 Eylül 1937’de Başbakanlık’tan istifa etmek zorunda bırakılmış, yerine Celal Bayar atanmıştı.
Seyit Rıza ve arkadaşlarının duruşması 18 Ekim 1937’de Elazığ’da başladı. O döneme Malatya Emniyet Müdürlüğü’nde görevli olan ve Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensür’in emriyle, duruma el koyan İhsan Sabri Çağlayangil’e göre usule itiraz eden savcı izinli sayılarak göreve yardımcı getirilmiş, okuma-yazma ve Türkçe bilmeyen sanıklara ne iddianame, ne avukat verilmiş, asabilmek için Seyit Rıza’nın yaşı 57’ye indirilmiş, oğlunun yaşı da 17’den 21’e çıkartılmıştı, bölge komutanı Alpdoğan Paşa, kararın yazılacağı boş kâğıdı önceden imzalamıştı.
Böylesi hukuk dışı bir yargılama sonunda 15 kasımda karar verildi. 58 kişiden 11’i idama, 37 kişi ağır hapis cezalarına mahkûm olmuş fakat idamlıklardan dördü hakkında idam cezası yaşlarının geçkin olmalarından dolayı 30 sene ağır hapse çevrilmişti. Çağlayangil hikâyeyi şöyle bitirmişti: “Seyit Rıza’yı meydana çıkardık. Etrafta hiç kimse yoktu. Ama Seyit Rıza meydan insan doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa bağırdı: ‘Evladı kerbelayıh. Bihatayhı. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir’ dedi. Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap-rap yürüdü. Çingene’yi itti, ip boynuna geçirdi, sandalyeye ayağı ile tekme vurdu ve kendini astı. Gömüleceği yer türbe olmasın diye cenazesi de yakıldı...”
Dersim müşkilesinden kurtulduk!
İdamlar üzerine İnönü “Dersim müşkilesinden kurtultuk” demişti ancak olaylar durulmamıştı. Genelkurmay belgelerine göre, “Ovacık İlçesi Adliyesi ve Asker Alma Şubesi’nin istediği 1.149 kişi hakkında kanuni takibat yapan müfrezeye Kaçkerek Köyü’nde 2 Ocak 1938 günü pusu kurulması ve toplam dokuz jandarma erinin öldürülmesi üzerine, Haydaran ve Kör Abbas aşiretlerine yönelik bir harekâta” karar verilmişti.
Ağır kış koşulları yüzünden yaza ertelenen ikinci harekât 11 Haziran 1938 günü başladı, 31 Ağustos 1938 günü bitirildi. Ancak bu ikinci harekât “isyan bölgesi” ile sınırlı kalmadı, devlete vergi veren, askere giden Pertek, Mazgirt, Nazimiye, Pülümür ilçe ve köylerini, hatta Dersim’i aşarak Erzincan’ı da kapsadı. Genelkurmay belgelerine göre, “haydut”, “eşkıya”, “şaki”, “dağlı” diye nitelenen gruplar yine bu belgelerin diliyle “imha edildi”, “temizlendi”, “köyleri yakıldı”. Sadece 6-16 Eylül 1938 tarihleri arasındaki harekâtın bilançosu şöyleydi: “Tarama bölgesinden ölü ve diri 7.954 kişi çıkarılmıştır. 1.019 silah toplanmıştır.”
“Gazla fare gibi zehirledik”
Yıllar sonra Seyit Rıza’nın hukuk dışı yargılamasını örgütleyen İhsan Sabri Çağlayangil’in 1986 veya 1987 yılında, ilerde CHP Genel Başkanı olacak Dersimli bürokrat Kemal Kılıçdaroğlu’na yaptığı özel açıklamaya göre ordu, mağaralara doldurduğu Dersimlilerin üzerine zehirli gaz sıkmış, Dersimlileri “fare gibi” zehirlemişti. Dersim davası böyle bitmişti. Hükümet otoritesi Dersim’e böyle girmişti.
Atatürk hastalığı dolayısıyla Celal Bayar tarafından okunan 1 Kasım 1938’deki Meclis’i açış konuşmasında Tunceli’de “haydutluk ve eşkıyalık olaylarının bitirilerek ulusal egemenliğin sağlanmasından duyduğu kıvancı” dile getirmişti. İngiltere’nin Trabzon Konsolosu Ankara’daki Büyükelçiliğe gönderdiği raporunu şöyle bitirmişti: “Artık söylenen şu: Türkiye’de Kürt sorunu bitmiştir.”
Bilanço neydi?
Resmî rakamlara göre 1937/1938 harekâtlarında 13 bin kişi öldürülmüştü. Gayrı resmî kaynaklara göre ise bu sayı kat kat fazla. Ancak tüm “Kurtuluş Savaşı” sırasında verilen şehit sayısının 9-10 bin civarında olduğu bilinince resmî rakamların bile ne anlama geldiği anlaşılıyordu. Ama bununla da yetinilmemişti. “Tarama”nın ardından İçişleri Bakanı Şükrü Kaya tarafından bizzat seçilen 3.470 kişiden oluşan 347 aile Tekirdağ, Edirne, Kırklareli, Balıkesir, Manisa ve İzmir gibi batı illerine, her aileden beş kişiyi aşmayacak şekilde serpiştirilerek yerleştirildiler. Aileler arasındaki irtibat tümüyle kesildi. Bunlara, bir de 1937’den beri asker-sivil “Türk” ailelerine evlatlık verilen; yatılı bölge okullarında Sıdıka Avar türü misyoner öğretmenler tarafından asimile edilmeye çalışılan Kürt kızlarının trajedisini eklediğinizde, “Ortaya çıkan tablo 1948 Soykırım Sözleşmesi’ndeki soykırım tanımına uyuyor” diyenlere itiraz etmek zor görünüyor.
İdamlar üzerine İnönü “Dersim müşkilesinden kurtultuk” demişti ancak olaylar durulmamıştı. Genelkurmay belgelerine göre, “Ovacık İlçesi Adliyesi ve Asker Alma Şubesi’nin istediği 1.149 kişi hakkında kanuni takibat yapan müfrezeye Kaçkerek Köyü’nde 2 Ocak 1938 günü pusu kurulması ve toplam dokuz jandarma erinin öldürülmesi üzerine, Haydaran ve Kör Abbas aşiretlerine yönelik bir harekâta” karar verilmişti.
Ağır kış koşulları yüzünden yaza ertelenen ikinci harekât 11 Haziran 1938 günü başladı, 31 Ağustos 1938 günü bitirildi. Ancak bu ikinci harekât “isyan bölgesi” ile sınırlı kalmadı, devlete vergi veren, askere giden Pertek, Mazgirt, Nazimiye, Pülümür ilçe ve köylerini, hatta Dersim’i aşarak Erzincan’ı da kapsadı. Genelkurmay belgelerine göre, “haydut”, “eşkıya”, “şaki”, “dağlı” diye nitelenen gruplar yine bu belgelerin diliyle “imha edildi”, “temizlendi”, “köyleri yakıldı”. Sadece 6-16 Eylül 1938 tarihleri arasındaki harekâtın bilançosu şöyleydi: “Tarama bölgesinden ölü ve diri 7.954 kişi çıkarılmıştır. 1.019 silah toplanmıştır.”
“Gazla fare gibi zehirledik”
Yıllar sonra Seyit Rıza’nın hukuk dışı yargılamasını örgütleyen İhsan Sabri Çağlayangil’in 1986 veya 1987 yılında, ilerde CHP Genel Başkanı olacak Dersimli bürokrat Kemal Kılıçdaroğlu’na yaptığı özel açıklamaya göre ordu, mağaralara doldurduğu Dersimlilerin üzerine zehirli gaz sıkmış, Dersimlileri “fare gibi” zehirlemişti. Dersim davası böyle bitmişti. Hükümet otoritesi Dersim’e böyle girmişti.
Atatürk hastalığı dolayısıyla Celal Bayar tarafından okunan 1 Kasım 1938’deki Meclis’i açış konuşmasında Tunceli’de “haydutluk ve eşkıyalık olaylarının bitirilerek ulusal egemenliğin sağlanmasından duyduğu kıvancı” dile getirmişti. İngiltere’nin Trabzon Konsolosu Ankara’daki Büyükelçiliğe gönderdiği raporunu şöyle bitirmişti: “Artık söylenen şu: Türkiye’de Kürt sorunu bitmiştir.”
Bilanço neydi?
Resmî rakamlara göre 1937/1938 harekâtlarında 13 bin kişi öldürülmüştü. Gayrı resmî kaynaklara göre ise bu sayı kat kat fazla. Ancak tüm “Kurtuluş Savaşı” sırasında verilen şehit sayısının 9-10 bin civarında olduğu bilinince resmî rakamların bile ne anlama geldiği anlaşılıyordu. Ama bununla da yetinilmemişti. “Tarama”nın ardından İçişleri Bakanı Şükrü Kaya tarafından bizzat seçilen 3.470 kişiden oluşan 347 aile Tekirdağ, Edirne, Kırklareli, Balıkesir, Manisa ve İzmir gibi batı illerine, her aileden beş kişiyi aşmayacak şekilde serpiştirilerek yerleştirildiler. Aileler arasındaki irtibat tümüyle kesildi. Bunlara, bir de 1937’den beri asker-sivil “Türk” ailelerine evlatlık verilen; yatılı bölge okullarında Sıdıka Avar türü misyoner öğretmenler tarafından asimile edilmeye çalışılan Kürt kızlarının trajedisini eklediğinizde, “Ortaya çıkan tablo 1948 Soykırım Sözleşmesi’ndeki soykırım tanımına uyuyor” diyenlere itiraz etmek zor görünüyor.
Sorumlu kimdi?
Bilindiği gibi yıllardır 1937-1938’de Dersim’de devletin yürüttüğü kanlı harekâtın “asıl” sorumlusunun kim olduğuna dair bir tartışma yürür. Sağ muhafazakâr veya İslami muhafazakâr çevrelere göre Tek Parti Dönemi’nin sembol ismi İnönü “asıl” sorumludur. CHP’lilere göre 1946’da Demokrat Parti’yi (DP) kuran Celal Bayar “asıl” sorumludur. Suçun İnönü ve Bayar arasında paylaştırılmasını mümkün kılan Dersim’in Tunceli’ye çevrildiği 1935’ten Dersim’in dinî ve siyasi lideri Seyit Rıza’nın ele geçirilmesine kadarki dönemde İnönü’nün başbakan olması, 1938 yazındaki İkinci Harekât döneminde ise, Celal Bayar’ın başbakan olmasıdır. Her iki kesimin de ortak noktası, olaylardan Atatürk’ü sorumlu tutmama eğilimidir. Onlara göre Atatürk o sırada hasta olduğu için, Dersim’de gerçekleştirilen katliamlardan haberi yoktur. Bazı Dersimliler de, Atatürk’ü Hazreti Ali’nin bu dünyadaki görünümlerinden biri olarak gördükleri için, Atatürk’e toz kondurmayanlara destek verirler. CHP’li Onur Öymen gibi bazıları ise, gerçek sorumlunun Atatürk olduğunu bilirler ancak bunu günümüzde Kürtlere karşı yürütülen baskı ve zulüm politikalarını meşrulaştırmak için kullanırlar. Kısacası 1937-1938’de Dersim’de yaşananların kimin sorumluluğunda olduğu meselesi geçmişe dair değil aynı zamanda günümüze dair bir meseledir.
***
Atatürk’ün sorumluluğu
Bana göre ise, bu üç şahsiyet de sorumludur ama en büyük sorumluluk, ölümüne kadar iktidarın hem hukuken hem de siyaseten rejimin en güçlü adamı olan Atatürk’ündür.
Öncelikle Atatürk, Dersim’de iplerin kopmasına neden olan uygulamaların yürürlüğe konulduğu dönemde, örneğin 1935’te “Tunçeli Kanunu” çıkarıldığında gücünün doruklarındadır. Öyle ki, Kemalizm bu dönemde katı bir ideoloji olarak tanımlanmıştır.
İkincisi Atatürk 1936’da TBMM açılışında yaptığı konuşmada “Bu korkunç çıbanı tümüyle temizleyip koparmak, kökünden kesip temizlemek ve bunu her ne pahasına olursa olsun yapmak gerektiği”ni savunurken sapasağlamdır.
Birinci Harekât
Dersimlilerin üstüne uçaklarla “Teslim olmazsanız Cumhuriyet’in kahredici ordusu tarafından mahvedileceksiniz” bildirileri atıldığı 4 Mayıs 1937 günü Dersim’in kaderini belirleyen Bakanlar Kurulu’na da Atatürk başkanlık etmiştir.
Atatürk, uçağıyla Dersim’i bombalayan manevi kızı Sabiha Gökçen’i 22 Mayıs 1937’de Ankara’daki Devlet Hava Yolları salonunda karşılamış, 10-12 Haziran 1937 tarihinde Trabzon’u ziyaretinde, bugün Atatürk Köşkü denen konakta Dersim’le ilgili harekât planlarını hazırlamıştır. Bugün müze olan köşkte sergilenen haritada bizzat Atatürk tarafından konulmuş kırmızı ve mavi işaretler (bizim kuvvetlerimiz ve isyancıların kuvvetleri diye) görülebilir.
Atatürk, Seyit Rıza ve adamlarının asılmasından birkaç gün önce yanına Sabiha Gökçen’i de alarak Dersim’i de kapsayan bir geziye çıkmış, önce Elazığ yakınlarındaki Singeç (Soyungeç) Köprüsü’nü açmış, Seyit Rıza asıldıktan sonra da önce Elazığ’a uğramış, sonra da Diyarbakır’a doğru gezisine devam etmiştir.
Atatürk, 1 Kasım 1937 günü yaptığı TBMM’yi açış konuşmasında “Milletimizin layık olduğu yüksek medeniyet ve refah seviyesine varmasını engelleyecek hiç bir engel düşünmeğe yer bırakılmadığını ve bırakılmayacağını huzurunuzda söylemekle bahtiyarım. Tunceli’deki icraatımız neticeleri bu hakikatin ifadeleridir” demiştir.
Bilindiği gibi yıllardır 1937-1938’de Dersim’de devletin yürüttüğü kanlı harekâtın “asıl” sorumlusunun kim olduğuna dair bir tartışma yürür. Sağ muhafazakâr veya İslami muhafazakâr çevrelere göre Tek Parti Dönemi’nin sembol ismi İnönü “asıl” sorumludur. CHP’lilere göre 1946’da Demokrat Parti’yi (DP) kuran Celal Bayar “asıl” sorumludur. Suçun İnönü ve Bayar arasında paylaştırılmasını mümkün kılan Dersim’in Tunceli’ye çevrildiği 1935’ten Dersim’in dinî ve siyasi lideri Seyit Rıza’nın ele geçirilmesine kadarki dönemde İnönü’nün başbakan olması, 1938 yazındaki İkinci Harekât döneminde ise, Celal Bayar’ın başbakan olmasıdır. Her iki kesimin de ortak noktası, olaylardan Atatürk’ü sorumlu tutmama eğilimidir. Onlara göre Atatürk o sırada hasta olduğu için, Dersim’de gerçekleştirilen katliamlardan haberi yoktur. Bazı Dersimliler de, Atatürk’ü Hazreti Ali’nin bu dünyadaki görünümlerinden biri olarak gördükleri için, Atatürk’e toz kondurmayanlara destek verirler. CHP’li Onur Öymen gibi bazıları ise, gerçek sorumlunun Atatürk olduğunu bilirler ancak bunu günümüzde Kürtlere karşı yürütülen baskı ve zulüm politikalarını meşrulaştırmak için kullanırlar. Kısacası 1937-1938’de Dersim’de yaşananların kimin sorumluluğunda olduğu meselesi geçmişe dair değil aynı zamanda günümüze dair bir meseledir.
***
Atatürk’ün sorumluluğu
Bana göre ise, bu üç şahsiyet de sorumludur ama en büyük sorumluluk, ölümüne kadar iktidarın hem hukuken hem de siyaseten rejimin en güçlü adamı olan Atatürk’ündür.
Öncelikle Atatürk, Dersim’de iplerin kopmasına neden olan uygulamaların yürürlüğe konulduğu dönemde, örneğin 1935’te “Tunçeli Kanunu” çıkarıldığında gücünün doruklarındadır. Öyle ki, Kemalizm bu dönemde katı bir ideoloji olarak tanımlanmıştır.
İkincisi Atatürk 1936’da TBMM açılışında yaptığı konuşmada “Bu korkunç çıbanı tümüyle temizleyip koparmak, kökünden kesip temizlemek ve bunu her ne pahasına olursa olsun yapmak gerektiği”ni savunurken sapasağlamdır.
Birinci Harekât
Dersimlilerin üstüne uçaklarla “Teslim olmazsanız Cumhuriyet’in kahredici ordusu tarafından mahvedileceksiniz” bildirileri atıldığı 4 Mayıs 1937 günü Dersim’in kaderini belirleyen Bakanlar Kurulu’na da Atatürk başkanlık etmiştir.
Atatürk, uçağıyla Dersim’i bombalayan manevi kızı Sabiha Gökçen’i 22 Mayıs 1937’de Ankara’daki Devlet Hava Yolları salonunda karşılamış, 10-12 Haziran 1937 tarihinde Trabzon’u ziyaretinde, bugün Atatürk Köşkü denen konakta Dersim’le ilgili harekât planlarını hazırlamıştır. Bugün müze olan köşkte sergilenen haritada bizzat Atatürk tarafından konulmuş kırmızı ve mavi işaretler (bizim kuvvetlerimiz ve isyancıların kuvvetleri diye) görülebilir.
Atatürk, Seyit Rıza ve adamlarının asılmasından birkaç gün önce yanına Sabiha Gökçen’i de alarak Dersim’i de kapsayan bir geziye çıkmış, önce Elazığ yakınlarındaki Singeç (Soyungeç) Köprüsü’nü açmış, Seyit Rıza asıldıktan sonra da önce Elazığ’a uğramış, sonra da Diyarbakır’a doğru gezisine devam etmiştir.
Atatürk, 1 Kasım 1937 günü yaptığı TBMM’yi açış konuşmasında “Milletimizin layık olduğu yüksek medeniyet ve refah seviyesine varmasını engelleyecek hiç bir engel düşünmeğe yer bırakılmadığını ve bırakılmayacağını huzurunuzda söylemekle bahtiyarım. Tunceli’deki icraatımız neticeleri bu hakikatin ifadeleridir” demiştir.
İkinci Harekât
Ocak 1938’de başlatılan ikinci harekât da Atatürk’ün kararıyla olmuştur. Bu kararın nasıl alındığını Celal Bayar yıllar sonra gazeteci Kurtul Altuğ’a şöyle anlatmıştır: “Şimdi, Mareşal Erkan-ı Harbiye Reisi (Genelkurmay Başkanı), ben Başbakan’ım. Atatürk malum... Üçümüz Dersim’de yapılan büyük ordu manevralarındayız. Manevranın da sonuna gelmek üzereyiz. Üçümüz birarada ‘Ordunun emniyeti bakımından strateji ne olmalıdır?’, onu görüşüyoruz... O sırada biz konuşurken, Dersimlilerin Jandarma karakollarımızdan üç-dört tanesini bastıkları haberi geldi. Atatürk’le göz göze geldik. Birbirimizi anlıyorduk. Atatürk benim yüzüme baktı. ‘Ne olacak?’ dedi. Anlıyorum, orada emniyet tesis edilecek. Ne olursa olsun bana hitap edecekler. Hükümet reisi benim. ‘Anlıyorum efendim, bana hitap edişinizin manasını’ dedim. Atatürk: ‘Sorumluluğu üzerime alıyorum, vuracağız Dersim’i’ dedi ve vurduk...”
Atatürk’ün 19 Mayıs 1938 günü Atatürk Stadyumu’nda henüz resmen “milli bayram” olmayan gençlik ve spor gösterilerini izledikten sonra 16:30’da stadyumdan ayrıldığını ve Hatay’ın Türkiye’ye ilhakı projesi kapsamında planladığı Mersin gezisine başlamak üzere gara gittiğini biliyoruz. Bizim kuşağın zihnine nakşolmuş Atatürk’ün trenin penceresinden hüzünle bakan yüzünü gösteren ünlü fotoğraf bu geziden kalmıştır. Yani Atatürk, o sırada bile bedensel açıdan değilse bile zihinsel açıdan gayet diridir.
Hepimiz sorumluyuz
Bütün bu bilgileri birleştirince, Dersim’le ilgili tüm hayati kararları Atatürk başkanlığındaki heyetin verdiği anlaşılır. Kısacası, bundan 74 yıl önce Dersim’de yaşanan korkunç olayların sorumluluğundan, ne Cumhuriyetimizin kurucu babası Atatürk, ne CHP geleneğinin sembol ismi İnönü, ne sağ muhafazakâr geleneğin temsilcisi Celal Bayar, ne de İslami muhafazakârların saygıyla andığı Fevzi Çakmak kurtulur. En az bu şahsiyetler kadar sorumlu olanlar ise tarihimizin bu karanlık sayfalarıyla hesaplaşmaya, mağdurlardan özür dilemeye, kayıp kızları bulmaya, kısacası Dersim’in yaralarını sarmaya teşebbüs etmeyen siyasetçiler, bu konuyu gündeme getirmeyen aydınlar, bilim insanları, gazetecilerdir...
Not: Bu yazıyı yazarken yararlandığım kaynakları, yer sorunu yüzünden daha önce bu sayfalarda yazdığım Dersim’le ilgili yazılarda belirttiğimden tekrarlamadım.
hurayse@hotmail.com
İrfan'ın Notu: Bu topraklarda sadece müslümanlara zulmedilmedi. Alevilere, Ermenilere, Kürtlere... Zulmün her türlüsüne karşı çıkmak için sessiz kalınamaz. Kalınmamalı. Haykıramıyorsak haykıranların sesini duyurmalı, gayret göstermeliyiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder