30 Temmuz 2011 Cumartesi
15 Temmuz 2011 Cuma
Kandiliniz Mübarek Olsun(!): Florasanınız da Mübarek Olsun (!)
Türkiye’de her sene “dinin kesin bir emri, fıkhi bir vecibeymiş” gibi kutlanılan özel gecelerin aslında hem İslam’ın iki ana kaynağı (Kur’an ve sünnet) tarafından “kutsal” ilan edilmedikleri bir hakikattir.
Kandil geceleri diye bilinen geceler ; Mevlid , Regaib, Mirac, Beraat ve Kadir Gecesidir.
Bu gecelere Kandil denmesinin sebebi Osmanlı padişahı 2. Selim (1566-1574) zamanında başlayarak, minarelerde kandiller yakılarak duyurulup kutlandığı için "Kandil" olarak anılmaya başlamıştır.
Nebi Bozkurt, “Kandil”; Halit Ünal , Berat Gecesi maddesi. Diyanet İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul, 2001, c. 24, s. 300
Devletin resmi din kurumu Diyanet’in hazırladığı ansiklopedide “kandil” maddesinde bunlar yazıyor.
Fakat kandil gecelerini bizzat organize eden, camilerde mevlid ve dua merasimleri düzenleyen, bu geceler münasebetiyle kutlama mesajları yayınlayan ve halkın kendilini kutlayan da yine Diyanet’in kendisi…
Peki bu nasıl oluyor?
Çünkü bu gecelerin kutlanması bir halk geleneği değil; devlet politikası da ondan.
Nedir devlet politikası?
İslam’ı doğuş tabiatına uygun olarak bir “pratiği olan hayat dini” olmaktan çıkarıp, “mübarek gün ve geceler dini” haline getirmek…
Gündüzün ortasında, hayatın kalbinde atan bir din olmaktan çıkarıp, el ayak çekilince, hayatın tümüyle uykuya çekildiği gece vakitlerinde hatırlanan bir “tapınak ve ayin” dini haline sokmak…
Çünkü Fransız laiklerin Hristıyanlığa layık gördüğü muamele buydu. Türk laiklerin de İslamiyete layık göreceği muamele de bundan başkası olamazdı…
İlk olarak hicretten 300 yıl sonra ilk kez Mısır'da, Şii Fatimiler döneminde Mevlid; 400 yıl sonra da Kudüs'te Mirac, Regaib ve Berat geceleri kutlanmaya, bu geceler camilerde toplu biçimde yapılan ibadetlerle geçirilmeye başlandı. Daha sonra bu kutlamalar İslam dünyasının bazı bölgelerine yayılarak gelenekleşti
Kadir gecesi haricinde ne Kur’an-ı Kerim’de ne hadis-i şeriflerde sahih bir bilgi vardır.
Din adına yapılan her şeyi, kendi tabii sınırları içinde ele almak, ne artırarak ne eksilterek, Kur’an ve onun tebliğcisi Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından nasıl tebliğ edilip öğretilmişse, o kadarıyla almak gereklidir. Sahabe bu dini nasıl anlamış , neler yapmış bizler nasıl anlıyor neler yapıyoruz mukayese etmeliyiz . Aksi halde kendi ellerimizle dine müdahalede bulunmuş, işimize geldiği veya hoşumuza gittiği gibi dinde bazı ilave veya eksiltmelerde bulunmuş oluruz. Bizden önceki din mensupları da (ya kasıtlı veya iyi niyetle, ama) tam da bu şekilde dinlerini değiştirmişlerdi.
Bazı alimlerin ! muhtemelen iyi niyetle zamanlarına ait bir maslahat gözeterek, ancak yeterince tahkik etmeden adına “kandil geceleri” denen gün ve gecelerle ilgili söyledikleri muhakkik âlimler tarafından eleştirilmiştir. Mesela İmam Gazali’nin “İhyau Ulûmu’d-Dîn” adlı eserine aldığı rivayet ve nakiller bu türdendir. Gazali’nin “Bu gece her rekatta Fatiha’dan sonra 11 İhlas okunmak suretiyle kılınacak yüz rekat veya her rekatinde Fatiha’dan sonra 100 İhlas okunan 10 rekat namazın çok sevap olduğuna dair naklettiği rivayet”
(İhya, I, 555 vd.)
Zeynuddin el Iraki ve İmam Nevevi gibi âlimler tarafından uydurma olarak nitelendirilmiştir.
Mevzu hadisler konusunda çalışması olan Aliyyu’l-Kari de, bu rivayetin uydurma olduğunu belirttikten sonra, Berat Gecesi namazının miladi 1010 (H. 400) yılından sonra Kudüs’te ortaya çıktığını söylemektedir.
Araştırmalar, kandil gecelerinin sonraki dönemlerde ihdas edildiğini ortaya koyuyor. Miladi 9. (Hicri 3). yüzyılda yaşayan Fakihi, Mekke’de halkın Berat Gecesi’ni Mescid-i Haram’da namaz kılmak, Ka’be’yi tavaf etmek ve Kur’an okumak suretiyle ihya ettiğini söyler. XI. yüzyıldan itibaren Şam’da Emeviler Camii’nde Berat Gecesi’nde kandiller yakılmış, bid’at nitelendirilmesine rağmen bu âdet devam ettirilmiştir.
İbn Kesir, “Halka Berat Gecesi’nde ilk tatlı dağıtan kişi Selçuklu veziri Fahrulmülk’tür.” der.
Bidat; Hz. Peygamber ve Ashâb-ı Kirâm dönemlerinde görülmeyip onunla amel edilmeyen, hattâ bir benzeri olmayan ve İslâm'dan olmadığı halde sonradan ortaya çıkan , din ile alâkalı olup bir ilâve veya eksiltme mahiyetinde olarak ibâdet kabûl edilen , göze ve akla hoş gelen dua ,kuran okuma , namaz kılma , zikretme , düşünce görüş ve ameller , sünnete aykırı davranışların adet haline getirilmesidir.
Dinde sonradan ortaya çıkan ve hakkında herhangi bir delil bulunmayan bu gibi durumlar hakkında ALLAH Rasulu (sav) şöyle buyurmuştur:
“İşlerin en kötüsü sonradan ihdas edilenler / ortaya çıkarılanlardır.”
( Muslim, Cuma, 43.)
“Sonradan ihdas edilen her şey bid’attir”
( Nesâi, Îdeyn, 22; İbn Mâce, Mukaddime, 7)
“Her bidat dalalettir, her dalalet de ateştedir.”
( Muslim, Cuma, 43; Ebu Davud, Sünnet, 6)
Bidat hakkındaki bu hadislerden sonra Bidatın tarifi ve kapsamı hakkındaki açıklamaları kavramamız gerekmektedir.
İmam-ı Ahmed'in ve başka alimlerin mekruh gördükleri bu “adet haline getirilmiş” toplantıları, sahabilerden İbn-i Mesud'un da aynı şekilde değerlendirdiğini şu olaydan öğreniyoruz. Bildirildiğine göre bir ara, İbn-i Mesud'un dostları kararlaştırdıkları bir yerde toplanıp zikretmeyi adet edinmişlerdi. Bunu öğrenen İbn-i Mesud bir defasında toplantı halinde üzerlerine vararak kendilerini:
“Ey dostlarım, siz Muhammed'inkinden daha doğru bir yolda mısınız, yoksa sapık bir yola mı düştünüz ?” diye paylamıştır.
(Darımi Sunen, görüşe bağlanmanın keraheti, c. 1, s. 681. Haberin sözleri şöyle: “Canımı elinde tutana yemin olsun ki, kuşkusuz siz Muhammed'in milletini ilettiği doğru yolda mısınız, yoksa kapı mı aralıyorsunuz?.)
Periyodik vakitlere bağlı olarak tekrarlanıp, sünnet ve dönüşüm (mevsim) niteliği kazanmış meşru ibadetlerin, kullar için yeterli olacak kadarını bizzat ALLAH belirleyip ortaya koymuştur (meşru kılmıştır). Buna göre bunların dışında bir takım cemaatli toplantılar ortaya konup adet haline getirilince bu durum ALLAH'ın belirleyip ortaya koyduğu cemaatli ibadetlere özenmek olur. Bu tutumun yıkım ve bozulmalara yol açacağını bilmemek safdillik olur.
Yalnız kişilerin tek başlarına yapacakları aynı nitelikteki nafile ibadetleri ile, bazı gurupların bu amaçlarla arasıra düzenleyecekleri toplantılar bu hükmün dışındadır.
Yine aynı endişeden hareket eden Hz. Ömer, altında “Rıdvan” biatinin gerçekleştiği sanılan ve bu yüzden müslümanlar arasında adeta tabulaştırılarak sanki Mescid-i Haram (Kabe) ve Mescid-i Nebevi (Peygamberimizin Medine'deki Mescidi) imiş gibi yanıbaşında namaz kılınmaya başlanan bir ağacı kökten çıkarttırmış ve yine vaktiyle Peygamberimizin namaz kıldığı bir yeri müslümanların genel bir itikâf yeri edindiklerini görünce, böyle yapanları “Peygamberimizin hatıralarını barındıran yerleri mescid mi edinmek istiyorsunuz?” diyerek azarlamıştır.
Tıpkı bunun gibi gerek tek başına ve gerekse cuma namazlarına, bayram namazlarına ve beş vakit namazlara benzeyecek şekilde, periyodik olarak tekrarlanmamak şartı ile rastgele bir araya gelmiş cemaatler halinde nafile namazlar kılmak, şeriata uygundur. Tek tek ve topluluk halinde nafile olarak Kur'an okumak, zikretmek ve dua etmek de böyledir.
Nafile olarak bazı ziyaret yerlerini gezip görmek de hep bu ana kuralın kapsamına girer. Bütün bu ibadet ve hareketlerde, gerek az sayıda ve gösterişsiz olan ile sık sık ve gösterişli olan arasında ve gerekse adet haline getirilen ile adet haline getirilmeyen arasında fark gözetilir.
Bu arada türü bakımından şeriata uygun olan, fakat sanki bir farzmış gibi devamlı bir adet haline getirilmesi bid'at olan ve müstahab veya mekruh sayılması adaklık hükümleri ile uygulama şartnamesine bağlı olan vasiyet ve vakıf gibi ibadetler aynı kategoriye girer.
İmam Nevevi ”tezkire”sinde bid’at ehlinin bir özelliğini şöyle açıklıyor:
“Dünyada nerede bir bid’atçı varsa o mutlaka hadis ehline kin besler. Kişi bidat ‘e saplanınca hadisin tadı onun kalbinden çıkar.”
Gerçekten kaç tane bidatçi ile görüşüp konuşmuşsam bazıları üstatlarının, şeyhlerinin sözünü sünnetini, peygamberin (sav) hadisi ve sünneti önüne çıkarırken bazıları da (mesela mealci denen grup gibi) şahtın ve pahtın (müsteşrikler) sözlerine dini yorum ve açıklamalarına bayılırcasına bağlandıklarını görürüz. Peygamber efendimizin sünneti ve hadisleri hatırlatıldığında nefret çizgilerinin yüzlerinde belirdiği görülür.
Ashabın yapmadığı bir ibadet ibadet değildir.
Sufyan-ı Sevri’nin bidat değerlendirmesi:
“ Bidat şeytanın nezdinde her günahtan daha sevimlidir. Çünkü günahtan dolayı tövbe edilmesi akla gelir de bidatten (ibadet telaki edildiği için) tövbe edilmesi akla gelmez.”
(Bağavi-Şerhu's sunne)
İmam Malik’in bidata bakışı:
“ Sünnet Nuh(a.s) un gemisi gibidir. Ona binen kurtulur. Ondan geri kalan boğulur.”
(Miftah'ul cenneh- suyuti)
Abdullah b. Abbas (r.a) Ebubekir ve Ömer’in sözlerini illeri sürüp sünnete ters düşen birine şöyle dedi:
“Nerde ise gökten üzerimize taşlar yağacak. Ben size Rasulullah buyurdu diyorum, siz ise, Ebubekir ve Ömer dedi diyorsunuz.
(Abdurrezzak el-musannef sahih bir senetle)
İnsanları bidat konusunda yanılgıya düşüren 2 sebeb :
1. yanılgı din adına yaparken “kuran okuyor , namaz kılıyor , dua ediyorum , kötü bir şey yapmıyorum” yanılgısıdır. "Yaparsam ne olur , ne kaybederim " savunmasıyla cahil cesur olur tavrıyla hareket edilmesidir. Halbuki bidat zaten kötü niyetle dinden uzaklaşmak , göze çirkin gelen amellerle yapılmaz.
2. yanılgı ise Bidat-ı hasene (güzel bidat) yanılgısıdır. Delil aldıkları ise ; Rasûlullah (s.a.v.) döneminde sekiz rekât olarak münferiden kılınan teravih namazın yirmi rekat olarak bir imamın arkasından kılınmasıdır :
Abdurrahman bin Abdi'l-Kâri (r.a.)'dan:
Bir gece Ömer'le (bir Ramazan gecesinde) mescide birlikte çıktık. İnsanlar dağınık bir şekilde namaz kılıyolardı kimisi kendi başına , kimisi de durmuş, bir grup da toplanmış onun arkasında namaz kılıyordu.
Bunun üzerine Ömer dedi ki:
"Bunları bir okuyucunun arkasında toplasam da onun arkasında toplu halde namaz kılsalar."
Bu işin üzerine durdu ve nihayet onları Ubeyy bin Kâ'b'ın arkasında onun imamlığında topladı. Sonra başka bir gece yine namaza çıktık, onları toplu halde adı geçen sahabinin arkasında namaz kılarken görünce :
"Ne güzel bid'attır bu ! Ne var ki bunu kılıp da sonra gecenin son kısmında kalkıp bunu kılanların davranışları bundan daha iyidir. (Zira) cemaat (bu namazı) gecenin başında kılıyorlardı"
(Malik ve Buhari)
(Bu hadisi Malik (salât fî Ramadân no. 3, s. 114) ve Buhari (teravih I/3, II/252), Mâlik ani'z-Zuhrî an Urve b. ez-Zübeyr an Abdurrahman asl-ı senedi ile tahric ettiler)
(Muhammed Revvâs Kal'acî, Mevsuatu Fıkhı Umar b. e!Hattâb, Kuveyt 1984, s. 125).
Alimlerin çoğunluğuna göre , tasavvufçuların "bid'at-i hasene" kapsamına soktukları şeyler haddi zatında bid'at değildir. Onlara bid'at ismini vermek yanlıştır. Çünkü bu gibi şeylerin Kur'ân ve Sünnet'te dayanakları vardır. Bunlara sonradan çıkmış şeyler nazariyle bakılamaz.
Rasûlullah (s.a.v.), şu hadislerinde bid'atin tarifini yapmışlardır:
"Sonradan ortaya çıkan herşey bid'attir; her bid'at sapıklıktır ve her sapıklık insanı ateşe sürükler.
"(Muslim, Cumua, 43; Ebû Davud, Sunnet 5; Nesâî, lydeyn, 22; İbn Mâce, Mukaddime, 7).
Üstelik Rasulullah şöyle buyurmuştur :
“Sünnetime ve benden sonra raşid halifelerin sünnetine sımsıkı sarılın”.
( Tirmizî, İlim, 16; Ebu Dâvud, Sunne, 5; İbn Mâce, Mukaddime, 6)
Hz. Ömer (r.a) bu sözü insnaları teravih namazı için topladığı zaman söylemiştir. Teravih namazı ise bid'at değil sünnetin ta kendisidir. Rasulullah’ın teravih namazı kıldığı sahih hadislerle sabittir. Yani sonradan ortaya çıkmamıştır ! Bunun delili Aişe(r.a)nin rivayet ettiği olaydır:
"Rasulullah (s.a.v.) Ramazanda mescitte gece bir namaz kıldı. Sahabenin çoğu da onunla birlikte o namazı kıldı. İkinci gece yine aynı namazı kıldı. Bu kez O'na tabi olarak aynı namazı kılan cemaat daha fazla oldu. Üçüncü gece Hz. Muhammed (s.a.v.) mescit'e gitmedi. Orayı dolduran cemaat onu bekledi. Resulullah (s.a.v.) ancak sabah olunca mescide çıktı ve cemaata şöyle buyurdu:
"Sizin cemaatla teravih namazını kılmaya ne kadar arzulu olduğunuzu görüyorum. Benim çıkıp, size namazı kıldırmama engel olan bir husus da yoktu. Ancak ben size, teravih namazının farz olmasından korktuğum için çıkmadım"
(Buharî, Teheccud, 57).
Ebû Hureyre (r.a)'nın naklettiği bir başka hadiste de Rasûlullah (s.a.v)'in Ramazan ayında, ashabtan bir grubu, Ubey b. Kab (r.a)'ın arkasında cemaatle namaz kılarken gördü ve "Doğru yapıyorlar, yaptıkları şey ne güzeldir" diyerek tasvip ettikleri haber verilmiştir.
(Ebû Dâvud, İkâmetu's-Salâ,190)
Peygamber (s.a.v.) , teravih namazını cemaatle kılmayı terketmesinin nedenini belirtmiştir. Hz. Ömer(r.a)i se ,bu gerekçenin ortadan kalktığını görünce (artık peygamber yoktu ve faraz kılınma durumu ortadan kalkmıştı) ,teravih namaznın tekrar cemaatle kılınmasını başlatmıştır. O halde Ömer (r.a)ın bu uygulaması ,bizzat nebi(s)in uygulamasına dayanmaktadır.
Hz. Ömer (r.a.)in bu uygulamasının bid'at olmadığı ortaya çıktığına göre , sözünde geçen "bidat" kelimesi ne demektir ?
Hz. Ömer(r.a)in bu ifadesindeki bidat kelimesiyle şer'i anlamı değil sözlük anlamı kastedilmiştir.
Sözlükte bid'at, geçmişte bir örneği olmaksızın yapılan şeydir. Teravihin cemaatle kılınması bir uygulama olarak Hz. Ebu bekir(r.a)in hilafeti döneminde ve Hz. Ömer(r.a)in hilafetini ilk dönemlerinde mevcut değildir. Bu sebeble sözlük anlamıyla bu yenilik(bidat) sayılabilir ; zira bunun geçmiş örneği yotkur.
Aynı meseleye şer'i açıdan bakıldığında -,durum farklıdır, zira bu uygulama peygamber (s.a.v.) in tatbikatında mevcuttur.
Şatıbi şöyle der;
"Bu itibarla bunu bidat olarak adlandıran kişinin (ki isimlendirme konusunda bir tartışma söz konusu değildir ) bundan dolayı şer'i bidat anlamında Ömer(r.a)in sözünün ifade ettiği mana ile istidlal etmesi caiz değildir. Zira bu kelimeyi asıl amacından saptırmakla olur."
(i'tisam)
Bu konuda büyük imamların sözleri şöyledir :
İbni teymiyye şöyle der; Ömer(r.a)in bu güzel uygulamayı bid'at olarak adlandırması ,tamamen sözlük olarak bir adlandırmadır, şer'i değildir.
Bunun sebebi bid'at kelimesinin ,sözlük olarak geçmiş bir örneği olmaksızın yapılan her şeyi içermesidir. Şer'i olan bid'at ise hakkında şer'i bir delil olmaksızın yapılan uygulamadır.
İbn Kesir ,bid'atlerin iki türlü olduğunu söylemiştir:
1.Bid'at kavramı bazen şer'i anlamda kullanılır. Peygamber(s.a.v.)'in; "sonradan ortaya çıkarılan her yenilik bid'attir ve her bid'at sapıklıktır" ifadesi bunun örneğidir.
2.Bid'at bazende sözlük anlamında kullanılır. Hz. Ömer(r.a)ın insanları teravih için topladığı ve onların da buna devam etmesi üzerine söylediği "bu ne güzel bid'attir" sözü de bunun örneğidir.
(ibn'i kesir tefsiri)
İmam Ebû Hanife'ye Hz. Ömer (r.a)'ın bu hususta yaptığı uygulama sorulunca, şöyle demiştir:
Teravih namazı hiç şüphesiz müekked bir sünnettir. Hz. Ömer, bu namazın cemaatle ve yirmi rekat kılınmasını şahsi bir ictihadı ile yapmadığı gibi, bir bid'at olarak da emretmemiştir. O, kendisinin bildiği şer'î bir esasa ve Hz. Muhammed (s.a.v.) 'in bir vasiyetine dayanarak böyle yapmıştır
(et-Tahtavî, Haşiye, 334).
Şunu da tekrar vurgulayalım ki, Peygamberimiz “Her bid'at dalalettir. (sapıklıktır)” şeklindeki bu genel-geçer cümlesini, onu genellik niteliğinden soyutlayarak “Her bid'at dalalet (sapıklık) değildir” şeklinde tersine döndürmek, normal bir yorumlama çabasından çok, Peygamber Efendimize karşı çıkmaktır ki, buna hiç kimsenin ne yetkisi ve nede hakkı olmamalıdır.
Huzeyfe b. el-Yamân'ın rivâyet ettiği bir hadis-i şerifte: "ALLAH bid'at sahibinin orucunu, namazını, sadakasını, haccını, umresini, cihadını, sarfını (maddi yardımını), şehadetini kabul etmez. O, kılın yağdan çıktığı gibi İslâm'dan çıkar. "
(İbn Mace, Mukaddime, 7/49).
Bu ikaz karşısında müslümanların dikkatli davranacakları ve bid'atın ne olduğunu araştıracakları muhakkaktır.
Abdullah b. Abbâs (r.a.)'dan rivâyet edilen bir hadiste şöyle buyrulur:
"ALLAH, bid'at sahibinin amelini, bid'atından vazgeçinceye kadar kabul etmez."
(İbn Mâce, Mukaddime, /50).
Amellerinin kabul edilmeyeceğini bilen bir müslüman korkar ve neyin bid'at olup, neyin olmadığını araştırır.
Meselâ, Rasûlullah'a selam ve salât ALLAH'ın emridir. Ama Rasûlullah'ı anmak için dini törenler yapmak ve mevlit okutmak kimin emridir? Ölüleri hayırla anmak ve onlara dua etmek sünnette vardır. Ama ölüler için mevlit okutup 7, 40, 52. geceleri tertip etmek İslâm'ın hangi hükmüne dayanır?
Türkiye’de tasavvufçuların ( özellikle Süleymancıların) bu gecelerde okuyup basarak dağıttıkları (Mübarek gün ve gecelerde yapılan ibadetler kitabı - Fazilet , Tavaslı , pamuk vs. yayınları ) duaların , namazların , ibadetlerin ise aslı yoktur. Zaten hadis diye verdiklerinin kaynakları da verememişlerdir.
Peygamber (s.a.v.) 'den rivayet edilen dualardan faziletli olmaları mümkün değildir. Çünkü O'ndan rivayet edilen duaların iki ecri vardır. Birincisi; sünnete uymaktan dolayı onu yerine getirenlerin alacakları ecir, ikincisi; duaları okurken alınacak ecir. Bizlerin daima nebevi sünnetleri ezberlemesi ve onlarla dua etmesi gerekir.
Bir insanın kalkıp ta istediği an yeni yeni ibadetler icat etmesi elbette olacak şey değildir. İnsanlara ibadet koymaya ve ibadetlerinin şeklini çizmeye tek layık olan ALLAH Teala'dır.
"Yoksa, ALLAH'ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşru kılacak ortakları mı vardır?" (Şura: 42/21)
Cenab-ı ALLAH'ın (c.c.) şu buyruğunu okuyalım:
“Onlar; hahamlarını, rahiblerini ALLAH’tan başka rabler edindiler. Meryem oğlu İsa’yı da (rab edindiler)... Oysa tek ilaha ibadet etmekle emrolunmuşlardı. O’ndan başka ibadete layık ilah yoktur. O, onların ortak koştuklarından yücedir.” (Tevbe:31)
Bu ayetle ilgili olarak sahabilerden Adiy b. Hatem Peygamberimize:
“Ya Rasûlullah, onlar (yahudi ve hristiyanlar) hahamlarına ve rahiplerine tapmış değildiler ki” deyince Rasûlullah'dan aynen şu cevabı aldı:
“Evet, onlara tapmamışlardı, ama hahamlarla rahipler haramları helâl saydılar, onlar da onlara itaat ettiler. Yine onlar helâlleri haram saydılar, onlar da kendilerine itaat ettiler.”
Buna göre kim dinde ALLAH'ın izni ile bağdaşmayan yeni bir helâl, haram, müstehab veya farz ileri sürer de biri ona itaat ederse, bu itaat eden kimse bu ayetteki “kınama”dan payını alır.
İbni Abbas (ra)’den : Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki : “...Benim ümmetimden birtakım kimseler getirilip sol tarafa ayrılacaktır. Ben “Ey Rabbim! Bunlar benim ashabımdırlar, derim.
Cenabı ALLAH cc bana: “Bunların senden sonra neler yaptıklarını bilmezsin der. Ben de ALLAH’ın salih kulu İsa as’ın dediği gibi “Aralarında bulunduğum müddetçe onları gözetliyordum. Sen, benim canımı alınca onları gözetleyen sen oldun. Her şeyin gözetleyicisi sensin. Onlar senin kullarındır. İstersen âzab edersin, istersen bağışlarsın. Zira izzet ve hikmet sahibi sensin (Maide:117) derim.
Cenabı Hak “Sen onlardan ayrıldığın gün, onlar gerisin geri döndüler” buyurur. Bir rivayette peygamber s.a.v.’in “Benden uzak olsunlar, benden uzak olsunlar, benden uzak olsunlar,derim” ziyadesi vardır.
(Buhari-Muslim) (Hayatus Sahabe-4)
Dinimiz'de "Berat Gecesi" diye bir ifade var mı ? Hemen söyleyeyim, ne Ku’an’da nede Peygamberimizin hiçbir hadisinde “Berat”kelimesi geçmemektedir.
Peygamberimiz bu geceye şaban’ın 15. gecesi, şaban’ın ortası diye isim vermiştir (Diy. İslâm Ansikl. C.5 s.475) Kur’an-ı Kerim’in indiği gece olan ve bir defa daha olması mümkün olmayan 610 tarihli Kadir Gecesinden başka hiçbir gecenin fazileti Kur’an’da yer almaz. İsra gecesinden bahsedilir ama. mahiyeti ve faziletinden bahsedilmez.Beraat gecesinin fazileti ile ilgili olarak da Peygamberimizden nakledilen birkaç hadis bulunmaktadır.
Bunlardan bir tanesinde bu gecede Allah'ın dünya semasına tecelli edeceği, Kelb kabilesinin koyunlarının kılları adedince (çokluk belirtmek için kullanılmış bir ifade) insanı bağışlayacağı ve kendisine edilen tüm duaları kabul edeceği anlatılmaktadır. (Tirmizi, Sıyam, 39; İbn Mace, İkamet, 191). Bu hadis’e kitabında yer veren İmam Tirmizi ve onun hocası İmam Buhari başta olmak üzere birçok âlim, bu hadislerin isnadlarında problem bulunduğunu, dolayısıyla hadislerin zayıfolduğunu ve bunlarla amel edilmeyeceğini belirtmişlerdir. ( Tirmizi'nin Sıyam, 39'da bu hadisten sonra yer alan açıklaması ile Muhammed Fuad Abdulbaki'nin İbn Mace, İkamet 191'de yer alan açıklamaları).
İbn-i Macenin rivayet ettiği ve Hz. Ali’den nakledildiği söylenen bir ikincisin de ise Peygamberimizin “ Şaban ayının yarısı gecesini kâim (ibadetle), gündüzünü sâim (oruçlu) geçirin. O gece Allah, güneşin batmasıyla dünya semasına inerek şöyle der: Af dileyen yok mu, af edeyim? Rızık isteyen yok mu, rızık vereyim? Belâ ve musîbete uğrayan yok mu âfiyet vereyim? Şu yok mu, bu yok mu der, tâkî güneş doğana kadar”. Elbânî bu hadisin uydurma olduğunu söylemektedir.Müfessirlerden Ebu Bekir İbnu'l-Arabî, Beraat gecesinin fazileti hakkında bir tek sağlam hadisin bile gelmediğini, dolayısı ile bu konu ile ilgili olarak hadis diye dolaşan sözlere itibar edilmemesi gerektiğini söylemektedir.( Ebu Bekir İbnu'l-Arabî,Ahkâmu'l-Kur'ân, 2. Bs., y.y., 1968, c. 4, s. 1678 (Duhân Sûresi, 2. ayetin tefsiri) Gerçekten de Peygamberimizin ve sahabe-i kiramın mescidlerde bu geceyi ihya etmek için toplandığı, özel dualar ettikleri, bugün özellikle ülkemizde olduğu gibi bu geceye has namaz kıldıkları şeklinde tek bir rivayet dahi gelmemiştir. Bazıları Duhan sûresinde geçen: "O gecede her hikmetli buyruk ayrılır ve katımızdan bir emirle ilgilisine yollanır." (Duhân, 44/4-5) ayetlerine bakarak o gecenin Şaban ayının on beşinci gecesi olan Beraat gecesi olduğunu söylemişlerdir.
Bazıları da bu ihtilaftan çıkış yolu olarak şu yorumu getirmişlerdir:“Berat gecesinde,yahud “Şaban” ayının yarısı olan gecede Kur’an-ı kerim levh—i mahfuz dan, yedinci gökden dünya göğüne kül halinde (top’dan), sonra da oradan kısım kısım Resulüllah a.s. a indirilmiştir. “Celaleyn” Görüldüğü üzere bu gibi yorumlar zorlama yorumlardır."Hâ Mîm. Andolsuno apaçık kitaba ki, biz onu mübarek bir gecede indirdik. Çünkü biz uyarıcıyız. O gecede her hikmetli buyruk ayrılır ve katımızdan bir emirle ilgilisine yollanır." (Duhân, 44/1-5) Görüldüğü gibi Allah-u Teala, işlerin taksim edildiği gecenin Kur'an-ı Kerim'in indirildiği gece olduğunu bildirmektedir. Kur'an'ın da Şaban ayının on beşinde değil; Ramazan ayında ve Kadir gecesinde nazil olduğunu diğer ayetlerden öğrenmekteyiz:"Ramazan ayı ki o ayda insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'an indirilmiştir." (Bakara, 2/185) " Muhakkak ki biz Kur'an'ı Kadir gecesinde indirdik." (Kadir, 97/1)
Âlimlerin büyük bir çoğunluğu Duhân suresinde geçen "mübarek gece"nin kadir gecesi olduğunu söylemişlerdir. Müfessir Ebu Bekir İbnu'l-Arabî bu konuda şöyle demektedir: "Bu ayette geçen mübarek gecenin kadir gecesi değil de başka bir gece olduğunu iddia edenler, Allah'a büyük biriftirada bulunmuş olurlar." ( Ebu Bekir İbnu'l-Arabî, a.g.e., c. 4, s. 1678.)Bir de Beraat gecesi ile alakalı olarak halk arasında "Beraat gecesi namaz"ı veya "Salâtu'l-Hayr" olarak bilinen bir namaz vardır. 100 rekât olan bu namazın her rekâtında Fatiha ve on defa İhlâs suresinin okunması gerektiği söylenmektedir. (Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, İstanbul, 1986, s. 188.) Kaynakların belirttiğine göre Berat gecesine ait özel bir namaz yoktur. Gazzâlî, bu gece her rekâtında Fatiha'dan sonra on bir İhlâs okunmak suretiyle kılınacak yüz rekât veya her rekâtında Fatiha'dan sonra yüz İhlâs okunan on rekât namazın çok sevap olduğuna dair bir rivayet naklettiği halde (İhyâ, 1/203), İhyâ-u Ulûmi'd-dîn'deki hadisleri tenkide tâbi tutan Zeynüddin el-Irâkî ile Nevevî bunun aslının olmadığını söylemişlerdir. Bu namazın bir bid'at olduğunu kaydeden Nevevî, bu konuda Kûtü'l-Kulûb ve İhyâ-uUlûmi'd-dîn'de geçen rivayete aldanılmaması gerektiğini söylemekte (el-Mecmû', 4/56), Ali el-Kârî de bu rivayetin uydurma olduğunu belirterek Berat gecesi namazının h. 400 (m. 1010) yılından sonra Kudüs'te ortaya çıktığını kaydetmektedir. Bu namazın ilk defa h. 448 (m. 1056) yılında Kudüs'te Mescid-i Aksâ'da kılındığına ve zamanla yaygınlık kazanarak sünnet gibi telakki edildiğine dair bir rivayet de nakledilmektedir." ( İhyâ, el-Mecmû ve el-Esrâru'l-Merfûa gibi kaynaklardan naklen; Halit Ünal, "Berat Gecesi", DİA, c. 5, s. 475).Ayrıca pek çok eserlerde “hicretin ikinci senesi Şaban-ın 15. günü Resulüllah Beni Seleme yurduna gitmiş öğle namazını kıldırırken: 2/ Bakara 144) âyetinin indiğini, böylece kıblenin tahvili Şaban-ın 15 de olduğu” söylenmektedir (örnek: M. Emre “Büyük Hutbe Kiabı”).
Hâlbuki kıblenin tahvili Bedir gazasından iki ay önce Receb ayı içinde öğleyin güneşin zevalindensonra Beni Seleme mescidinde ashab ile öğle namazını kılarken meydana gelmiştir. (Elmalılı Hamdi Yazır “Kur’an Dili Tefs. Bakara 144) Değerlendirme Dinde sonradan ortaya çıkan ve hakkında herhangi bir delil bulunmayan bu gibi durumlar hakkında Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "İşlerin en kötüsü sonradan ihdas edilenler / ortaya çıkarılanlardır." (Müslim, Cuma, 43) "Sonradan ihdas edilen her şey bid'attir" (Nesâi, Îdeyn, 22; İbn Mâce, Mukaddime, 7)."Her bidat dalalettir, her dalalet de ateştedir." (Müslim, Cuma, 43; Ebu Davud, Sünnet, 6).İmam Malik'in konuyla ilgili şu sözünü hatırlamakta da büyük fayda vardır:"Kim, bu ümmet içerisinde (din adına) geçmişte olmayan bir şey ihdas ederse (ortaya çıkarırsa) bu kişi, Hz. Peygamber'in Allah tarafından kendisine verilen risalet (elçilik) görevine ihanet ettiğini iddia etmiş olur. Çünkü Allah Teala "...Bugün dininizi olgunlaştırdım; size olannimetimi tamamladım. Size din olarak İslâm'ı uygun gördüm..." (Mâide, 5/3) buyurmuştur.
Bu yüzden, o gün din olmayan (dine dâhil olmayan) şey bugün de din olamaz!" ( Ebu Muhammed İbn Hazm, el-İhkâm, fî Usûli'l-Ahkâm, Dâru'l-hadîs, Kahire, 1984, c: 6, s: 225). Görüldüğü gibi Berat gecesi ile ilgili nakledilen hadisler, zayıf hadislerdir. (Pekçoğu da uydurmadır).Rivayet zincirinde bulunan kimi raviler birbirlerini görmemişler, görmüş olsalar bile birbirlerinden hadis işitmemişlerdir. Bazı raviler de hadis uydurmakla suçlanmışlardır. Bütün bunlar gösteriyor ki bu gece ile alakalı olduğu söylenen bu hadislerle amel edilemez.
Nitekim Ahkâmu’l-Kur’an müellifi müfessir Ebu Bekir İbnu’l-Arabî Berat gecesinin fazileti hakkında bir tek sağlam hadisin bile gelmediğini, dolayısı ile bu konu ile ilgili olarak hadis diye dolaşan sözlere itibar edilmemesi gerektiğini söylemektedir. Allah-u a’lem en doğrusu da budur.Sonuçolarak şu söylenebilir ki; ne Kur'an'da ve ne de sünnette bugün geniş halk kitleleri tarafından kutlanan kandil gecelerine işaret vardır. Mübarek kabul edilen bu geceler, Peygamber Efendimiz ve ashabından çok sonra Mısır ve Kudüs'te kutlanmaya başlanmış, daha sonra İslam dünyasının çeşitli bölgelerine yayılmıştır. Bu kutlamalar kesinlikle İslam'ın bir emri veya bir tavsiyesi değildir.
Müslüman toplumlar tarafından ortaya çıkarılmış ve gelenek haline gelmiştir. Osmanlı padişahlarından II. Selim döneminden itibaren 'kandil' adını alan bu geceler miraciye, regaibiye, mevlüt gibi çeşitli etkinliklerle ihya edilmiştir. Kandil gecelerini kutlayan her toplum kendi kültüründen bir şeyler eklemiş ve böylece bu geceler gelenekselleşmiştir. Yüce dinimiz, yanlış bilgilerle, hurafelerle, "İndirilen Din" olmaktan çıkmış, üzülerek ifade edeyim ki uydurulan din haline gelmiştir. Hiç kimsenin ibadeti beni ilgilendirmez.Halkımızın bazı gecelerde nasıl hareket edeceği ilgi alanımın dışındadır. Beni ilgilendiren ve kahreden, İslâm’ın hurafeler ve bid’atlerle yanlış anlaşılıp yanlış uygulanmasıdır. İstedim ki pek çok konuda olduğu gibi bu konudaki yanlışlıkların okuyucularım farkına varsın.
Destansı Bir Western: 3.10 Yuma
- Filmin Özeti
Kanun kaçağı Wade yakaladığında Evans, bu azılı katili mahkemeye götüremeye gönüllü olur. 3:10 Yuma trenine canlı olarak teslim etmek üzere hareket ettiklerinde, Evans ve Wade birbirlerine saygı duymaya başlarlar. Ancak, Wade’in çetesi ve her köşede bekleyen tehlikeler yüzünden, yolculuk kaderlerine doğru bir göreve dönüşür.
Bir de yorum alalım:
''Kötü adamlar bile annelerini sever. ''
Bale ve Crowe, bunlara diyecek söz yok. İnanılmaz bir uyum... İkisi de karizma ve oyunculukta laf edilemezlerden. Dram, aksiyon, çok iyi işlenmiş. Bu film çok konuşulmuştu fakat bu kadarını ben de beklemiyordum. Bi türlü de bırakamadım zaten. Müzikleri aldığı ödülü sonuna kadar hak edecek cinsten. Oyunculuk da dediğim gibi en üst düzeyde. İnsanların duygularının bir anda bile nasıl değişime uğrayabileceğini, yani gerçek duyguyu anlatabilen nadir filmlerden biri... Çok çok etkilendiğimi söylemeliyim. Her şey nerdeyse mükemmel. Çok klasik olsa da, bu filmi izlemeyen mutlaka ama mutlaka izlesin diyorum. 10/9
13 Temmuz 2011 Çarşamba
Yayınevi: Karatay Akademi Yayınları
Yazarı: Hüsnü Tuna
Kitabı okumayı Bitiriş Tarihi: 13 Temmuz 2011 – İstanbul
"Bu çerçevede terör yapılanmasının tekamül etmiş en son versiyonu Ergenekonu tanımlamak gerekirse, orduda muvazzaf ya da emekli bir asker, bir sivil toplum kuruluşunda yönetici, herhangi bir gazetede yazar, adliyede hakim ya da savcı, bir devlet kuruluşunda üst seviyede bürokrat, herhangi bir özel şirkette sahip ya da yönetici, nihayet bir siyasetçi olarak karşımıza çıkabilmektedir. " (sh.15)
İrfan’ın Notu: Hüsnü Tuna bu kitabında, faili meçhullere bakışı ve arka planını incelemeye çalışıyor. İyi bir niyetle yapılmış bir çalışma, fakat kitapta yazarın yeteneksizliğini hissetmedim değil. Üslup olarak karışık bir yöntem sanki izlenmiş, olayları, tarihleri, şahitleri anlatmak istemiş fakat biraz daha estetiğe riayet edebilirdi kanaatindeyim. Buna rağmen tüm yeteneksiz üslubu olsa da bu olayların arka planını irdeleme açısından bir çalışma işte. Beni en rahatsız eden bölüm, Başbağlar Katliamı'nın anlatıldığı ve faillerin suçlarını itiraf etmelerine rağmen serbest kalmaları.
Arka Kapak Yazısı:
Hüsnü Tuna, bu değerli eserinde, "Bürokratik Derin Devlet" diye adlandırdığı gizli ve illegal yapının nasıl örgütlendiğini, siyasi gelişmeler yön verebilmek için nasıl etkili olduğunu ve her türlü sözde faili meçhul cinayeti nasıl düzenlediğini açıkça ortaya koymaktadır.
Kitapta, 1960 sonrası PKK'nın kurdurulması ve bürokratik derin devletle işbirliği, JİTEM'in bir Ergenekon örgütü gibi teşkilatlanması, darbe ortamı oluşturulması için cinayetlerin işlenmesi bütün açıklığıyla gözler önüne serilmektedir. Ayrıca, kitabı okuyunca, Sivas ve Başbağlar olaylarının iç yüzünü ve Ergenekoncu odakların halk kitlelerini istismar ederek nasıl "alevi-sünni çatışması" çıkarmak için uğraştıklarını açıkça görebiliyorsunuz.
Kitap’dan alıntılar:
• Lobi'nin "İstihbarat Örgütleri ve Politikaları" başlıklı bölümünde, "İstihbarat örgütlerindeki en önemli sorunun "İnsan" faktörü olduğuna vurgu yaparak, ulusal çıkar anlayışının zayıfladığı gerekçesiyle "Ergenekon bünyesinde yurt dışında eğitim görmüş personel bulundurulmaması" istenmiş. (sh. 15)
Enteresan değil mi, aman yurt dışına kimseyi göndermeyelim, aksi taktirde bizim inandığımız değerleri sorgulayabilirler, aman ha!
• Dev-Sol terör örgütü ile ilgili olarak aslında söylenebilecek en temel gizli bağlantı, örgütün gerçekleştirdiği suikastlarda kendini göstermektedir. Örgütün atılım yılları olarak tabir ettiği 90-91-92 yıllarında bir sürü seri cinayetler işlenmiştir.
Eski MİT Mensubu Hiram Abas, emekli paşa İsmail Selen, emekli paşa Memduh Ünlütürk, Adana Jandarma Bölge Komutanı Temel Cingöz, MİT Müsteşarlığı yapmış Adnan Ersöz, Emekli paşa Kemal Kayacan gibi birçok sansasyonel hedefe yönelik eylemler yapıldı. Bu eylemlerin yapıldığı dönemde örgütte sorumlu düzeyde faaliyet yürüten, örgütün her şeyine hakim olan arkadaşlarımızla sonradan yaptığımız görüşmelerde, o dönem örgütün eylem amaçlı böyle bir istihbarat çalışmasının olmadığını konuştuk. Bugün düşündüğümde örgütün istihbarat çalışmasının olmadığı bir dönemde, çok ciddi ve gizli nokta eylem istihbaratlarının örgütün merkezi tarafından ekiplere ulaştırılmasında derin bağlantıların olduğunu ve adeta eylemlerin servis edildiğini söyleyebilirim.
DHKP/C örgütü adeta bir tetikçi gibi kullanılmıştır. Sosyalizm ve devrim düşüncesini kendisine maske yaparak, ülkemizi kargaşa ortamına sokacak siyasi cinayetler işlettirilmiştir." (sh. 49) (Dilovası kod adlı tanığın 17/5/2008 tarihli ifadesinden)
• JİTEM'in kuruluş yılları sayılan 1988 yılının terör yapılanmaları açısından verimli bir yıl olduğu (!) sonradan ortaya çıkmıştır.
Olaydan yedi yıl sonra yakalanan ve Uğur Mumcu cinayetinden hüküm giyen Ferhan Özmen de, 1988 yılın da kurulan "Kudüs Ordusu" isimli bir örgütten talimat ve yardım aldığını belirtmiştir. Dolayısı ile 90'lı yıllardan itibaren işlenen cinayet ve suikastların faillerinin ortak noktası, 1987-88'li yıllarda ortaya çıkan örgütlenmelere dayanmasıdır. Bu ise, olayı ihale edenlerin aynı kaynaktan beslendiği, taşeronların ise bazen sağ, bazen sol, bazen de irticai örgütlerden seçildiğini göstermektedir. (sh. 206)
Deniz Feneri İle İlgili Alıntı; Gelsin Paralar
Deniz Feneri, Erbakan ve Tayyib…
In Uncategorized on Temmuz 11, 2011 at 9:56 amDeniz Feneri, Erbakan ve Tayyib…
Bismillaahirrahmanirrahim…
Elhamdulillahi rabbilalemin…
Essalatu vesselamu ala muhaammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain…
Emma ba’d…
Bir: Almanya ve Gurbetçiler…
II Dünya Savaşı’ndan per perişan çıkan bir Almanya…
Hiçbir dikili ağacı kalmamış… Genç neslinden milyonları savaşta toprağa vermiş… Müthiş kötü bir barış anlaşması yapmış…
Tazminat olarak, bütün yeni buluşlarını galiplere kaptırmış…
Savaşın Galipleri, ABD, İngiltere, Fransa ve SSCB… SSCB ile diğerleri arasında 1946’dan itibaren bir soğuk savaş başlamış…
ABD, yerle yeksan olmuş başta Almanya olmak üzere, Avrupa’ya finansman (Marshall yardımı) elini uzatmış… Almanya birikmiş bilgi/know how ve kalifiye eleman ile bu finansmanı büyük bir sanayileşme hamlesine çevirmiş…
Bu seferberlikte ulaştığı noktada, büyük bir işçi açlığı içersinde…
Bu arada Türkiye ile de istihdam anlaşmaları yapmış…
Amele pazarları kurulmuş güzl yurdumda… Türkler, oralarına buralarına parmak atılarak kontrolden geçmişler ve gavurun tezgahlarında çalışmaya koşulmuşlar…
İki: Milli Görüş Örgütlenmesi…
Bu hummalı çalışma ve işçi transferi, tutumlu ve muvakkat işçilerin, dişinden tırnağından arttırarak biriktirdikleri, önce (80 lere kadar) işçi dövizi olarak memleketin döviz açığına çare olmuş…
Sonra laz muteahhitler, alamancılara derme çatma/depreme dayanıksız evleri, yüksek fiyatlar ile kakalamışlar…
70 lerden itibaren, buradaki işçiler Milli Görüşe tımar edilmiş… Hem Devlet memnun hem Almanya…
İşçiler arasında hızla örgütlenen Milli Görüş Teşkilatı, onları haraca bağlamış… Belki bu gönüllü bir haraç… Hem paralarını vermişler, hem seçim zamanları oy kullanmaya ve seçim çalışmalarına katılmaya gelmişler…
Pek çok teşkilat elemanı ve hatip de, bu alanı bir deneyim kazanma, bir mektep olarak görmüş…
Üç: Erbakan ve Almanya
Erbakan gerek eğitimi ve gerek stajı ve ilk iş alanı olarak Almanya’da uzun yıllar kalmış… Dolayısıyla hem bir alman yetiştirmesi, hem bir alman muhibbi… Almanya ile gizli, açık yakın ilişkiler kurmuş… Amerikan ve İsrail düşmanı, ama Almanya ile bir husumeti yok. Hatta çıkar kesişmeleri var…
Alamancıları bir eleman deposu ve bir sağımlık inek olarak uzun yıllar kullanmış… Bavullar dolusu para akmış, Erbakan’ın kasasına… Cihad yolunda (?) harcanmak üzere…
Almanya bu para transferine göz yummuş… Bu örgütlenmeyi koruyup, kollamış… Bunun diyetini de ödetmiş, Milli Görüş liderine…
Dört: Kanal 7yi Kim Kurdu…
Bu ballı tezgah, gün gelmiş selamet köy olmuş, gün gelmiş milli gazete, yeni devir…
Özel tvler furyası başlamış Türkiye’de… Bizim de bir TV miz niye olmasınmış… Bu kadar holdingimiz kurulmuş iken Alamancı paralarıyla, Kombassan’ı, Yimpaş’ı vs…
Büyük üstat, toplamış holdingleri, onlara bir vergi koymuş, benim gölette balık tutuyorsunuz diye… Her holdingi temsilen, birer adam, Erbakan’dan da bir mutemet, kurmuşlar bir şirket, yeni dünya diye, kolombun ayak bastığı yeni dünyadaki ruh hali ile, açmışlar Kanal Yedi’yi…
İşte şimdi içerdekiler bu mümessillerden bazıları…
Beş: Deniz Feneri:
Kanal Yedi değişik program önerileri, projeleri alıyordu kurulduktan sonra… Farklı bir TV yayıncılığı yapmak amacıyla, bunlar da orijinal fikirler içeriyordu…
İşte bu proje teklifleri dosyaları arasında bir dosya buldu, bu çete… Hem de üstelik adı da Deniz Feneri idi… Ne yapacaktı bu program… Bir yardım programı olacaktı… İnsanları teşhir etmeden, bir ahlaki dikkat ile, insanları muhtaç olanlara yardıma seferber edecekti…
Bu çete, projeye balıklama daldı, isme de öyle… Yeni bir isim koyma ihtiyacı bile hissetmeden –o dönem birçok projenin başına geldiği gibi- bunu da iç ettiler… Bir iki artiz tipli adama bu program sunuculuğu verildi…
Garibanın gözüne gözüne sokarak, bir tiyatro oluşturuldu… Duygular galeyana getirildi, paralar akmaya başladı…
İnsanların tüm perişanlıkları teşhir edilerek, yardım seferberliği oluşturuldu ve ama paralar yardım edilecek yerlere –hiç olmazsa büyük kısmıyla- gitmedi…
Ya nereye gitti…
Bunu mahkeme ortaya koydu Almanya’daki… Dosyasına bakıla…
Altı: Almanya Niye Göz Yumdu…
Almanya, 70’lerden beri, bavullarla MSP ve devamı partilere gelen bu paralara niye göz yumdu da, şimdi kulak kabarttı ve kimilerinin ipini çekti…
Bunu Erbakan liderliğindeki milli görüş partilerinin dış politika tercihleri ile Tayyib Erdoğan liderliğindeki “gömlek çıkaranlar” ekibinin dış politika tercihlerinde aramak gerekir kanaatindeyim…
Nasıl ki bir dönem, parlak ve dokunulmaz kişilerin tezgahları bozuldu ve hep birlikte teşhir edilerek içerde aldılar soluğu Türkiye’de, aynen onun gibi, Almanya da buradaki dönüşüm sürecine bir tepki olarak, orada kurulmuş tezgaha çomak soktu…
Yedi: Şimdiki Durum…
Gel zaman git zaman gömlek çıkaranlar olmuş milli görüş hareketinden… Hem ne çıkarış… Hem ideoloji değişmiş, hem de ittifaklar sistemi… Artık baş düşman ABD ve İsrail olmaktan çıkmış, Almanya da eski sıcak ve yakın müttefik değil artık bu parti üst kademesince…
Deniz Feneri e.v. bu değişimin farkında değil, ya da bunu idrak edemeyecek kadar hödükler, gözü perdeliler tarafından yönetilmekte… Yine tezgahı sürdürüyorlar… Geliyor övrolar, çuval çuval… Gitmiyor, garib gurebaya…
Ya nereye gidiyor… Bir TV kuruluşunun finansmanına, birkaç gemi alımına, birkaç AVM ortaklık hissesine… Katlara, villalara, arabalara…
İşte iğrenç hikaye, böyle geçti gözümüzün önünden, bir film şeridi gibi…
Biz bildik bunu… Kokusu burnumuza kadar geldi… Ve biz, hepimiz, bu pis kokular içinde yaşadık… Üstelik, bir kuruş menfaatimiz olmadan…
Kim bilir kimler örnek aldı bu tezgahı…
Kim bilir kimler döndürüyor yeni çarkı…
Kim bilir kimler el daldırdı bu çuvala…
Kim bilir kimler, nutuk çekti bu tezgahın hayrına…
Estağfirullah… Dilsizliğime…
Vesselam…
Mehmet Yılmaz