28 Aralık 2012 Cuma

Miladi 2013 yılına girerken...


İrfan'ın Yorumu: 

Yeni bir miladi yıla girerken tarihsel bir gerçeği kimse görmemezlikten gelemez. Evet 2012 yılından 2013 yılına giriyoruz. Gerçek şu ki geçmişde neler yaptık, önümüzde (Rabbim eğer nasib ederse) neler yapacağız. Serdar Karamanlı'nın aşağıdaki yazıda öne çıkardığı hususlar bizi nasıl etkilemeli? Herkes bir başkasına "sen ne yapacaksın?" sorusunu sormadan önce "ben ne yapacağım?" sorusunu sormalı. Cumanız mübarek, yeni miladi yıl da aşağıdaki temennilerin gerçekleştiği yıl olsun ümidi ile.
Miladi 2012 yılını bitirirken...
Bu gün Cuma malum
2012 yılının son günlerini yaşıyoruz. Gün geçmesin ki kötü haber almayalım, ölüm, hastalık, savaş, ekonomik krizden perişan olmuş evler, sokaklar da evler de çocuklarının gözleri önünde katledilmiş kadınlar, terlikle okula giden çocuklarımız, sokaklar da kalmak zorun da bırakılan insan kardeşlerimiz, aile içi ve okulda şiddete uğrayan evlatlarımız gibi daha ekleyeceğimiz bir çok mesele ile 2012 yılını geride bırakıyoruz.

Umarım, 2012 yılında
Merhametimiz artmış,
Paylaşma duygumuz gelişmiş,
Arkadaşlarımızla çekişmelerimizi bırakmış,
Malımızla övünmeyi bırakmış,
Verilen nimetlerin kadrini kıymeti bilmiş ve bunları bir hava atma aracına dönüştürmemiş,
Eşine ve çocuklarına sevgisi artmış,
Dostlarına bir kahve içimi zaman ayırmış,
Bir fakirin yarasına merhem olmaya gayret etmiş,
Yeni evlenecek bir çiftin sıkıntısına ortak olmuş ve üzerinde bir yük almış,
Bir yetimin okumasına katkı sağlamış,
Borcunu istemeden ödemiş,
Ahde vefa göstermiş,
Verdiğini böbürlenerek başa kakmamış,
Söz verdiğin de sözünde durmuş,
Ve en önemlisi İnsan olma yolun da gayret etmişizdir. Bir birimizi iyiliğe teşvik edelim dostlar, bir büyüğümüzün dediği gibi kalbimiz sevmekten ve iyi olmaktan yorulmaz.

Miladi 2013 yılını bu düstur üzere, artan iyilik hareketinin bir parçası olmamızı UMUT ederken,
Duanız da bizlere de yer ayırmanızı diliyorum. Hayırlı Cumalarımız olsun.....

Selam dua ve kalbi hürmetlerimle
Serdar Karamanlı
28 Aralık 2012

25 Aralık 2012 Salı

Siz Hangi Maymunun İzindesiniz?


         Her hangi bir coğrafyada işlenen bütün zulümlerin zalim ve mazlum diye sadece iki tarafı olduğu iddia edilir ve buna göre adalet zalimin cezalandırılmasıdır, denilir. Böylece adalet, zulmü ortaya çıkmadan önlemek şeklinde değil, meydana geldikten sonra cezalarla tekrar etmesini önlemek, yani caydırmak şeklinde uygulanır. Fakat bilindiği gibi toplumun önünde rahatça suç işleyen bazı insanlar sahip oldukları nüfuzlarıyla bu caydırıcı mekanizmanın da üzerine çıkarlar. Onları sorgulanamaz ve dokunulamaz kılan şey nedir ve acaba bu nasıl önlenebilir?

Günümüzde zulümlerin böyle ulu orta rahatça işlenmesinin nedeni, zalimi ve zulmünü görmezlikten, duymazlıktan gelen seyircilerin çokluğudur. Onlar olup biteni bildikleri hâlde susarlar. Bu seyircilerin rumuzu üç maymundur. Başlarının derde girmesini, istemezler. Ellerindekileri kaybetmek için şahit oldukları haksızlıkları görmezlikten gelirler. Bundan dolayı, dünyanın her hangi bir yerinde insanlar katlediliyorsa, saçı bitmemiş yetimin hakkı yeniyorsa, çocuklar organları için kaçırılıyorsa, kadınlar topluca fuhuşa zorlanıyorsa, insanlar bir lokma ekmeğe muhtaçsa bilinmeli ki o halkın çoğunluğu “üç maymun” u oynamaktadır.
“Onlar, sağır, dilsiz, kördürler ve (artık) geriye dönüşleri de yoktur.” (Bakara /18) Kur’an bu üç maymunla resmedilenin münafıklar olduğunu ilan eder. Onların kulakları, dilleri ve gözleri vardır ama bunlarla şahit oldukları olaylara karşı görmeme, duymama ve sessiz kalma eylemlerini hayat boyu sürdürdükleri için artık doğru yolu bulma ihtimalleri yoktur…
Peygamberlik öncesi Mekke’de zulümler gözler önünde işleniyordu. Bu arada zulümlerin tarafı olmayan Muhammed’e (sav) vahiy iniyor ve o da bütün zalimlerin karşısına dikilip onları Kur’an ile uyarıyordu. O ve arkadaşları alay, baskı ve işkencelere rağmen hak yolundan dönmediler. Üç yıl süren ambargo karşısında Mekke, aç bırakanlar, açlığa karşı direnenler ve bunları seyredenler diye üç sınıfa ayrıldı. Kur’an bu seyircilere, sessiz ve tarafsız kalmanın iyi ve doğru insanlara zulmedilmesine destek vermekle aynı şey olduğunu anlattı. Onları Rasulullah (sav) ile birlikte zulme karşı koymaya davet etti.

Hicret sonrası Medine’de, Müslümanların kuvvetli ve çok olmasına karşın münafıklar, Aişe annemize iftira attılar. Bu iftira (ifk olayı) Rasulullah’ı (sav) ve annemizi çok üzdü. Allah, bu iftirayı atanları ifşa edip onlara şöyle dedi: “Böyle bir (söylenti) işittiğiniz zaman, (siz) mümin erkek ve kadınların, birbirleri hakkında iyi zan besleyip de, ‘Bu düpedüz bir iftiradır.’ demeleri gerekmez miydi?” (Nur/12) Ardından dört şahit getiremediği hâlde bu iftiraya karşı sessiz kalanları sertçe uyardı. Bu şekilde sessiz kalmanın iftiraya destek vermek anlamına geldiğini ve burada Allah’ın sert tenkidinin muhataplarının sahabeler olduğunu bilen bizler acaba bu kadar açık işlenen zulümlere ses çıkarmama cesaretini nereden alıyoruz?
Rasulullah’ın (sav) sünnetinin bir kısmı da takrirdir. Yani sükût ettiği hâllerde sahabe farklı davranabilirdi. Aslında sessizlik yerinde uygulandığında kişiler adına onların özgürlük alanlarını genişleten bir işleve sahiptir. Fakat Rasulullah’ın (sav) haksızlık karşısında asla susmadığı bilinir. Yani burada sünnet olan haksızlıklara karşı durmaktır. (Yeri gelmişken bir yanlışı da düzeltelim. “Haksızlığa karşı susan dilsiz şeytandır.” sözü Resulullah’a ait değildir. Yani hadis değildir. Buna karşın bir kelamı kibar, doğru ve güzel bir prensiptir.)
            Ebû Saîd el-Hudrî (ra) Resulullah’tan (sav) şöyle işittiği rivayet etmiştir: “Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Buna gücü yetmezse, hiç olmazsa kalbiyle inkâr etsin ki bu imanın en zayıf derecesidir. Bilsin ki bunu da yapmayanın kalbinde hardal tanesi iman yoktur.”  (Müslim, Tirmizî, Nesâî )
Allah’ın hidayet ettiği kardeşim, sen de etrafındaki haksızlıklara, zulümlere, hırsızlıklara ve kamu hakkının yenmesine bütün gücünle tepkini koy. Onları uyar ve engelle. Vazgeçmezlerse onlara şahit olduğunu söyleyerek kıyameti kopar. Bu yolda uğrayacağın zararların dünya hayatıyla sınırlı olduğunu unutma. Sen kulağını tıkayan, gözünü kapayan, bildiği hâlde susan maymunların yoluna değil, zulme ve haksızlığa başkaldırıp, bu hak yolda başına gelenlere sabretmiş Rasulullah’ın (sav) sünnetine uymaya devam et…
Unutma ki, Allah Semi’dir. Yani zalimin zulmünü, mazlumların çığlıklarını duyduğu hâlde duymazlıktan gelenleri işitendir. Allah Basir’dir. Zalimin mazluma yaptığını gördüğü hâlde görmemezlikten gelenleri görendir. Allah Âlim’dir. Zalimin mazluma çektirdiğini bildiği hâlde susup şahitlik etmeyenleri bilendir. Allah, gördükleriyle duyduklarıyla ve bildikleriyle şahitlik etmeyip zulme yataklık edenlerin gözlerini kör, kulaklarını sağır ve kalplerini mühürleyendir. Allah, Tevrat’ın rehberliğine uymayan ve Musa’nın (as) izinden gitmeyip zulmün tarafı olan İsrail oğullarını aşağılık maymunlar kılandır.                                       
                                                                                           
Şevket HÜNER / 22.12.2012      

19 Aralık 2012 Çarşamba

Şirince Kıyamet Güzellemeleri

 21 Aralık Şirince Programı:


- 10.00 Kahvaltı
- 12.00 Orman yürüyüşü
- 14.00 Piknik alanında öğlen yemeği
- 17.00 Şarapla günbatımı
- 18.30 Mehdi (İsa Mesih) ile buluşma
- 19.00 Son akşam yemeği
- 20.00 Düşen
- göktaşları izlencesi
- 21.30 İsrafil'den sur dinletisi
- 23.00 Keşke herkes burada olsaydı konuşmaları
- 00.00 Kıyamet ve kapanış
- 00.01 Mahşerde buluşma
- 00.02 Ulan hani Şirince'ye bir şey olmayacaktı tartışması
- 00.03 Sözlü için hazırlanma
- 04.00 Sözlülerin bitimi
- 05.00 Sırat Köprüsü turu
- 06.00 Cennet ve cehennem için dağılış...

İrfan'ın Yorumu:
2012 yılındayız. Hindistan'a gittiğinizde ineklere tapanları görürsünüz, yılanlara tapanları, insanların tenasül organlarına tapanları dahi görürsünüz. Japonya'ya, Tibet'e gittiğinizde Budha'lara tapanları da görürsünüz. Taşlara, topraklara, ağaçlara, yaratılmışların envai çeşidine tapanları görürsünüz. Kendini nirvanaya ulaştıranları, ölüp tekrar geri gelenler de görürsünüz bu çağdaş yıllarda. 
Bir bakarsınız ki semavi dinlerden hristiyanlıkta Allah'ın oğlu olduğu gibi tuhaf bir inanca kendini kaptırmışlar da vardır aramızda. 
Yahudi inancına baktığınızda ise garabet Rableri ile kavga boyutuna kadar ulaşır. Hitler tarafından zulme maruz kalmışlardır ama onlar bu zulümden ibret alacaklarına fıtratları bozuk olduğundan intikam alırlar müslümanlardan. Değişik bir ruh halleri vardır anlayacağınız.
Çağdaş batı tarafının izbe yerlerine baktığınızda çeşitli tarikatler görürsünüz, kuyruklu yıldızlar gelip dünyayı yok edeceğinden toplu intihar ederler. 
...
Bu böyle devam eder gider. Onlar hak din İslam'ı bulamayınca, bizler de onlara İslam'ı layıkıyla ulaştırmayınca, burnumuzun dibinde Şirince'deki tuhaflıklara da gülüp geçeriz. Eh gülelim o zaman!
Demokrat kafaların hakim olduğu, özgürlüklerin hayvanileştiği ülkemizde bırakın Şirince'de insanlar kıyameti beklesinler, ne olacak sanki! Onlar kıyameti bekleyedursunlar bize de hatırlatıyor Kıyameti Rabbim! 
Şirince'dekiler merak etmesin, kıyamet onların üzerine kopmayacak (sadece) :)

17 Aralık 2012 Pazartesi

Haydi Çocuklar Çikolataya !

Nail Baba

           Bazı güzel dostlar vardır. Hani insanı hep hayra davet eder. Onunla ne zaman bir araya gelseniz başkalarını sevindirmek adlı güzel bir eylemin parçası olmanın hazzını duyarsınız. İşte böyle sadıklardan birinin arabasıyla hasta ziyaretine doğru yola çıktık. Aksaray’da ışıklara yakalandık. Yakalandık diyorum zira ışıklarda durduğunuz zaman bir sürü sokak çocuğu camlarınızı silmek(!) için arabanızın üzerine tırmanıyor. Yine beklenen olacak diye gerilmişken sokak çocuğu, abiye gülümseyerek arka cebinden çıkardığı temiz bir bezle ön camı sildi. Abinin yüzünde, yeni yıkatmasına rağmen arabasının ön camının silinmesinden memnuniyet ifadesi vardı. Bense hayretler içinde seyrediyordum. Zira böyle bir davranışı hiçbir araba sahibi arkadaşımda görememiştim. Temizlik bitince abi torpidodan üç beş çikolata, gofret çıkardı. Camı açtı gülümseyerek “Selamün Aleyküm” dedi ve çikolataları uzattı. Çocukta gülümseyerek “Aleyküm Selam hacı abi” dedi ve çikolataları mahcup bir edayla alıp arkadaşlarına dağıttı. Hareket ettiğimizde çocuklar arkamızdan el sallıyorlardı. Uzun zamandır böyle sıcak selamlaşmaya şahit olmadığımdan bir ara titrediğimi hissettim…
          “Hayırdır abi bu çikolata bidati de nerden çıktı?” diye takıldım. Önce biraz duraksadı ve gergin bir hal alan yüzüyle “Bu çocuklar kibrimi ortaya çıkardılar” diye anlatmaya koyuldu. “Bayağı asabi olduğum bir sabah, camımı silmek isteyen bu çocuklardan birini çok fena haşladım. Hatta yolumdan çekilmesi için arabayı üzerine sürdüm. Ve giderken de arkasından saydırmaya devam ettim. Ama asıl kızgınlığım ona değildi. Sinirim geçince, ‘ama o da camımı izinsiz silmeseydi’ diye kendimi avutmaya çalıştım. Aynı gün işimi erken bitirip dönerken o civarlarda akşam ezanı okundu. Bende park edip camiye girdim. Kamet getiriliyordu ve safa doğru yaklaştım. İmam sıklaşın uyarısına rağmen bir genç uzak duruyordu. İmam geldi ve o genci bana doğru yanaştırdı. Bu dün bağırıp çağırdığım çocuklardan biriydi. Ben onlara mesafe koyup arkamda bırakmak isterken Allah, adeta onu bana yapıştırmıştı. Çok utandım… Kibrim bütün haşmetiyle(!)  ortaya çıkmıştı… Allah bize kardeş olun derken iman iddiasında biri olmama rağmen kendim(!) gibi olmayanlardan uzaklaşır olmuştum. İnan o gün kadar hiç mahcup olmamıştım” dedi ve daldı gitti…
        “Abi bu anlattıklarının çikolatalarla ne ilgisi var?” diye ısrar ettim… “İşte o gün yanımda torunuma alıp da veremediğim çikolatalar ve gofretler vardı. Ben de ilk ışıklarda durup selam verip bu çikolataları onlara doğru uzattım. Önce duraksadılar. Sonra alıp aniden bitiriverdiler. İşte o an, daha önce hissetmediğim bir ferahlama hissettim. O gün bugündür her gün yanımda bir poşet çikolata gofret alıp sokakta yaşayan o cam silen çocuklara dağıtıyorum. Zira onların ne sahip çıkanları var, ne barınacak bir evleri ne de sevindiren birileri. Onlar ümmetin, yani hepimizin çocukları onların da biraz sevilmeye ve sevinmeye ihtiyaçları var.”
          Bu söz ettiğim abiyi olur da tanırsınız diye ismini gizledim. Zira ondan bahsettiğimi duysa mahcup olur ve bana gönül koyar diye endişe ediyorum. Zaten o, hakikatle alakadar olup sanal dünya ile ilgisi olmadığında internette yazıma rastlama imkânı yok. Ama illa bir isim koymak gerekiyorsa… Türk töresinde çocuğa, yaptığı bir eylemle anılana dek isim koymazlarmış. Bundan esinlenerek ve bir zorluğun bir iyiliğe dönüşmesine nail olan o ağabeye,  sokak çocuklarına yaptığı babalıktan dolayı “Nail Baba “ diyelim…
       O, kendi torunlarının yanında ümmetin kimsesiz çocuklarını da sevindirmek için torpidosunda çikolata gofret taşıyan beyaz sakallı mahcup zat… Hediyeleşerek ve tebessüm ederek selamlaşma sünnetini yayan mümin… Kibri ile mücadeleye azmetmiş er kişi…        
Bu dünyayı yaşanır bir yer kılan güzel insan… “Her zorluğun ardında bir kolaylık vardır” ayetini yaşayarak öğrettiğinden dolayı bende kırk yıl hatırı olan ağabeyim.  Nail Baba…

                                                                                                   Şevket HÜNER / 13.12.2012

İrfan'ın Yorumu:
Televizyonda izlediğimi iyi hatırlıyorum, ne zaman ve hangi kanalda bilmiyorum. İyi niyetli bir adam arabasıyla kırmızı ışıkta duruyor, yine cam silen çocuklar yanına yaklaşıyor. Tam onlara bir şeyler vermek isterken, arka fondan çok daha yumuşak bir sesle "sakın, yanlış yapıyorsun" diyen bir ses. Sonra da o adam o sesin doğruluğuna inanarak camı kapatıp, bu tür istismarlara kulak asılmamasını söyleyerek gidiyor. Kamu reklamıydı herhalde bilmiyorum. Açıkçası rahatsız etmişti beni. Fakat nefsimi rahatlatmamış da değildi. Arka fondan gelen sesin yumuşaklığıydı belki de aldatıcı olan. Ama Şevket Abi'nin yazısını okuyunca yanlışlığını zaten kabul ettiğimiz şeyin teyidi gibi oldu bu. Ballı kaymak diyelim. 
Şevket Abi başlığa belki bozulabilir. Olsun azıcık da nazımız olsun. 
Haydi çocuklar çikolataya, onlar da bu ümmetin içinde değiller mi sanki?

14 Aralık 2012 Cuma

Bahçe Sahiplerinin Dikkatine

Kalem Suresi'nde Bahçe Sahipleri kıssası anlatılır. Burada bahçe sahipleri, ürünlerini toplamak için gidecekleri zaman fısıldaşırlar. "Bugün hiçbir yoksul bahçeye girip yanınıza sokulmasın"

Ey bahçe sahipleri örneğindeki gibi bahçeleri olan kardeşim!

Ey işyeri sahibi olan kardeşim!

Ey işyerinde işini hakkıyla yapan kardeşim!

Ey memur, çiftçi, köylü ... kardeşim!

Bugün siz de "aman yakınıma hiçbir yoksul yaklaşmasın" mı diyorsunuz, demiyor da aklınızdan mı geçiriyorsunuz. Aklınızdan dahi geçirmeyip genlerinize mi işledi aceb?

Rabbim her bir kulunun rızkını kendi üzerine almışken, onun rızkının paylaştırılması ve dağıtılması için imkanlar da sunmuşken ey kardeşim, örnek aldığın peygamber gibi yaşamanı beklemiyor kimse ama etrafına da bakman gerekmez mi?

Bir bakalım, komşumuza
Bir bakalım, dostumuza
Bir bakalım, çöp toplayıcısına
Bir bakalım ...
Bakmak istediğimizde birilerinin ihtiyaç içerisinde olduğunu, açıkta olduğunu, sıkıntıda olduğunu muhakkak görürsün. O kimseler ki belli bile etmezler hallerini. Ama sen bakmak istersen görürsün.

Tanıman gerekmez o Allah kulunu, çünkü camide bir bakmışsın safda yanındadır senin
Uzaklaşmak istesen de bir cam silen çocuk olarak ışıklarda beklediğinde çıkabilir belki
Merhamet duygun nasıl Ramazan'da coşuyorsa ey kardeşim!
O duygun eksilmesin, hatırlatmadır bu başka bir şey değil.
Çünkü Rabbim Kalem Suresi'nde hatırlatıyor kıyamete kadar.

"Bugün hiçbir yoksul, bahçeye girip yanınıza sokulmasın" ayetinde yerilenlerden olmamak ümidi ile...

Şikâyetlerle Asıl Gizlenen Şey Nedir?


Birçok arkadaşımla yaptığım sohbetlerin büyük bölümünü “şikâyetler” oluşturmaya başladı. Hep bir ağızdan sözümüzü en yakınımıza bile işittirememenin hüznünden dem vurup, yakınıp duruyoruz. Belki de erken tükettiğimiz sabrımızın belirtileri bunlar…

Oğlum sözüme kulak asmıyor…

Eşimin kulağı, benden gelen uyarılara karşı mütemadiyen kapalı…

Yanımda çalışanlara söylediklerim bir kulaklarından girip ötekinden çıkıyor.

 Ortağım infak et çağrımı duysaydı daha bereketli bir ticarethanemiz olurdu…

Yıllardır üstüne titrediğim talebelerime söylediklerimi işittirememek ne kadar acı…

Kimse kulak vermeyince bu kadar tecrübenin insana verdiği yük o kadar ağır ki…
Şikâyetler böylece uzayıp gidiyordu…
Belki de söz devrinde yetişip, göz devrinde sesimizi duyuramamanın ızdırabı bu.
Ben de yakın bir zamana kadar bu şikâyet kumkumasının içine gömülmüş gidiyordum. Ama bir taraftan da birbirimizi gittikçe ümitsizleştiren bu şikâyetleri yanlış buluyor, hakikati ıskaladığımızdan kuşkulanıyordum. Aslında insanın yakın çevresine sözünün tesir etmemesi gayet normal görülmelidir. Bazı ümmetsiz peygamberlerden bahsedildiğini duymuşsunuzdur.  Asıl anormal olansa aşağıdaki soruların muhatap bulamaması değil midir?

Niçin benim sözüm kendi nefsime tesir etmiyor?

Benim sözümü, özüm bile kâle almıyorsa başkaları nasıl ciddiye alsın ki?

Kendi sesimi kulağıma işittirememekten daha yıpratıcı ne olabilir ki?

Bu şekilde pek çok ayet ve hadis bilinmesine rağmen iş kendi nefsine söz geçirmeye gelince çaresiz kalmanın ikilemi sizi de yıpratmıyor mu?
Sahi çevrenizde kendi nefsine söz geçirememekten şikâyet eden birileri var mı?
Hâlbuki sünnetin tarifinde sözün, amelin ve takririn her durumda aynı istikamette olması Rasulullah’ın (sav) sözünün özüne tesir ettiğinin en bariz göstergesi değil midir? “Ey Örtüsüne bürünen gece kalk…” diye başlayan Müzzemmil suresindeki ayetler gecenin en sessiz bölümünde kendi nefsine hitap edecek şekilde “Kur’an oku” diye emrediyordu. Böylece önce kendi nefsini muhatap alarak Kuran okuyan ve imanına göre davranmayı düstur edinen Resulullah’tan (sav) Kuran’ı dinleyenler etkilenip iman ediyor. Doğru yolda olmanın gereği salih amellerini gün geçtikçe arttırıp kardeş oluyorlardı.
O hâlde “Sen, benim dediğimi dinle ama yaptığımı yapma!” sözü bu şuurdan uzaklaşmak ve onun sünnetini reddetmektir. Böylece dini emirleri tebliğ edenler bile,  kendi nefislerine emredemedikleri şeyleri dillendirince yapılan iş bir dudak tiryakiliğinden öteye geçemiyor. Bu şekliyle misyonerliğe benziyor. Sonuçta ülkemizde bir taraftan dindar görünüm artarken (!) diğer yandan iyilik, paylaşma, adil olma, kanaatkârlık, merhametle davranma, affedici olma, mazluma sahip çıkıp kardeş olabilme aynı oranda gelişemiyor. Artık birçok kimse “Selamün Aleyküm ve Rahmettullahi ve Berekatühu” diye selamlaşmasına rağmen birbirlerinden malları, canları ve ırzlar yönünden selamet bulamıyor, merhametle davranma yaygınlaşmıyor. Paylaşma olmayınca bereket de kayboluyor.
“Siz Kitab’ı (Tevrat’ı) okuyup durduğunuz hâlde, kendinizi unutup başkalarına iyiliği (erdemli davranmayı) mı emrediyorsunuz? Bunun yanlış olduğunu düşünemiyor musunuz?” (Bakara / 44)
Bu ayet, kendilerine Tevrat gelen fakat kitaplarından öğrendiklerini başkalarına tebliğ edip kendi üzerlerine alınmayan İsrailoğullarından bahseder. Yani kendi nefsine emretmeden başkalarına tebliğ etmenin yanlış olduğunu fark edememek Yahudileşme temayülüdür.
Günümüzde dindarlık, “Millete verir talkını kendi yutar salkımı” sapkınlığının yeni modern bir versiyonu gibi uygulanıyor. Bundan dolayı ibadetler, nefsi eğitmekten ve hayata yön vermekten uzak ruhundan sıyrılmış tekrarlara dönüştürüyor.

Kur’an;
İman edenlerin, “İşittik ve itaat ettik” dediğini,
Gâvurların ise “İşittik ve isyan ettik” diyerek saptığından bahsediyor.
Peki ya başkalarına işittirmeye çabalarken kendi nefsine işittiremeyenlere ne demeli?
Her hâlde bu kişilere de “ağzınızdan çıkanı kulağınız duysun” diyebilmeli…
Siz ne dersiniz?                                                             

Şevket HÜNER / 07.12.2012

7 Aralık 2012 Cuma

Çocuklara Ölümü Nasıl Anlatmalı?

 


Batı dünyasından elimize geçen ve ölümle alâkalı olan çeşitli yazılar, İslâmiyet’in her yaş grubu için ne kadar isabetli müjde ve telkinlerde bulunduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Batılı bir çocuk eğitimcisinin başından geçen çok enteresan bir olay, bu hakikate misâl olarak gösterilebilir.
Çocuklara Ölümü Yanlış Anlatmayın!

Bu eğitimcinin küçük yaştaki kızı, günün birinde, bir türlü yemek yemez olmuştur. Annesi çocuğa önce yemesi için yalvarmış, sonra zorlamışsa da fayda vermeyince acıkması için beklemiştir. Ancak aradan iki gün geçtiği halde küçük çocuk, ağzına bir lokma dahi koymamıştır. En nihayet annesi çok ısrar edince, çocukcağız ağlamaya başlar ve dilinden şu sözler dökülür:
-Ne olur anneciğim sen de yeme, çünkü seni çok seviyorum.

Annesi, neden yememesi gerektiğini sorduğunda küçük kız sebebini söyler ve anne hayretler içinde kalır. Meğer küçük kız ile babası arasında birkaç gün evvel şöyle bir konuşma cereyan etmiştir.
- Baba, niçin yemek yiyoruz?
- Büyümek için.
- Büyüyünce ne olacak?
- İhtiyarlayacağız.
- Peki ihtiyarladıktan sonra ne olacağız?
- Ne olacak, herkes gibi biz de öleceğiz...

O günden sonra çocuk yemek yememeğe karar vermiştir. Çünkü o, herkesin yemek yediği için öldüğünü zannedip; öyleyse yemek yemem; yemezsem büyümem, büyümeyince de ihtiyarlamam ve dolayısıyla ölmem diye düşünmektedir.

Tabii kendisi ölmek istemediği gibi, çok sevdiği annesinin de ölmesini istemiyor. Bu sebeple onun da yememesi için yalvarıp yakarıyor. Ve eğitimci bu hâdiseyi naklederek okuyucularına "Demek çocuklara, anlaşılması zor olan ölüm ve âhiret gibi mevzuları anlatmamalıyız" diyor. Bunu burada noktalayıp bir başkasına göz atalım.

Yanlış Bilgi, Kötü Sonuçtur

"Çocuklara Ölümden Bahsetmeli mi?" konulu bir yazı yayınlar ve ölüm konusunda şu tavsiyelerde bulunur.

"Çocuğunuzun köpeği ölünce, derin bir uykuya daldığını, kardeşi, arkadaşı veya bir yakını ölünce de onların bir seyahate çıktığını söylersiniz" diyor.

Ancak birkaç gün sonra gelen yüzlerce mektupta; çocuğumuzu yatırıp uyutamıyoruz ve birlikte seyahate çıkamıyoruz. Çünkü köpeğinin ve arkadaşlarının başına gelen âkibetin, kendilerine de geleceğinden korkuyorlar, ne yapacağız, şaşkına döndük şeklinde birçok soru soruluyor.

Doktorun cevaben yazdığı yazı ise "Bu meseleyi fazla kurcalamakla hata ettik" şeklinde oluyor.

İşte bu cevaplar hiç şüphesiz çaresizliğin ve aczin, ilâhi esaslardan habersizliğin ifadesinden başka bir şey olmasa gerek. Demek ki, insan nevinin yarısını teşkil eden çocuklar, ancak ölüm sonrası bir hayat inancıyla insanca yaşayabilirler. Ve yalnız Cennet fikriyle onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere ve vefâtlara karşı dayanabilirler.

Ve her vakit etrafında kendi gibi çocukların ve büyüklerin ölümlerinin onların endişeli nazarlarına çarpmasına, ancak ebedi hayatın müjdesiyle tahammül edebilirler. Hem bunu tahmin etmek zor değildir. Çünkü çocuklar daha küçük yaşlardan başlayarak çeşitli ölüm-kalım tecrübeleriyle belirli bir ölçüde ölümle ilk karşılaşmaya doğru ilâhi bir programlama çerçevesinde hazırlanmaktadır.

Aydınlık ve karanlığın birbirini takibi, uyuma ve uyanık kalma dönemleri, çeşitli çocukluk oyunları ölüm ve hayat zıtlıkları şuurunu geliştirmekte, çocuk yavaş yavaş bazı şeylerin daimi ve düzenli bir şekilde gelip gittiğini, ister istemez öğrenmektedir.


Bize düşen ise en iyi ve realist telkini, ruha uygun olarak enjekte edebilmektir. Yeri gelmişken bu konuda da bazı tecrübe ve tespitlerin ışığında çocuktaki ölüm şuurunun kendini hangi yaşta gösterdiğine göz atalım.

Henüz 5 yaşına gelmemiş küçüklerin, ölümün varlığından bütünüyle habersiz ve her şeyin canlı olduğu, Macaristan, Çin, İsveç, A.B.D. doğumlu çocuklarda yapılan testlerde hepsinin aynı kavrayış şeklini paylaştığı görülmüştür.

Çocuklara gerçeklerin bizim inancımız doğrultusunda öğretilmesi, onların yavaş yavaş ölüm fikrini kabul etmelerine ve bu tutumlarının düşünce ve konuşmalarına yansımasına sebep olur.

En Çok 7 - 9 Yaşlarında Etkileniyorlar

Pedagog ve psikologlar tarafından yapılan araştırmalar, çocuğun ruhî dünyasının en çok sarsıldığı yaşların 7 ve 9 yaşları olduğunu ortaya koymuştur. Çünkü çocuğun ölümü ihtiva eden, ölü taklidi yapması gerektiren oyunlara merak sarması bu döneme rastlar. Ölü taklidinin yer aldığı oyunların oynanması, çocuğun ölüm düşüncesini hayatın içine yerleştirmesi açısından tesirli bir rol oynar. Bu dönemdeki çocukların çoğu ölümü, bütün hayatî faaliyetlerin süresiz olarak kesilmesi şeklinde benimserler.

Çocuk ancak kendini doğrulayacak tasvirlere dayalı his ve müşahede tahlillerini yapabilecek duruma eriştiği bu yaştan itibaren, dünyayı ve hayatı tanımayı öğrenmiş ve dolayısıyla içinde yaşadığı cemiyetin bir üyesi olmağa hak kazanmış demektir.

Hiç şüphesiz insanlar içinde yapılan bu araştırmalarda mantık ölçülerine sığmayan tecrübe ve verilere de rastlamak mümkündür. Ancak yine de bunların hepsi bir araya geldiğinde şaşırtıcı bir şekilde birbiriyle uyum gösteren bir tablo meydana getirmektedir.

Ölüm Gerçeğini Anlatın

Başta zikrettiğimiz iki misalde olduğu gibi; susmak veya meseleyi örtbas etmeye çalışmak kime ne kazandırır? Aslında bizce hiç ehemmiyeti olmayan şeylerin dahi en ince noktalarını soran veya araştıran çocuk, nasıl olur da kendisini ve bütün yakınlarını alâkadar eden ölüm ve âhiret gibi mevzuları sormaz, araştırmaz?

Eğer siz ona "Ölüm yokluk değil!.. Hiçlik değil!.. Sönmek değil!.." hakikatini ve kabir kapısının nur âlemine açılan bir kapı olduğunu anlatamazsanız, çocuğun küçücük kalbi paramparça olacaktır. Oynamakta adi bir oyuncağı dahi elinden almaya çalıştığınızda ağlayan çocuk, eğer ahireti bilmezse, her gün beraber oynadıkları kardeşinin veya sevdiği bir yakınının birdenbire kaybolmasına nasıl tahammül edecektir?

Halbuki ruhu, "âhirete îman" nuruyla aydınlanan bir çocuğun çehresindeki hüzün ve ayrılık sisi dağılacak "Gerçi çok sevdiğim oyun arkadaşım veya kardeşim öldü ama Cennet’in bir kuşu oldu; orada bizden daha iyi yaşar. Hem nasıl olsa biz de O'nun yanına gideceğiz. Ölüm yok olmak değil ki üzüleyim. Ölüm sadece bir vatan değişikliğinden ibarettir." düşüncesi şuur ve hislerine akseder aksetmez, gözyaşları dinecek ve o küçücük kalbi huzur bulacaktır.

Yazımızı ölüm ve çocuk konusundaki bir tavsiye ile bitirelim: “Çocuklar ölümle çok erken yaşlarda ilgilenmeye başlarlar. Öldükten sonra iyilerin cennete gideceğini öğrenmek onlar için çoğu zaman yatıştırıcı olur.

Sevdiği dedesi ölen bir küçük çocuk, bu gerçeği çok güzel dile getirmişti: ‘dedem beni bırakıp cennete gitti, orada başka çocuklarla oynuyor!..’

Çocuğun bu durumuyla ilgili olarak anne ve babalara son tavsiye; onların sevdiği kişilerle bir öte dünyada buluşmak ümidini kırmayın şeklindedir.

Son olarak şunu da ifade edelim ki; ölüm meselesini çocuklara doğru biçimde anlatmanın yolu asıl biz büyüklerin onu doğru şekilde anlamamızdan geçer.

27 Kasım 2012 Salı

Birinin Hayatında Bir Fark Oluşturmaya Çalışın

Okulun ilk gününde 5. sınıfın önünde dururken, öğretmen çocuklara bir yalan söyledi. Çoğu öğretmen gibi, öğrencilerine baktı ve hepsini aynı derecede sevdiğini söyledi. Ancak bu imkânsızdı, çünkü ön sırada oturduğu yerde bir yana kaykılmış ismi Mustafa Yılmaz olan bir erkek çocuk vardı. Bayan Mediha bir yıl önce Mustafa yı izlemişti ve diğer çocuklarla iyi oynamadığını, elbiselerinin kirli olduğun...
u ve sürekli olarak kirli dolaştığını gözlemişti. İlave olarak Mustafa tatsız olabiliyordu. Bu öyle bir noktaya geldi ki, Bayan Mediha onun kâğıtlarını büyük bir kırmızı kalemle işaretlemekten, kalın çarpılar (x ) yapmaktan ve kâğıdın üstüne büyük? F? (en düşük derece) koymaktan zevk alır oldu.

Bayan Mediha nın okulunda, her çocuğun geçmiş kayıtlarını incelemesi gerekiyordu ve Mustafa nın kayıtlarını en sona bıraktı. Ancak, onun hayatını gözden geçirdiğinde, bir sürpriz ile karşılaştı.

Mustafa nın birinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:

Mustafa gülmeye hazır parlak bir çocuk. Ödevlerini derli toplu ve temiz yapıyor ve çok terbiyeli. Onun etrafta olması çok eğlenceli?

İkinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:

Mustafa mükemmel bir öğrenci, sınıf arkadaşları tarafından çok seviliyor, ama annesinin ölümcül bir hastalığı olduğu için sıkıntı içinde ve evde ki yaşamı mücadele içinde geçiyor.?

Üçüncü sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:

Mustafa nın annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Mustafa elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyor, ama babası ona ilgi göstermiyor ve eğer bazı adımlar atılmazsa evde ki yaşamı yakında onu etkileyecek.

Mustafa nın dördüncü sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:

"Mustafa içine kapanık ve okulda derslere çok fazla ilgi göstermiyor. Çok
fazla arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor.

Bunları okuyunca, Bayan Mediha problemi kavradı ve kendinden utandı.

Öğrencileri ona güzel kurdelelerle ve parlak kâğıtlara sarılmış hediyeleri
getirdiğinde bile çok kötü hissediyordu. Mustafa nın hediyesini alıncaya
kadar bu böyle devam etti.

Mustafa nın hediyesi bir marketten aldığı kalın, kahverengi ambalaj kâğıdı
ile beceriksizce sarılmıştı.

Bayan Mediha onu diğer hediyelerin ortasında açmaktan acı duydu. Bayan Mediha pakette taşlarından bazıları düşmüş yapma elmas taşlı bir bilezik ve çeyreği dolu olan bir parfüm şişesini çıkarınca çocuklardan bazıları gülmeye başladı. Ama o bileziğin ne kadar güzel olduğunu haykırdığında çocukların gülmesi kesildi. Bileziği taktı ve parfümü bileklerine sürdü. Mustafa, o gün okuldan sonra öğretmenine şunu söylemek için kaldı.

Öğretmenim bugün aynı annem gibi kokuyordunuz.

Çocuklar gittikten sonra, Bayan Mediha en az bir saat ağladı. O günden
sonra, okuma, yazma ve aritmetik öğretmeyi bıraktı. Bunun yerine, çocukları
eğitmeye başladı. Bayan Mediha, Mustafa ya özel ilgi gösterdi. Onunla çalışırken, zihni canlanmaya başlıyor görünüyordu. Onu daha fazla teşvik
ettikçe, daha hızlı karşılık veriyordu. Yılın sonuna kadar Mustafa sınıfta
ki en zeki çocuklardan biri oldu ve tüm çocukları aynı derecede sevdiğini
söylemesine rağmen, Mustafa onun gözdelerinden biri idi.

Bir sene sonra, Bayan Mediha kapısının altında Mustafa dan bir not buldu,
ona hala tüm yaşamında sahip olduğu en iyi öğretmen olduğunu söylüyordu.

Altı yıl sonra Mustafa dan bir not daha aldı. Liseyi bitirdiğini, sınıfında
üçüncü olduğunu ve onun hala hayatındaki en iyi öğretmen olduğunu yazmıştı.

Bundan dört yıl sonra, bazı zamanlar zor geçmesine rağmen okulda kaldığını,
sebatla çalışmaya devam ettiğini ve yakında kolejden en yüksek derece ile
mezun olacağını yazan başka bir mektup aldı. Yine Bayan Mediha nın tüm
yaşamında ki en iyi ve ne favori öğretmen olduğunu yazmıştı. Sonra dört yıl
daha geçti ve başka bir mektup geldi. Bu kez fakülte diplomasını aldıktan
sonra, biraz daha ilerlemeye karar verdiğini açıklıyordu. Mektup onun hala
karşılaştığı en iyi ve en favori öğretmen olduğunu açıklıyordu. Ama simdi
ismi biraz daha uzundu.

Mektup söyle imzalanmıştı,



Prof. Dr. Mustafa Yılmaz ( Tıp Doktoru)



Öykü burada bitmiyor.

Görüyorsunuz, ortaya çıkan başka bir mektup var.

Mustafa bir kızla tanıştığını ve onunla evleneceğini söylüyordu. Babasının
birkaç hafta önce vefat ettiğini açıklıyordu ve evlenme töreninde Bayan
Mediha nın damadın annesine ayrılan yere oturup oturamayacağını soruyordu.

Şüphesiz Bayan Mediha bunu kabul etti. Ve tahmin edin ne oldu?

Taşları düşmüş olan o bileziği takti. Dahası, Mustafa nın annesinin süründüğü parfümden sürdü.

Birbirlerini kucakladılar ve Dr. Mustafa, Bayan Mediha nın kulağına şöyle fısıldadı,

"Bana inandığınız için teşekkür ederim, öğretmenim.

Bana önemli olduğumu hissettirdiğiniz ve bir fark meydana getirebileceğimi gösterdiğiniz için çok teşekkür ederim"

Bayan Mediha, gözlerinde yaslarla fısıldadı, söyle dedi,

Mustafa, yanlış şeylere sahiptim. Bir fark meydana getirebileceğimi bana
öğreten sensin. Seninle tanışıncaya dek, nasıl öğreteceğimi bilmiyordum".

Birinin Hayatında Bir Fark Oluşturmaya Çalışın.

İrfan'ın Notu:
Fatih Arıtürk'e buradan teşekkürlerimi gönderiyorum. Gözlerim biraz buğulanarak okudum. Umudu kaybetmeden, ümitsizliğe kapılmadan, anlayarak ve anlamlandırarak farkımız olsun.

Oğlunuz Tesettürlü mü?



         Peygamberin Kuran ile inşa ettiği sahabe İslam öncesi hayatlarına “Cahiliye” derlerdi. Ve Rasulullah (sav) “imanın lezzetini alanlar” diye saydığı üç sınıf insandan biri için, “Eski cahiliye inançlarına dönmekten ateşe atılırmışçasına korkanlar” demiştir. İslam öncesi cahiliye gibi bizimde hidayete ermeden önceki cahiliye dönemimiz var. Bunun için kaynağını bilmediğimiz uygulamaları tek tek ayıklamak için Kuran ile doğru sorular sorup doğru cevapları aramalıyız. Mesela çocuklarımızın hayatı bize göre şekilleniyor. O hâlde burada hangi sorular sorulmalı? Ya da hangi cevapların peşine düşülmeli?
Çocuklarımızı yetiştirirken gerçekten Kur’an’ın emirlerine göre mi hareket ediyoruz? Mesela kızlarımızı tesettüre sokarken, ya erkek çocuğumuzun tesettürü? “Erkek çocuğun tesettürü olur mu?” diyorsak Nur suresinin 30. ayetini dikkatle okumamışız demektir.
“Mümin erkeklere söyle; Gözlerini harama bakmaktan sakındırsınlar. Irzlarını korusunlar. Bu onlar için arındırıcı ve temiz olandır. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” Bu ayette Allah, insanı yanlış yola götüren şeylerin nefsi bir bakışın ardından gizlendiğini bildirir. Yani bakışa getirilen ölçü, ırz terbiyesinin başlangıcını teşkil eder.                                                                                                                                             
           “…Henüz kadınların gizli yerlerinin farkına varmamış erkek çocukları…” (Nur / 31)
Erkek çocuklar ergenlik çağına varmadan bakışlar temiz ve saftır. Yani fıtri. Öyleyse oğullarımıza ergen olmadan önce bu konuya Kuran’ın getirdiği ölçülerden bahsetmeliyiz. Ergenlik denen bu geçiş döneminin kontrollü ve dikkatli olmasının zarureti, onun hayatının bundan sonraki kısmında temiz ve iffetli kalmasının başlangıcı olduğu unutulmamalı. 
          “Onlar mahrem yerlerini (ırzlarını) koruyan kimselerdir.”  (Mearic / 29) ayetindeki korunmayı biz ve oğullarımızın mahremini koruma şeklinde anlamalıyız. Zira eğitimdeki öncelik insanın temiz ve iffetli yaşayarak çocuklarına örnek teşkil etmesidir.
“Yalnız eşlerine ve cariyelerine karşı korunmazlar. Çünkü bundan dolayı kınanmazlar.” (Mearic/ 30) Bu ölçülerin gerekliliğinden bahsederken bunun insanın fıtratının bir uzantısı olduğunu belirtilmeliyiz. Allah’ın bu işe dikkat çekmesinin sebeplerini sabırla anlatılmalıyız. Örnek olarak Resul (sav)’e gelerek “ben zina etmek istiyorum” diyen gençten bahsetmeliyiz. O (sav) Başka bir erkeğin senin annenle, ablanla, halanla, teyzenle zina etmesini ister misin? Dediğinde, genç ”hayır” der. Bu seferAma senin de zina etmeyi düşündüğün kadın birisinin annesi, ablası, halası, teyzesi değil mi? diye sorar. Genç yaptığının yanlışlığını anlar ve kendisini bağışlaması için Allah’tan af diler.
           “Yusuf tam ergenlik çağına gelince kendisine ilim ve hüküm verdik.” (Yusuf /22 )Bu ayetle de artık bizim sorumluğumuzla onun sorumluluğunun aynı olduğu ona sezdirmeliyiz. Bununla birlikte ona “Artık Allah seni ciddiye alıyor ve sana direk sesleniyor, Kur’an’da sana bu konuda gereken ilmi ve bununla hükmetmeyi öğretiyor” demeliyiz… Tabi ki oğlumuzu adam yerine koymuyorsak bu uyarı da havada kalacaktır!
Kendisinin karşı cinse hissettiği bu değişik arzularına bir ölçü getirmesinin anlamının ileride kuracağı ailenin kalitesi ve çocuklarının selameti için gerekli olduğunu ona söylemeliyiz. Haddini aşıp arzularına teslim olanlar yüzünden birçok ailenin dağıldığından birçok çocuğun ailesiz ve yalnız olarak çok zor durumda kaldığından bahsetmeniz önemli. Tabii oğlunuz sizin, eşinizle ve çocuklarınızla olan ilişkinizden memnun ise!
Mekke’de zina çadırlarının Kâbe’nin etrafında dolup taştığı, kadınların örtünmediği, kadınlarla evlenmeden çocuk yaptığı ve çırılçıplak Kâbe’yi tavaf ettikleri bir yerde, Resul (sav) ve sahabenin bakışlarını ve iffetlerini koruma gayretlerinden bahsedilmeli. Yani Resul ‘emin’ sıfatından başka “ismet ve iffet” sıfatı ile de toplumuna örnekti. Buradan da anlıyoruz ki gözümüzü ve iffetimizi korumakta zorlandığımız yeri terk etmektense, kendimiz ve ailemizin iffetine sahip çıkıp toplumumuza Kuranî ölçüleri taşımak sünnettir.
Peki, kendisi korunurken ortam gereği karşı cinsin aşırı istekleriyle karşılaşırsa ne yapacak? Bu konuda oğlumuz ile birlikte Yusuf suresinin 22 den 35’e kadar okumalıyız. Burada dikkat etmemiz gereken size soru sormuyorsa konuyla ilgilenmiyor ya da dikte etmeniz iyi bir sonuç vermiyordur. Bu durumda asıl örnek sizsinizdir. Sizin karşı cins ile olan ilişkilerinizdeki ölçü, zaman içerisinde onda ahlak hâline dönüşecektir.
Her çocuk İslam üzere doğduğu için fıtratındaki hayâsı gereği yüzü kızarır. Bunun övünülesi bir durum olduğu söylenmeli. “Bu çocuk, kız gibi çocuk biraz açılsın” tavrı terk edilmeli. Onları hayâsız mekânlardan uzak tutulmalıdır. Televizyon ve internetteki hayâsız yayınları yasak etmek yerine, dilimiz döndüğünce bu yayınlardaki haddi aşmayı anlatmalıyız. Tabi ki ona yasaklanan şeylerin bize de yasak olduğunu görmesi etkileyici olacaktır.
Terbiyede oğullarımızla ilişki kurmakta zorlanıyor ya da belli ezberleri aşamıyorsak hemen psikologa gitmek yerine, yakınımızda bu ilişkiyi iyi kurmuş kişiler ile neler yapmalıyız konusunda istişare etmeli ve daha da önemlisi onları dikkatle izlemeliyiz.
Arkadaş edinme noktasında “bunla arkadaş ol, bununla olma” demeyip sabretmeliyiz. Çünkü bir insanın kalitesini gösteren en önemli etkenlerden biri de arkadaş seçimidir. Öyleyse yapılacak olan sizin arkadaş seçiminizin onu etkilemesini beklemektir. Bu konudaki sabırlı ve karalı tutumunuz karşısında görecekleriniz umutlarınızı arttıracaktır…
Eğer kendimizin ve oğullarımızın iffet anlayışını Kuran ile inşa eder ve harama uçkur çözmemeyi bir hayat düsturu edinirsek, bütün iffetsizliklerden ve azgınlıklardan kurtuluruz. Bu konuda kötülüklerle mücadele etmek adına kendimiz, ailemiz ve yaşadığımız toplum için bir ümit kaynağı oluruz. Zira iffetsizliğin bütün suçunu tarih boyunca kadına yükleyen cahiliye toplumları kadını, Avrupa’da cadı diye yakmış. Mekke’de doğar doğmaz toprağa gömmüş, haçlı seferlerine gidenler kadınlarına bekâret kemeri takmış, kilise kadınları rahibe ve bekâr olarak cinsiyetsizleştirmeye çalışılmış… Bu günde Kur’an kurslarına ve imam hatiplere kızların zorla gönderilme nedeni bu değil midir? Böylece bütün suç kadının üstüne atılmış. Üstelik “tek taraflı namus anlayışı” nedeniyle kadına yapılan zulümlerden sonra; modernlik adına kadın erkek rolüne soyunmuş, feminizm denilen bir azgınlığa mahkûm olmuş, cinsiyetini kutsamış, erkeği düşman görmüş. Bir erkek ile (biyolojik baba) yatıp, çocuğu kendisinin sayarak ailesiz olarak onu yetiştirme aşırılığına sapmıştır.
Ve bütün bunlar erkekle savaşırken olmuş…
Nur suresini 31. ayetinde anlatıldığı gibi kadın örtünmesiyle erkekten korunmuştur. Buna göre erkek terbiye edilmeden bu aşırılıklar e-n-g-e-l-l-e-n-e-m-e-z.  Bunları söyledikten sonra bir düşünelim bakalım. Dişi köpek kuyruğunu sallamasa” diye başlayan atası şeytana kanmış olanların sözü size hâlâ makul geliyor mu?
Öte yandan ülkemizde bakire kızların sayısı gitgide azalıyor ve bu durumda ne yapacağımızı bilemiyorsak, çözüm bakir erkek yetiştirmektir. Kuran’a göre zina eden erkeğe de ve kadına da ‘fahişe’ ismi verilir. Bize Yunan kültüründen gelen “genel ev”in karşısına bir hamam yapılmış. Erkek zina ettikten sonra yıkanır temizlenir, kadın ise ömür boyu fahişe damgası ile yaşar! Erkek bekâr veya evli iken zina etmesini kınanacağı yerde ona hovarda denilerek yaptığı iş meşrulaştırılmıştır.“Zina eden erkek ancak, zina eden veya müşrik bir kadından başkasıyla evlenemez.” (Nur /3) (Kuran’ın şu hükmüne göre hovardalar tövbe etmedikçe fahişelerden başkasıyla evlendirilmeseydi…)
Sonuç olarak, oğullarımızı Kur’an ölçüsü ile terbiye etmezsek bu durumdan sadece kadınlar zarar görmez. Günden güne çoğalan aile içi sapkın “enses” ilişkiler yaygınlaşır. Küçücük kız ve erkek çocuklarına tecavüzler artar. Kadınlar bir mal gibi alınıp satılan seks kölesine dönüşür. Erkek erkeğe iğrenç ilişkiler normalleşir. Erkekliğini gidermek için cerrahlara giden bir sürü hasta ruh ö-n-l-e-n-e-m-e-z.   
Elhamdülillah bugün Kur’an’ın emrine göre yetişmiş mahremini koruyan ve azgınlıklardan uzak duran iffetli erkekler ve kadınlar sağlıklı nesiller yetiştirmeye azami gayret sarf ediyorlar. İşte kardeşim günümüzde gittikçe yaygınlaşan fahşaya dur diyecek olan sen ve yetiştireceğin iffetli nesillerdir.
“Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler ise kötü kadınlara; Temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler de temiz kadınlara yaraşır...” (Nur /26.)
                                                                                           Şevket HÜNER /  10.06.2009

İrfan'ın Yorumu
Bilmiyorum, bu yazıda bir şeyler eksik ama ifadelendiremiyorum. Uzun bir makale yazısı olmasına göre ihtiyacımı karşılamaktan uzak. İstemiş olduğum duyguyu hissedemedim. Ama konu önemli olduğu için almayı uygun gördüm. Belki bu eksik olan duyguyu Şevket abi yazıyı tekrar okuyup kendisi değerlendirebilir. 

Borç Varsa Para Var Borç Yoksa Para da Yok


Prof.Dr.B.Gültekin Çetiner - 14/11/2012 

Anadolu Gençlik Dergisi Ağustos sayısında yayınlanan röportajımızdan…

Türkiye’de dindar kesim faiz kesin bir dille yasaklandığı için bankalara önceleri uzak durdu. Daha sonra kimilerinin faizsiz, kimilerinin İslami banka, kimilerinin ise katılım bankaları dediği kâr payı esasına dayalı bankalar kuruldu. Bu kanalla bankacılık sistemine giren dindar kesim daha sonra “ev ve araba ihtiyaçtır bunlar için kredi çekilebilir, enflasyonun altındaki artışlar faiz değildir” gibi fetvalarla artık tamamen hayatı bankalarla sarılmış hale geldi. Artık hepimizin cüzdanında birkaç bankanın mevduat ve kredi kartları var.Biz en baştan başlayarak soralım.

Türkiye’de ve dünyada bankacılık sistemi nasıl işler? BDPS/KRS sistemi nedir?
Öncelikle bu önemli meselede gençler arasında farkındalığın yayılmasında öncü rolü üstlendiği için sizin nezdinizde Anadolu Gençlik Dergisi’ne teşekkür ediyorum.

Cevaba isterseniz bankalarla neden bu kadar içli dışlı olduğumuzla başlayalım. İnsanların gündelik hayatına bankaların bu kadar girmesi şüphesiz tesadüfi değildir. Hele bir zamanlar bankaların önünden bile geçmeye imtina eden insanların bugün ceplerinde neden birkaç banka kartı bulundurduğu salt insanların satın alma hırslarıyla veya katılım bankalarının bu caizleştirme sürecinekatkılarıyla açıklanabilecek bir şey değil.
İnsanların neden ve nasıl bu hale geldiğini anlayabilmeleri için paranın nasıl ve kimlerce üretildiğini, miktarının kontrol edildiğini ve en önemlisi bunun toplumsal olarak yıkıcı etkilerini çok iyi kavramaları gerekiyor.

İnsanlar sistemin ekonomiler üzerindeki menfi etkilerini az çok sonuçlarıyla görüyorlar. Yani çatı akıyor ve bunu artık herkes görüyor. Ancak faizci/rantiyeci diye tabir ettiğimiz bu sistemi bir kristal netliğiyle tarif etmemiz gerekiyor. Prof. Mete Gündoğan’ın on yılın üzerinde sistemi anlatma gayretleri meyve verdi. Kendisinin Borca Dayalı Para Sistemi (BDPS) diye tanımladığı bu yıkıcı sistemin artık farklı görüş ve kesimlerden pek çok insan arasında konuşulduğuna ve yazıldığına şahit oluyoruz.
Neden bu kadar aradan sonra yoğunlukla konuşulmaya başlandı diye sorulacak olursa “Bir musibet bin nasihatten evladır” diye cevap vermek mümkün. Sizin başta belirttiğiniz sancıları artık herkes yaşıyor…
Şimdi bu sistemi uzun uzun bu röportaj içinde anlatmak mümkün olmadığından kısaca özetlemeye çalışayım.

Öncelikle bu sistem takasın zorluklarına karşı insanoğlunun ortak bir ölçü aracı arayışı sonucu binlerce yıl önce icat ettiği para denilen nesne üzerinden yürüyor. İnsanlar kendi aralarında takasa alternatif olarak kullandığı bu parayı büyük bir yanılgıyla devletler üretiyor zannediyor. Elbette bu yanılgıda eğitim sisteminde dünyada hiçbir ülkede paranın nasıl üretildiğinin öğretilmemesinin payı büyük. Beyinleri gereksiz tonlarca bilgiyle doldurulan insanlara cebinde her gün taşıdığı paranın tarihçesi ve nasıl/kimler tarafından üretildiği öğretilmiyor.

Herkes para konusunda kendi yanlış algılamalarını doğrular zannediyor. Örneğin “Para nasıl üretiliyor?” sorusunu en eğitimli insanlara sorun bakalım hangi cevapları alacaksınız?
Sistemi anlamak için öncelikle paranın temel işlevini açıklayalım. Bir terazi düşünün. Para bir ekonomide terazinin bir kefesine koyduğunuz diğer kefesinde üretilen tüm mal ve hizmetleri dengelediğiniz bir araçtır. Eğer ekonomide mal artar da parayı artırmazsanızdoğal denge gereği paranın değeri artar. Tersine mal ve hizmetler kefesinde artış olmadan para miktarını artırırsanız paranın değeri düşer böylece sistem dengelenir.

Piyasadaki üretilen parayı fiziksel ve diğer sanal (kaydi) para diye kabaca ikiye ayırdığımızda şunu söyleyebiliriz. Piyasadaki paranın ortalama %10’luk fiziksel kısmı devlet tahvilleri dediğimiz devleti borçlandırma araçlarıyla üretiliyor. Devlet her tahvil yani borçlanma ihalesinde bankalara borçlanıyor.   
Piyasadaki paranın en az %90’ı ise Kısmi Rezerv Sistemi (KRS) dediğimiz mekanizmayla bankalar tarafından üretiliyor. Bankalar havadan ürettikleri bu paranın faiz/kar payını istiyor. Ekonomide kimsenin üretmediği bu kısmın karşılığını mal ve servetler olarak kendisine aktarıyor. Bu aktarmanın hızını da belirleyen faizlerin ve zorunlu karşılıkların oranı. En önemlisi de faizler bileşik faiz dediğimiz kat be kat faiz şeklinde alınıyor.

Bankaların nasıl olup da parayı hem de %90’ın üstünde miktarla ürettiği çok kişiye inanılmaz gelebilir. Ama gerçek bu.Issız Ada Hikayesinde ve diğer yazılarımızda bu süreci anlattığımız için burada uzun uzun anlatmadan şunlarla yetinelim.KRS, bankaların kendilerine yatırılan paraların cüzi bir kısmını zorunlu karşılık olarak Merkez Bankası hesabında tutarak çoğunu tekrar tekrar ödünç vermek suretiyle para yaratma mekanizmasının adı. Diyelim bankaya 100 lira para yatırdınız. Zorunlu karşılığın 1/10 olduğu durumda her 1 liraya karşılık 9 lira para var etmesi anlamına geldiğinden insanlara defalarca ödünç vermek suretiyle 900 lira parayı havadan var edip bunun faiz/kar payını talep ediyor.
Neticede bu sistemde ekonomide üretilen paranın hepsi borç karşılığında üretiliyor. Yani para eşittir borç. Diğer bir deyişle borç varsa para var borç yoksa para da yok. Paranın fiziksel kısmı devletin bankalara borçlanmasıyla diğer büyük miktarı ise ancak vatandaşların bankalara borçlanmasıyla elde edilebiliyor.

Borçlar büyük bir yıkıcı etkiye sahip olan bileşik faizle büyüyor. İnsanlar bileşik faizin nasıl bir şey olduğunu idrak edemiyor. Anlamak isteyenler için “Son beş dakika” başlıklı yazıyı tavsiye ederim.
Neticede insanlar çalışıp didinerek mal ve hizmetler üretiyorlar. Ancak bunları ölçmek için kullanılan parayı bankalara bileşik faizle borçlanarak elde edebildikleri için sürekli bankalara çalışıyorlar. Büyük bir zulüm bu. Parayı havadan var eden bankalar faiz/kar payı yoluyla sürekli servetleri transfer ediyor.

 
Bir İslami bankacılığın olduğunu söyleyebilir miyiz?
Şu anda Dünyanın hiçbir yerinde bildiğim kadarıyla İslami prensiplere uygundur diyebileceğimiz bir banka yok. Çünkü KRS dediğimiz mekanizmayla bu bankaların hepsi havadan para üretip bunun kar payını alıyorlar.
Düşünün elinde sadece 100 TL olan bir banka 900 TL havadan para var edip bunun karını (!) alıyor. Hiçbir risk yok.Bizim itirazımız bu bankaların da KRS ile havadan para üretip bunun üzerinden servetleri haksız yere kendilerine transfer etmeleridir.Kendilerine yatırılan 1 birim paraya karşı 9 birim parayı havadan üretebiliyorlar (munzam karşılık oranı %10 kabul edilirse).
Bu bankaların da bilançolarına ve orada Merkez Bankasında tutulan değerlerine/nakitlerine ve oluşturulan kredi hacmine baktığınızda durumu rahatlıkla görebiliyorsunuz. Bununla ilgili olarak “Katılım Bankaları da Kısmi Rezervci” başlıklı yazıma müracaat edilebilir.

Katılım bankalarının birer fetva kurulu var ve onlar buna göre işlemlerini yapıyorlar. Fetvalar neye göre veriliyor?
Öncelikle şunu belirtmek lazım. Bu bankaların İslamiliğigibi önemli bir meselede kurumun kendisinden herhangi bir şekilde ücret ve menfaat temin edenlerin verdiği fetvaların dışarıdaki insanlar için kıymeti harbiyesi olamaz. Kendi iç denetim mekanizması içinde insanları çalıştırabilir ve gereklidirancak kurumun kendi faaliyetleri hakkında verdikleri fetvaya ne derece güvenebilirsiniz? O yüzden bu kurumların bünyesinde üretilen fetvaların bizce anlamı bulunmamaktadır.
Diğer yandan fetvaların çoğunu incelediğimizde BDPS/KRS dediğimiz sistemi anladıklarına dair hiçbir emare yok. Önlerine getirilen bazı finans ürünlerine bakıyor ve onlara göre sistemin tümü hakkında karar vermeye çalışıyorlar. Bu konuyu “Zehirli ağacın meyvesi de zehirlidir” başlıklı yazıda uzun uzun inceledik.

Fetva verenlerin hiç birisinden itirazlarımıza tatmin edici cevap alamadık.Özellikle KRS konusunda Türkiye’de şu ana kadar yapılan herhangi bir çalışma veya fetva mevcut değil. İslami bankacılık veya faizsiz bankacılık konusunda çalışanlara bakın. Çalışmalarında “Kısmi Rezerv” benzeri ifadelerin adı bile geçmez. KRS’nin neden haram olduğu konusunda Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi’ndenAhamedKameel ve MoussaLarbani’nin “Kısmi Rezerv Bankacılığının Mülkiyet Etkileri” başlıklı bilimsel makalesi dışında çalışma hemen hemen yok gibi.
Fetva verenlerin çoğu durumda neye göre fetva verdiği de belli değil. Fetvalarını dayandırdıkları ve neden caiz olduğuyla ilgili gerekçeleri de pek sunmuyorlar.

BDPS/KRS
 dediğimiz sistem tam olarak anlaşılınca sağduyulu herhangi bir kimse bunun ekonomide sıfır toplamlı oyun (zero-sumgame) diye tabir edilen kumar ve loto gibi oyunlardaki mantığı görmekteyiz. Yani bu sistemde bir tarafta kazananlar var diğer tarafta ise kaybedenler. Kazananlar hep aynı. Yani 2+2=4 gibi belli. 
Bunu da “Issız Ada Hikayesi”yle anlatıyoruz. Yani adada 1000 Ada Lirası üretip 1050 Ada Lirası  getirmelerini talep eden bankacının hikayesi. 50 Lira ekonomide olmadığı için bu miktar servet bankacıya transfer ediliyor. Bu transferin adına ister faiz deyin ister kar payı netice fark etmiyor.
Üstelik bu transferin şiddeti bileşik faizle artıyor. Öte taraftan KRS ile şiddet ortalama 10 kat artyor.
Arzu edildiği takdirde bildiklerimizi paylaşacağımıza dair kamuoyuna açıklamada bulunmamıza rağmen bize ne bu fetva kurullarından ne de fetva verenlerden herhangi bir şekilde başvuru olmadı.

Sıhhatini bilmiyorum ama “Ahir zamanda faizin tozu müslümana bulaşacak.” Diye bir hadisi şerif var. Bu gün bunu yaşıyoruz. Sistemin içinde kalıp sistemden etkilenmeme mümkün mü? Kredi kartı almamak, bankalarla işlemleri asgari miktara indirmek bizi ne kadar kurtarır?
Bu hadisin sıhhatini bilmemekle beraber önemli bir gerçeği ifade ettiğini savunuyorum.Bugün maaşını bankalardan almayan yok gibi. Yasal zorunluluk haline geldi. Orada tutulan her 100 TL siz üzerinden faiz/kar payı almasanız da KRS sayesinde 10 katı para üretilmesinde ve bankanın başkalarından faiz/kar payı elde etmesinde kullanılıyor.

Hiçbir banka hesabınız olmasa cebinizde taşıdığınız para devletin bankalara borçlanması süreciyle elde edilen para. Şu andaki borçlanmaya göre bu para üzerinden senelik %8-9 devlet bankalara faiz ödüyor. Yani ölçü aracı olarak kullandığımız para birilerinin borçlanmasıyla elde ediliyor. Borç da faizsiz elde edilmediğine göre tozu bir şekilde bulaşıyor.

Etkilenmemek için şu anda faiz nedeniyle ölçü olma vasfını kaybeden parayı hiç kullanmayacaksınız ki bu mümkün değil.Çünkü ya takasa yöneleceksiniz ya da hayatınız boyunca tüketeceğiniz her şeyi kendiniz üreteceksiniz. 
Görüldüğü gibi kaçış mümkün değil. Diğer yandan bu sistem değişmedikçe parayı kullandığınız sürece kaçınmanız da pek mümkün değil. Çünkü 760 milyar dolarlık ekonomide piyasada sadece 54 milyar TL para var. Sadece memurların yıllık maaşı 100 milyar TL. Devletin bankalara ödediği faiz 50 milyar TL. 

Yani piyasada nakit yok. Durum böyle olunca alışverişinizde mutlaka bankaların KRS’yle ürettikleri sanal parayı kullanacaksınız yani kredi kartlarına yükleneceksiniz demektir.
Unutmayın bu sistemde borç varsa para var. Borç yoksa para da yok. O yüzden cebinizde taşıdığınız her para birileri borçlanacak ki var olacak.

Geçtiğimiz aylarda Hayrettin Karaman hoca fetva kurulunda bulunduğu bankanın işlem yaptığı kağıt hakkında bunun caiz olmayacağını söyledi. Bu durum hakkında ne söylemek istersiniz?
Dediğim gibi bireysel ürünlere bakarak sistemin geneli hakkında karar vermek doğru değil. Bizim itirazımız bu bankaların KRS’yle havadan 10 katı para üretebilmeleri ve bundan kar payı toplamaları. Bankaların yüzlerce para kazanma aracı var. Kendisinin aracın birisine olumsuz diğerine olumlu fetva vermesi aslında sistemik olarak davranmadığınıngöstergesidir.

Bankalarının yapmış olduğu altın hesapları var. Altın islama göre reel bir yatırım aracı ama bankalar bu konuda ne kadar güvenli?
Altının kıymeti kendin içinde menkul olan özel bir mal. Tabiatta sınırlı miktarda üretilebiliyor. Sanayide değişik yerlerde kullanabiliyorsunuz ama kıymetin belki önemli kısmı hanımların ve insanların buna rağbet etmesi.Bu nedenle de değişik medeniyetlerde direk para olarak da kullanılmış.
Altın hesapları arkasında çoğunlukla altın denen bir şey yok. Bu hesaplarda ne kadar gözüktüğü buna mukabil ellerinde ne kadar altın olduğunu kendileribiliyor. Alışverişte altının peşin olarak alınıp satılması şeklindeki hükümler nedeniyle bu işlemlerin haram olduğu belirtiliyor. Bu konuda şüphesiz ilahiyatçılar ayrıntılı izah edebilirler.

Bu altınlar çoğunlukla sanal elektronik kayıtlar. İnternet üzerinden yaptığınız sanal işlemlerle girip aldım veya sattım diyorsunuz. İnsanların çoğu da aslında bunun arkasında gerçekte altın filan olmadığını biliyor.

Son alınan kararlarda altının zorunlu karşılığının %20 olduğunu bildiğimize göre (KRS) toplanan altınların en fazla %20’sinin gerçek altın olduğunu söyleyebiliriz. Gerisi sadece hesap bilgisinden ibaret elektronik kayıttır. Yani gerçekte 100 ton altın toplandıysa sistemde altın hesaplarında 500 ton altın varmış gibi bir durum söz konusudur.

Yastık altındaki altınların toplanmasına itirazlarınız vardı. İtirazlarınız nerelereydi?
KRS’yle altınların %20 munzam karşılıkla Merkez Bankası’nda toplanmasına, cari açık ve sıcak paranın finansmanı içinkullanılacağı endişesiyle itiraz etmiştik. “Yastık altı altınlar nereye?” başlıklı yazıda endişemin nedenlerini uzun uzun belirtmiştim. Avronun veya doların çökebileceğinden bahsedilen günümüzde cari açıkların ve bankalara sıcak para akışının finansmanı için kullanıldığında vebal olacağını belirttik.
Bugünlerde çok kimsenin konuştuğu muhtemel bir küresel bir buhranda yastık altındaki 4500 ton olduğu söylenen altın piyasaya çıkar ve ekonomiyi çok rahat döndürür. Bu yüzden değeri sadece duvar kağıdı olan dolarlar uğruna bu altınlar dışarıya buharlaşırsa büyük kayıp olur diyerek uyarıda bulunduk.
Endişelerimizi haklı çıkaran şey de birkaç bankaya uygulamayla ilgili bilgi almak istediğimizde verilen cevaplardı. Toplanan altınlar aslında bozuluyor ve geri almak istediğinizde sadece para veriyorlar. Yani altınlarınız bir anlamda buharlaşıyor.

Enflasyon kadar artışlar faiz değildir deniyor. Bu konu hakkında ne söylemek istersiniz?
Enflasyon kadar olsun veya altı olsun ribalı mallarda kalite farkına bakılmaksızın misli misline değiştirmeyi emreden hadis mucibince parayı aldığı miktarda değiştirmek gerektiğini söylüyoruz. Ayrıca enflasyon hesabının geçmişe ait olduğunu, faizin ise gelecekle ilgili olduğunu bu yüzden hüküm vermede birbirlerine karıştırdıklarını vurguladık. Hüküme esas kabul ettikleri bir imamın uygulamasını da tam anlamadıklarını söyleyebiliriz. Ayrıca fetvaların verildiği dönemde BDPS denen sistem ve KRS uygulamaları yoktu.

Diğer yandan BDPS ve KRS anlaşılmadan verilen fetvalarakan çatının tamir edilmesinden ziyade çatının altına kova koymaktan ibaret. Enflasyon geçmişe ait ve bir sepet içindeki yüzlerce ürünün ağırlıklı ortalamasındaki değişim esas alınarak hesap yapılıyor. Yani enflasyon diye hesaplanan bu şey aslında BDPS’nin paraya kaybettirdiği değeri açıklayamıyor. Ayrıca enflasyon gibi geçmişe ait bir olguylaİslam hukuku da dahil olmak üzere hiçbir hukukta geçmişe ait sözleşme yapamazsınız. Yani enflasyon hesabı paranın ne kadar değer kaybettiğini tam açıklayamazken bu ortalama değeri nasıl geçmişe yönelik sözleşmede esas alabilirsiniz? İslam’daki ölçüyü koruma kaidesi burada öne çıkıyor.
Yalnız bu müzakerelerde şunu özellikle vurguladık. BDPS parayı ölçü aracı olmaktan çıkarıyor. Para üzerinde değer kaybına yol açıyor. Yani bir terazi düşünün hileli tartıyor. Onlar enflasyon oranında faiz helaldir deme yerine belki böyle bir ölçü aracını bu haliyle kullanmanız caiz değildir diye fetva verseydi daha anlamlı ve sistemi düzeltme açısından teşvik edici olurdu.
Enflasyon fetvası dediğimiz gibi akan çatı örneğine benzetilebilir. Çatı akıyor. Neden aktığını dert etmiyor ve çatı altına koyduğunuz kovadan su taşmazsa tamamdır diyorlar. Ama sorun şu. Çatıdan akan suyun miktarını ölçmek için kullanacakları kova belli değil.

Güncele dair birkaç soru daha soralım. IMF’ye borç veriyoruz diye haberler dolaştı. İşin şekli nedir? Kredi alan ülkemiz kredi verme seviyesine çıktı mı?
Önce şunu belirtmekte yarar var. IMF’ye borç vermedik. Küresel krizlere karşı ortaklık paylarını artırmaya karar verdiler. Bizim hissemize 5 milyar dolar düştü. Bu bir kredi değil. Herhangi bir getirisi de yok. Bu bir propaganda aracı olarak kullanıldı.
Öte yandan şu anda iç ve dış borcumuzun toplamı 500 milyar dolar civarında. IMF’ye sadece 1-2 milyar dolar borcumuz olduğunu söylemek doğru ama diğerlerini bertaraf etmiyor bu. Yani size 1 lira borcum var, Ahmet’e de 500 TL. Remzi beye 1 TL borcum var ifadesi doğru ama benim gerçek durumumu açıklayabilme açısından eksik bir tanımlama.
Ekonomik büyüklüğümüz 760 milyar dolar ve toplam borç 500 milyar dolar olduğuna göre ne kadar borç verebileceğimiz konusunda bir tahminde bulunabilirsiniz.

Cari açığın geçtiğimiz aylarda geçen yıla göre düşmesi bir iyileşme göstergesi mi? Bunu nasıl okumalıyız?
6 aylık veya senelik resimler daha açıklayıcı olabilir. İran’a uygulanan genel ambargo nedeniyle ithalatın dolar cinsinden yapılması yerine İran’a ihraç edilen önemli miktarda altından söz ediliyor. Ekonomik durgunluk dönemlerinde cari açıkların azaldığı da bir gerçek. Bu sistemde para borçlanarak yani insanların kredi kullanmasıyla üretildiğine göre kredi kullanımında bir daralma nedeniyle tüketimin azalması olabilir. Tüketim deyince de çoğu durumda ithalata bağımlılık da söz konusu.
Yıl sonunda büyük resmi gördüğümüzde geçen seneye göre ihracatta önemli artışların olup olmadığı veya varsa ithalatta gerilemelere ait rakamlar sayesinde net rakamlar ortaya çıkacaktır.


Bütçenin de geçtiğimiz aylarda fazla verdiği söylendi. Sürekli borç üreten bir sistemde fazla vermek mümkün mü? Nasıl bu kadar iyimser rakamlar gösterebiliyorlar?
Benzer durum iç rakamlar netleştiğinde görülebilir. Bütçede öngörülen kalemleri ayrıntılı incelemek lazım. Özelleştirme uygulamaları veya başka gelirler öngörülenden fazla olabilir. Bütçede hangi kalemler ne kadar tahmin edildi ne kadar gerçekleşti sorusunun cevabını ayrıntılı incelemek gerekir.
Sistemin sürekli borç ürettiği tespitiniz çok yerinde. Bu sistemde borcun milli gelire oranı en önemli parametre kabul ediliyor.Bu oran %65’e kadar sürdürülebilir kabul ediliyor. Yani 100 TL geliri olan birisinin 65 TL borç ödemesi. Bu sistemde borç bileşik faizle sürekli büyüyor. Alacaklılar vazgeçmediklerine göre sistemin yürüyebilmesi için milli gelirin artması yani ekonomik büyüme gerekiyor. Hem de sürekli ve en az bileşik faiz hesabındaki kadar bir büyüme. Büyümesini tamamlamış nüfusu yaşlanmış AB ülkelerinde bu nedenle borçlar sürdürülemiyor.
Bizde şu anda büyümeye hala ihtiyaç var. Ancak ne kadar uğraşılsa da borcun büyümesiyle karşılaştırınca ekonomik büyümenin üssel olarak hareket etmesi mümkün olmadığından sistem tıkanmaya mahkum.
O yüzden herkesin gözü kulağı büyüme rakamlarında. 

Büyüme olmamasının dünyanın sonu olmadığı ve krizlere yol açmadığı tek sistemse BDPS ve KRS’nin olmadığı bir ekonomi. Borç sürekli katlanırken ekonomi küçülürse yandı gülüm keten helva. Ama parasını bankalara borçlanmadan devletin faizsiz bastığı bir ülkede yapılacak şey çok basit. Küçülme miktarı paranın piyasadan çekilmesi. Para ölçü aracı olduğuna göre terazinin bir kefesinde azalan mal ve hizmet karşılığında parayı ekonomiden çektiğinizde denge sağlanabiliyor

İrfan'ın Yorumu:
Bu yazı kenarda dursun, üzerinde daha sonra değerlendirmeler yapılabilir diyerek koydum.