30 Ağustos 2012 Perşembe

SOL ELDEKİ ALYANS


Uzun zamandır görüşemediğim bir dostum Kanada’dan ziyaretime gelince çok sevinmiştim. Kendisiyle musafahalaşırken alıştığımız üzere alyansının sağ elinde olmadığını fark ettim. Şaşkın şaşkın baktığımı fark edince bunu bilinçli olarak sol eline taktığını söyledi. Hatta “Kanada’da alyansı sol ele takmak sünnettir” dediğini hatırlıyorum…
Bu kardeşim o sıralar Kanada’da şoförlük yapıyormuş. Şirket merkezindeki şoför arkadaşlarının ardı sıra alaylı gülüşlerinin artmasının nedenini sormuş ama bir cevap alamamış. Ama daha sonra, erkekten dönme olup bir erkekle evlenen(!) marketteki kasiyerin de alyansını sağ eline taktığını görünce irkilmiş. Bu iki olayı birleştirip doğruyu bulması için küçük bir internet araştırması yapması yeterli olmuş.
          Kanada 20 Temmuz 2005 te, erkek erkeğe evlenmeyi(!) dünyada dördüncü Amerika kıtasında ilk yasallaştıran(!) ülkeymiş. Sonra bu sapık ilişkide erkek rolünü üstlenen kişinin(!) alyansı sağ eline takması adet olmuş. Tabi bundan haberi olmayan arkadaşımın sağ elindeki alyansı gümüş olmasına rağmen yanlış anlaşılmasına sebep olmuş. O da hemen alyansını sol eline takmış. Bu yaptığına sünnet demesinin nedeni de fıtrata uygun olanın ancak Resulullah’ın (sav) sünneti olabileceğine olan inancıymış.
           Resulullah’ın(sav) dış görünüşüne yönelik de değişiklik yaptığına dair pek çok rivayetten haberiniz vardır. Amacı genellikle müşriklere veya ehli Kitab’a benzememektir. Yani Allah’ın doğru yolunu terk etmiş kimselere dış görünüş olarak bile andırıyor olmaktan bilinçli bir şekilde uzak durmuş ve iman etmiş olmanın farkını her yerde gözetmiştir. Bu nedenle sadece Resulullah’a(sav)  benzeme tavrı sünnet sayılmıştır. Yukarıda sözü edilen örnekte de görüleceği gibi inanç noktasındaki sapmalar sonuç itibariyle fıtrattan sapmaya neden olur. Nitekim insana Allah’ın dışında bütünüyle doğru yolu gösteren bir kaynak yoktur. Buna göre hidayet yolundan sapanlardan ayrılmayan kişi, şeytanın rehberliğinde her türlü azgınlığa ve haddi aşmaya müsait hâle gelir…
            Bugün dünya internet ve uydu kanallar marifetiyle birbirinin yaptığı en ufak ayrıntıdan bile haberdar olmaktadır. Çocuğunuzun şu anda giydiği tişörtünün üzerindeki İngilizce ibare ve logoların karşılıklarını biliyor musunuz? Peki, bu işaret ve yazıların Amerika’da ortaya çıkan yeni bir sapkınlığa ait işaretler olup olmadığını araştırdınız mı?    
           Şüphesiz dünya gençliğini tek tip giyinen, haberleşen, eğlenen adeta bir sürü haline getirip sömürmeye kalkanların yolu “sırat-i müstakim” değildir. Resulullah’ın(sav) rehberliğinden uzak yetişen gençlerin fıtratları tehlike altındadır. Zira onlara internet yoluyla özendirilen bütün rol modeller fıtrattan uzaklaştırılıp melezleştirilmiş laboratuar üretimleridir.
           Bir küpe, bir dövme, bir yırtık kot deyip gençtir bu bir hevestir geçer demeyin. Mesela gençlerin haberleşme ağı olarak kullandığı Facebook’un yedi yüz milyon kullanıcısı olduğunu biliyor musunuz? Ara sıra ülkemize gelen rock guruplarının konserlerine giden gençlerimize dışarıdan bakınca giyim ve tavırlarıyla onlar gibi görünmeleri sizi de endişelendirmiyor mu?
           Dostlar artık 80’li yıllar gibi kabirle, mumla, çaputla uğraşıp bidattir deyip önemli bir tespit yaptığını zannetme devri çoktan gelip geçti. Bugün internet sayesinde binlerce hurafe ve sapkınlık gencimizin zihnine hücum ediyor. Üstelik pekte haberdar olmadığımız batıya ait tahrif olmuş dinlerin veya ona karşı ürettikleri dinsizliklerinin ürünü azgınlıklar…
          O zaman sünnetin gayesini ve pak yolunu öğrenmeye ve İslami fıtrat üzere direnmeye her zamankinden daha çok muhtacız demektir. Bu bidattir demek kolaycılığı bataklıkta sinek avlamaktır. Bunun yerine kendimizi Resulullah’ın(sav) muhatabı olarak görerek, hadisleri okuma gayretimizin sonunda doğru sözün ve doğru eylemin bize emanet edildiğinin idrakine varırız. Bu şekilde Resulullah’ın(sav) sünneti aramızda o kadar doğal yaşanır ki bu batı kaynaklı sapkınlıklar ortada sırıtıp kalır. Ve bir gün belkide aramızda yaşanan sünnetin o pak yolu sayesinde batı tarafından yolundan saptırılmış olanlara fıtrat üzere yaşama konusunda rehberlik etme şerefine nail oluruz…
          Haydi, o zaman mesela “Riyazü’s Salihin” adlı İmam Nevevi’ye ait ahlak hadislerinin toplu halde bulunduğu kitabı gününü belirleyip Ramazan’da ıslah olmuş ailemiz ve yakın çevremiz ile okumaya başlayalım…

             Gerçek şu ki, Allah'ı ve Ahiret Günü'nü (korku ve umutla bekleyen) ve O'nu her daim anan kimseler için Allah'ın Resulü güzel bir örnek teşkil eder. (Ahzap / 21)


                                                                                       
                                                                                           Şevket HÜNER / 12.08.2012

20 Ağustos 2012 Pazartesi

Kimsin Sen Alex ?


Kitabın Adı: Alex
Yayınevi: Can Yayınları
Yazarı: Pierre Lemaitre
Kitabı Bitiriş Tarihi: 20 Ağustos 2012



Kızı sağ bulsak bile, susuzluktan dolayı kalıcı nörolojik hasar görmüş olabilir. Yani, kanlı canlı bir kız yerine bir sebze bulma riskiniz var. (sh. 98)

İrfan'ın Yorumu:
Gerilim ve polisiye romanları her zaman ilgimi çekmiştir. Bu türün ürünlerini kafamı biraz dağıtmak, tabiri caiz ise dinlenmek kabilinden okumayı severim. Ejderha Dövmeli Kız ve serisi gibi. Bu kitabı tercih etmemin en önemli etkeni Can Yayınları gibi ciddi bir yayınevinden çıkması oldu açıkçası. 
Kitap hemen hemen birçok polisiye gerilim romanlarındaki hikayeler gibi sonu süprizlere açık bir şekilde bitiyor. Yazarın bu konudaki başarısını teslim etmek gerekiyor. Alex adlı bir kadının daha kitabın başlarında kaçırılması, kaçıran kişinin onu bir kafese kapatması, daha sonra kaçıran kişinin kendini öldürmesi sonucu Alex'in yaşam mücadelesi vermesi ile başlıyor. Ama ondan sonra polislerin bu kadını bulma çabası ve Alex'in kurtulması için gösterdiği çaba ile kitabın biteceğini sanıyorsunuz. İşte asıl yanılgınız burada. Hani derler ya "film daha yeni başlıyor"...
Dedim ya, birkaç günde kafanızı dağıtmak için okuyabileceğiniz güzel bir polisiye gerilim.


Kitabın Arka Kapağı

 Sıradan bir kadın, bir gün sokak ortasında kacırılır. Ne var ki yalnız kaçıranın değil, kurbanın kimliği de şüphelidir. Tek bilinen, içinde ne ayakda durabildiği ne de uzanabildiği bir kafeste, korkunç şartlar altında hapsedilerek sürekli işkence gördüğü ve isminin Alex olduğudur.
Davayı üstlenmek zorunda kalan Başkomiser Verhoeven, bir yandan geçmişiyle hesaplaşırken bir yandan da bu gizemli kadını celladının elinden kurtarmak için zamanla yarışmak zorundadır. Soruşturma ilerledikçe Alex'in karmaşık geçmişiyle yüzyüze gelecek, hiç beklemediği bir süprizle karşılaşacak ve hayatının en zor kararını vermek zorunda kalacaktır...
Alex, kurban, cellat ve kurtarıcı üçlüsüne getirdiği psikolojik derinlikle, solukları kesen ritmiyle, tüyler ürperten gerçekçi anlatımıyla ve dehşet içinde bırakan sonuyla gerilim tutkunlarını baştan çıkaracak...

14 Ağustos 2012 Salı

kadir gecesi


Tüm müslümanların Kadir gecesini tebrik ediyor, hayırlara vesile olmasını Rabbimden niyaz ediyorum. 
Tüm insanların da Kadir gecesini tebrik ediyor, onlara da İslam ile tanışması için vesile olmasını diliyorum. 
Tüm varlık aleminin de Kadir gecesini tebrik ediyor, var olan her canlı-cansızın Rabbi olan Allah'a hamd ediyorum. 
RABBİM SEN EKSİKLİKLERDEN MÜNEZZEHSİN, RABBİM SEN AZİMSİN. 
RABBİM SEN BAĞIŞLAMAYI SEVERSİN, BİZLERİ BAĞIŞLA. (AMİN)

KADİR SURESİ
Bismillâhirrahmânirrahîm.
1. Şüphesiz, biz onu (Kur’an’ı) Kadir gecesinde indirdik.
2. Kadir gecesinin ne olduğunu sen ne bileceksin!
3. Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır.

4. Melekler ve Ruh (Cebrail) o gecede, Rablerinin izniyle her türlü iş için iner de iner.
5. O gece, tan yerinin ağarmasına kadar bir esenliktir.

DUHAN SURESİNDEN
2,3. Apaçık olan Kitab’a andolsun ki, biz onu mübarek bir gecede indirdik. Şüphesiz biz insanları uyarmaktayız.
4,5,6,7. Katımızdan bir emirle her hikmetli iş o gecede ayırt edilir. Eğer kesin olarak inanıyorsanız, Rabbinden; göklerin, yerin ve bu ikisi arasındakilerin Rabbinden bir rahmet olarak biz peygamberler göndermekteyiz. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.


-------------------------------------------
Kandil Röportajı…

Bu gece 27 ramazan 1433
Ümmetin genellikle rağbet ettiği bin aydan hayırlı Kadir gecesi
Peki,1446 ay senesi önce bu gecede ne olmuş?
Kuran  (sav) Cebrail vasıtasıyla inmeye başlamış.
Muhammed, Resulullah’(sav) olmuş.
Bu hadise nerede gerçekleşmiş?
Mekke’nin dışında ıssız bir tepedeki Hira mağarasında
Neden orada inmiş?
Çünkü Muhammed tefekkür etmek için bu mağaraya çekilmeyi adet etmiş.
Niye Hz Hatice’ye ait o malikânede değil de bir mağarada inmiş?
Çünkü Mekke’de yaşanılan zulümlere çare bulamamak Muhammed’i üzüyormuş.
Niye yetkili mercilere başvurmak yerine mağaraya çekilmiş?
Çünkü Mekke’de yaşanılan zulümlerin sebebi yetkili mercilermiş…
Birde yaşanan zulmü hayat diye algılayanlarla ayrılmak ve çözümü düşünmek için…
Muhammed’e putlara tapmayan bir Hanif olup evinde oturmak niye yetmemiş?
Zulümler karşısında susmayı reddeden örnek bir ahlaka sahip olduğu için…
Yani başkalarının uğradığı zulümlere çare aramak için mi rahatından vazgeçmiş?
Evet, O kendi için istediklerini başkaları için de istermiş…
Kendi başına gelmesini istemediklerini ise başkalarının da başına gelmesin istermiş
Zaten Kuran’da böyle örnek bir ahlâka inmiş…
Tefekkür etmek ile ahlakın ne gibi bir ilişkisi var?
İnsanın fikirleriyle ahlakının ayrışması bölünmüş şahsiyet denilen bir çıkmaza düşmesidir.
Muhammed, ise daima konuştukları, yaptıkları ve tepkileri ahlakıyla uyumluymuş…
O zaman bu kadir gecesi meleklerin getirdiği çözümler nereye iner?
Güzel ahlak sahiplerinin Kuran kaynaklı tefekkürlerine iner…
Ama hani günahların tövbesi konusu nerede kalıyor?
Muhammed Kuran ile yasaklanan şeylerden tövbe ediyor onlardan dönüyor sonra çağırıyordu.
İşte toplumumuzda işlenip bizimde sesiz desteklediğimiz zulümlerdir günahlar…
Sence bunlara iştirak etmekten vazgeçmeden çok üzgünüm demek yeteli olur mu?
Kuran, rehberliğinde bu zulümlerin önlenmesi için bu gecede indirilmeye başlanmıştır…
Yani Kuran inmeye devam mı etmektedir?
Evet, zalimlerle mücadele etmeyi görev bilen her müminin ahlakına ve tefekkürlerine…

Peki, yanlış olan ne?
Bu geceye bir sene kirlettiği çamaşırları temizleme görevi verilmesi yanlıştır.
Yani Kadir gecesine Çamaşır makinesi yakıştırması yapmak…
Bu gece salya sümük ağlayıp yarın kaldığın yerden zulmün parçası olmaya devam etmek…
Ama ya gece namazları , tesbihatlar okunan hatimler.?
Resulullah namazda Kuran okuyordu yani Allah’ın çözümlerini tefekkür ediyordu…
Sonra bu namazları onu kötülüklerden ve her türlü zulümden ayrı kılıyordu.
Tesbihatını sadece Allah’a yapıyor yani onu anar gibi kimseyi anmıyordu..
Onun dostuyla dost düşmanıyla yani zalimlerle düşman oluyordu…
O zaman bu gece ile bütün işleri yoluna koymak imkânsız mı diyorsunuz?
Bu geceden başlayarak Kuranın rehberliğinde ölene kadar hiç durmadan ise evet…
Söylediklerin aklımda bir şimşek çakmasına neden oldu.
O şimşek değil kandil, kandil
O zaman Kandilin mübarek olsun.
Amiiiiin…



                                                                                  Şevket HÜNER / 26.08.2011

Bir Tutam

Bir Tv kanalında sofra tasarımını anlatan bir görgü(!) programına takılıp kalıyorum... Programı sunan bayan, geçirdiği estetik müdahaleyle kaldırılmış burnuna uyan bir gurur eşliğinde üst perdeden bidon kafalı halkını eğitmeye çalışıyordu. Sunucunun anlatmaya başlamasıyla kameranın zumladığı tabağın sağında ve solunda dizilmiş muhtelif boy çatal, kaşık ve bıçaklar hikmetli(!) bir yol göstericiye dönüşüyor. Meğerse bu aletleri doğru kullanarak yemek yemek insanın görgü olarak ulaşılabileceği zirve noktasıymış!
          Program sonrası seyrettiğim bir belgeselde(!) ise Nazi esir kamplarının yanında yapılmış özel konutunda gestapo şefi, son derce şık giyinmiş kadınlar ve küçük bir oda orkestrası eşliğinde büyük bir görgüyle yemek yiyordu. Ama yemek yedikleri mekânın işkence yapılan bir esir kampına ait olması bu görgülü insanlar(!) tiksindirmiyordu…
Bir yerde yemek yeme konusunda titizlenen insanların, aynı titizliği insan hakları konusunda göstermemesine ne diyorsunuz? Kişiyi ve yaşamını parçalara ayıran bu modern hayat adlı akıl tutulmasına karşı bir tezinizin olmamasından rahatsız değil misiniz? Sizin için hayat, kompartımanlara ayrılmış ve değişik maskeler eşliğinde “mış gibi”  yapılarak yaşanan bir tekrar mı yoksa Allah’ın var ettiği bir bütün mü? Batı kaynaklı görgü kurallarının modern maskeler olarak algı dünyamızı altüst etmesine karşı savunacağınız ümitleriniz var mı?
              Kâ`b İbni Malik (rah) şöyle dedi: Resulullah’ın (sav) üç parmağıyla yemek yediğini, yemekten sonra da parmaklarını yaladığını gördüm. (Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî)
           Resulullah (sav) katı yemekleri çoğu zaman bir çatal şeklinde kullandığı başparmağı, şahadet parmağı ve orta parmağıyla yer ve yemeğin bitiminde parmaklarını yalarmış. Günümüzde bu hadisi nakledenler(!) o zaman diliminde bugünkü kadar çatal bıçağa sahip olunmadığını söyleyerek bir yaşanmışlığı yok sayarlar. Böylece tecrübe edilip hayatta yer bulmuş olanın yerine iddia ettiklerini koyarak her şeyin kendileriyle zirve bulduğu yalanına inanmamızı beklerler. Buradaki sözün sahibi tevhidin en mükemmel ve son temsilcisi olan Resulullah(sav) dir. Yani hayatı tevhid gereği bir bütün olarak yaşayarak örnek olan, söylediği ile yaptığı bir ve kadim olan ile çelişmeyen, işleri Allah’ın kontrolünde gerçekleştiren son referans kişidir. Yani şimdi birkaç bedevi bunu özensiz yaptı diye Müslüman imajını(!) zedelediği yalanıyla bu tecrübeyi yok saymak insafsızlıktır. O zaman birileri de çıkıp gestapo şefi nedeniyle çatal bıçak kullanmayı terk etmeliyiz demeye başlar…
          Resulullah (sav), yemeğe iki elini ve tüm parmaklarını sokan hemşerilerine önce sağ elini kullanmalarını söyleyerek bir elle yemelerini sağlamış sonra üç parmakla yiyerek yemekten bir tutam almalarını öğretmişti. Zira üç parmak, bir tutam almayı düşündürürken çatal ve bıçak böyle bir tefekkür ufkuna seslenmez. Bir tutam almaya alışan kişi iftar sofrasındaki her yiyeceğe saldırmadığı gibi iş dünyasındaki rakiplerin de ellerinden bütün işleri almaya çalışmaz... O artık azgın iştahı nedeniyle dizginlenemeyen değil bir tutama razı olup paylaşandır… Zira biricik önderimiz Resulullah (sav) hiçbir dünyalığa saldırmaz, paylaşır ve alınca da anca bir tutam alırdı. Bu da ağzımızın çılgın iştahımıza inat ancak bir tutam alacak şekilde yaratılmış olmasıyla tutarlı bir davranıştır.
          Çatalsız ve kaşıksız yemek yenilebilir olduğunun bir ispatı da kadim Çin mutfağıdır. Orada iki çubukla pilav yiyen bir Çinli yediğinden ancak bir tutam alır. Yani her kadim kültür bizi bir tutam alma yolunda eğitmeye çalışır. Bu da göstermelidir ki iki çubukla yemenin bu gün batılılarca da benimsenmiş olması Çinlilerin yemek yeme araçlarını terk etmeyip bunu bir sofra zenginliği olarak sunmalarındandır... Bir batılı evindeki çatal bıçağa rağmen eğer Çin yemeği sipariş etmişse onu çubuklarla yer ve tüm azgın iştahına rağmen ancak bir tutam alır.
           Körlere dikkat ettiyseniz görürsünüz ki onların elleri adeta gözleri mesabesindedir. Modern insan el ile teması küçümsemiştir. Batılı elin yerine icat ettiği her araçla maddeden uzaklaşmış ve tevhid ile ilişkisi kopmuştur. Hâlbuki dikkat edenler görürler ki körler elleriyle okurlar. Üç parmak ile yemenin çatal kaşıkla yemeye göre getirdiği genişlik ise yemeği ağzın yanında elin de hissetmesidir. Yani yemek yeme artık damak tadıyla sınırlı değildir. Böylece yemek, eşit ve küçük parçalar olarak lokmalara bölünerek sindirimi kolaylaştıracak şekilde yenir. Bu lokmalara bölünme işlemi bu gün küçümsendiğinden fastfood tarzı beslenme de elin bölme işi ağızla yapılmaya çalışılmış ve aşırı şişmanlığa neden olunmuştur. Ayrıca üç parmak ile yiyenin yemeğinin sıcaklığı damağını kavurmaz veya bir kemik parçası dişini kırmaz. Diğer yandan dilimize pelesenk olan “Yemek o kadar güzeldi ki parmaklarımı yedim” nezaket ifadesi ise mesnetsiz kalmamış olur...
            Resulullah’ın (sav) yemek sonrası parmaklarını yalaması da batıya hayran zihinlerce mide bulandırıcı bulunur. Bunu karşın bulaşık makinelerinde kanserojen deterjanlarla yıkanmış(!) çatal kaşıkla yemeyi normal karşılarlar. Parmağını yalamak veya tabağını sıyırmak, her şeyi azgın bir iştah neticesinde tüketmek yerine yediğinin bir nimet olduğunu görmek gibi kadim tecrübeye işaret eder. Böylece Müslüman her yediği nimetin kadrini kıymetini bilerek şükreder ve iştahını gemlemeyenler gibi dünyayı bir çöplüğe çevirmez.          
           Zaten yemek sonrası elimizi yıkadığımız kimyasalların kullanılmaya başlanmasının üzerinden çok uzun bir süre geçmemiştir ve bunların zararları henüz tespit edilememiştir. Kedilerin yemek yedikten sonra ön ayaklarını nasıl yalayarak temizlediğini görmüşüzdür… Kardeşi Habil’i gömmeyi bir kargadan öğrenen âdemoğlu bir kediden de yemek adabını öğrenebilmelidir. Zira modern insanın aksine bir Müslüman öğrenmeye olan yatkınlığı gereği hocasının bir karga veya kedi olmasını önemsemez ve yaratılan her şeyle uyumlu yaşar.
         Hijyen ve sterilizasyon adlı üretilmiş iki korku yüzünden günümüzde açık hiçbir şey alıp yiyemeyen, araçlarla yiyip içen ve birçok ambalaj farkı ödeyen modern insan buna rağmen dedesinin ismini bile bilmediği birçok hastalığa yakalanması bir çelişki değil midir? Yediklerimizin geçmiş yüzyıllara göre bugün daha sağlıklı ve temiz olduğu iddiası ne kadar gerçeği yansıtmaktadır? Batılılar bir gün üç parmak ile yemek daha sağlıklıymış derse ne yaparız? Her halde bugün üç parmakla yemeği çağ dışı sayan ilahiyatçılar o günlerde peygamberimiz (sav) bunu binlerce yıl evvel dile getirmişti diye çark edeceklerdir…
          Cabir’den (rah)  rivayet edildiğine göre, Resulullah (sav) şöyle buyurdu:“Şüphesiz şeytan sizden birinizin her yaptığı işte hazır olur. Hatta yemek yerken bile yanında bulunur. Birinizin lokması yere düştüğünde onu alsın, üzerine yapışan şeyleri temizledikten sonra yesin; onu şeytana bırakmasın. Yemeğini bitirince parmaklarını yalasın; çünkü o yemeğinin neresinde bereket bulunduğunu bilemez.(Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî, İbni Mâce)
           Bu hadisle dikkat çekilen şeytanileşme israftır. Bir lokmayı tozlandı diye hijyen gereği atan modern insan öte yandan steril laboratuar ortamlarında(!) tabiata zarar verip yok edilemez kimyasalları üretiyor olması çelişki değil midir?
            Bir lokmayı bile atmama sünneti Mekke’de açlığı bitirmiştir. Azgınca tüketen müşriklerin sofrasında yenmeyenler çöpe atılır. Aç insanlar çöplüklerden yemek ararlardı. Şu an çöp konteynırlarında yiyecek arayan insanımızın, bu adaletsizliği yok etmek için gönderilmiş Resulullah’ın(sav) sünnetini top yekun terk ettiğimiz için cahiliye zulmüne geri dönülmüştür.
          İşte Resulullah’ın(sav) sofrasını terk etmiş şeytanileşme şu anda modern sofralarda ikamet etmektedir. Orada hiçbir ihtiyaç sahibi yoktur ve atılmak için bekleyen nimet çoktur.
           Sünneti yaşayan bir mümin, hayatı tevhid gereği bir bütün görür ve bereketlenmesini arzu eder. Fakat modern insan azgın iştahını tatmin etmek için berekete değil tüketime taliptir. Bunun neticesinde de birileri şişmanlıktan yürüyemez halde oldukları dünyada birileri açlıktan ölmektedir. Kurtuluş reçetesi ise Resulullah (sav) gibi hayatı bir bütün görmektedir.
           Hülasa kardeşim sen de bu dünya hayatında üç parmağıyla bir tutam alanlardan mısın?
          Ey Âdemoğulları! (Allaha) kulluk olsun diye yapıp ettiğiniz her işte kendinize çekidüzen verin; Yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez. (Araf / 31)
           Yoksa her gün sayısı artan araçlarla dünyaya azgın bir iştahla saldıranlardan mısın?
         …hakikati inkâra şartlanmış olanlar ise, (bu dünyadaki) hayatlarından zevk alıp hayvanlar gibi yiyip içseler de (öteki dünyada) yerleri ateş olacaktır. (Muhammed / 12)
                                                                                                   Şevket HÜNER / 11.08.2012


Not; Bu yazı, kaşık ve çatalı bırakıp bundan sonra üç parmakla yemeğe başlasın diye değil Resulullah’a(sav)  ait her sünnetin hayatı bir bütün olarak gören ve yaşayan rehberimize ait olduğunu hatırlatmak için yazılmıştır… 




İrfan'ın Yorumu:
Bir arkadaşım anlatıyordu: Almanya'dan bir misafiri gelmiş. İnanılmaz bir çıtkırıldım tarzında yetiştiğinden dolayı yemekleri hep çatal, bıçak, kaşık çıkmazında yiyormuş. Elini kullanmazmış. Neyse, İstanbul'a geldiğinde bizim arkadaş onu misafir etmiş ve bir Türk lokantasına götürmüş. Sulu yemek, pilav, tavuk gibi standart bir Türk yemeği gelmiş. Hani bizde sulu yemek ayrımı vardır ya öyle bir şey işte. Tabi bizim arkadaş kollarını sıvamış ve abartıya kaçmadan, ellerini de, kaşığı da çatal-bıçağı da ellerine yardımcı olacak şekilde kullanarak yemeğini yiyormuş ve hem yemeğin lezzetini hem de doyma duyusunu tam anlamı ile idrak ediyormuş. Bizim Alman da bu üç silahşöre karşı savaşmaya devam tabi ! (Çatal-Bıçak-Kaşık)
Utana sıkıla bizim arkadaşa demiş ki: Abi, bir şey sorabilir miyim? Bizim ki: Tabi buyur demiş sırıtarak... Ben de sizin gibi yiyebilir miyim, diye etrafına da bakınarak sormuş... Bizim arkadaş da işkenceye son vermek için tabi demiş, ama aynı bizim gibi, üç parmağını kullanacaksın, ekmeği alıp bandıracaksın, tavuğu da eline alıp yiyeceksin...
Alman yemeğin sonunda ne mi demiş? Hayatımda ilk kez yemekten bu kadar lezzet alarak doyduğumu hissediyorum. Yazıyı o  Alman'a ithaf ediyorum. Tabi yazarı ben değilim, okuyucu olarak ithaf ediyorum                                

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Harflere ve Rakamlara Savaş İlan Ediyorum !


Filmin Adı: Her Çocuk Farklıdır
Orjinal Adı: Taare Zameen Par
Yönetmen: Aamir Khan
Oyuncular: Aamir Khan, Darsheel Safary

Harfleri sayıları algılama problemi yaşayan bir çocuğun çevresi ve ailesi tarafından tembel gerizekalı muamelesi görür. Çalışmayı öğrenebilmesi için yatılı okula verildikten sonra resim öğretmeni ile değişen hayatı ve başarısını anlatan bir film.

İrfan'ın Yorumu: 3 İdots filminden sonra Aamir Khan'ın filmleri ilgi alanıma girdi. Çünkü bu genç adam kimsenin değer vermediği, gözümüzden kaçan konuları gözümüzün içerisine öyle usturuplu bir şekilde sokuyor ki, inanılmaz... Harfleri, sayıları, derinlik hissini algılama sorunu yaşayan bir çocuğun aslında ne kadar zeki olduğunu, tarihte bunlarla ilgili örneklerin de olduğunu, bu çocuklara geri zekalı muamelesi yerine onların dünyayı algılama şeklini anlamaya çalışarak yardımcı olunabileceğini gösteren enfes bir film daha. Tarihte büyük dahilerin, ilk zamanlarda geri zekalı muamelesine tabi olanlar olduğunu bildiğimizden bu film de  farkında olmadan elimizin altında kayıp gitmekte olan dahilerin varlığını bulmaya yönelik bir ipucu niteliğinde. 
Yine gözyaşlarınıza hakim olamayacağınız anlar gelecektir ve yine yüzünüzde gülümseme eksik olmayacaktır, inanın bana. Holywood sahtekarları yerine insana dokunan filmler izlemeye devam...

Film ile ilgili bilgi alabileceğiniz internet adresini de paylaşayım:
http://www.sinemalar.com/film/40235/taare-zameen-par

Cahillerden Yüz Çevir !



"Hindistan da çok ünlü bir ressam varmış… Herkes bu ressamın yaptıklarını kusursuz kabul edecek kadar beğenirmiş… Ve onu “Renklerin Ustası” anlamına gelen Ranga Çeleri olarak tanısa da; kısaca Ranga Guru derlermiş… Onun yetiştirdiği bir ressam olan Raciçi ise artık eğitimini tamamlamış ve son resmini yaparak Ranga Guru'ya götürmüş ve ondan resmini değerlendirmesini istemiş… 

Ranga Guru ise; - Sen artık ressam sayılırsın Racaçi.. Artık senin resmini halk değerlendirecek diyerek; resmi şehrin en kalabalık meydanına götürmesini ve en görünen yerine koymasını istemiş. Yanına da kırmızı bir kalem koyarak halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden bir yazı bırakmasını istemiş. Raciçi denileni yapmış… 

Ve birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde görmüş ki, tüm resim çarpılar içinde ve neredeyse görünmüyor… Çok üzülmüş tabii… Emeğini ve yüreğini koyarak yaptığı tablo kırmızıdan bir duvar sanki.. Alıp resmi götürmüş Ranga Guru'ya ve ne kadar üzgün olduğunu belirtmiş. 

Ranga Guru; üzülmemesini ve yeniden resme devam etmesini önermiş. Raciçi yeniden yapmış resmi ve gene Ranga Guru'ya götürmüş. Şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş Ranga Guru… Ama bu defa yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde yağlı boya, birkaç fırça ile birlikte… Ve yanına insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı ile birlikte bırakmasını istemiş. Raciçi denileni yapmış… Birkaç gün sonra gittiği meydanda görmüş ki resmine hiç dokunulmamış, fırçalar da, boyalar da kullanılmamış… 

Çok sevinmiş ve koşarak Ranga Guru'ya gitmiş ve resme dokunulmadığını anlatmış.. Ranga Guru ise; “Sevgili Raciçi, sen birinci konumda insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşabileceğini gördün… Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı… Oysa ikinci konumda onlardan hatalarını düzeltmelerini istedin, Yapıcı olmalarını istedin… Yapıcı olmak eğitim gerektirir… 

Hiç kimse bilmedigi bir konuyu düzeltmeye kalkmadı, cesaret edemedi… Sevgili Raciçi, mesleginde usta olman yetmez, bilge de olmalısın.. Emeğinin karşılığını ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın… Onlara göre senin emeğinin hiç bir değeri yoktur… 

''Sakin emeğini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartişma…”

Serdar Karamanlı'ya teşekkürler

8 Ağustos 2012 Çarşamba

İhsan Makamı



Ömer İbnu’l-Hattab (ra) şöyle dedi; Bir gün Rasulullah’ın (sav) huzurunda iken, elbisesi beyaz mı beyaz, saçları siyah mı siyah, içimizden kimsenin tanımadığı fakat yoldan gelmiş bir hâli de olmayan bir adam çıkageldi. Rasulullah’ın (sav) yanına sokuldu, önüne oturdu, dizlerini Rasulullah’ın (sav) dizlerine dayadı, ellerini dizlerinin üstüne koydu ve…
— Peki, İhsan nedir, onu da anlat, dedi. Rasulullah (sav)
“İhsan, Allah’a onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan ama O seni mutlaka görüyor” buyurdu. Adam doğru söyledin dedi…                                                                                                              
Adam, (sessizce) çekip gitti. Ben bir süre öylece kalakaldım… Rasulullah (sav) :
“Ey Ömer, soru soran kişi kimdi, biliyor musun?” buyurdu. Ben:
—  Allah ve Resulü bilir, dedim. Rasulullah (sav);
“O, Cebrail’di, size dininizi öğretmeye gelmişti.” buyurdu. (Müslim, Buhârî)
Meşhur “Cibril Hadisi” diye bilinen bu rivayette ayrıca İman’ın ve İslam’ın şartları ve kıyamet alametlerinden de bahsedilir. Bu hadis ile ilk karşılaştığımda beni en çok etkileyen şey İhsan’ın izahıydı. Allah’ı görüyor ciddiyetinde kulluk yapabilmek…
Tabi gençliğin heyecanıyla alelacele “ihsan ile namaz nasıl kılınır?” gayretimi hatırlıyorum. Namaz olmadı diye tekrar tekrar kıldığımı… Sonra bu işi beceremeyince             “bu iş benim harcım değil” diye büyük bir hüzün ile vazgeçtiğimi…
Yukarıda anlatılan ihsan makamı aslında herkese sunulan bir makamdır. Fakat bunu anlamayanlar veya “bu iş senin harcın değil” diyen şeytana kananlar daha yolun başında vazgeçerler. Böylece ibadetler eğitici özelliğinden uzaklaşıp kuru tekrarlarla adeta “mış gibi” yapılan bir mecburiyete dönüşür. Sonunda “ihsan” sadece özel kişilere has bir olağanüstülük gibi anlaşılır. Hele sahabe gibi toplumun ihsan üzere yapılandırılmasından hiç söz edilemez. Zira İhsan, tasavvufun bir konusu olarak dağlara çekilip hayatı terk etmiştir…
Orucu namazdan, hacdan, zekâttan ayıran en önemli özelliği bir şeylerin yapılması değil terk edilmesidir. Oruç tutarken yemek, içmek veya eşinizle beraber olmaktan uzak durduğunuzu kimse bilemez. İsterseniz gözlerden ırak bir tenhada yiyip içebilirsiniz. Ve bir şahidiniz olmadığından oruç tutuyor zannedilirsiniz. Kur’an, münafıkların namazlarından bahsederken “üşene üşene kalkarlar” der. Fakat münafıkların oruçlarından bahsetmez. Çünkü onlar zahiren oruçlu görünürler.
Yani oruç, Allah ile kulun arasındaki en özellikli ve eğitici ameldir. Oruçlu kişi için nerede olursa olsun onu gören, bilen ve yaptığından haberdar olan sadece Allah’tır. Belirlenen sürede kişi yemeden içmeden ve eşinden uzak durur. Ve bunu yolcu ve hasta değilse bir ay boyunca ara vermeden yapar. İşte bu da her kula sunulan “İhsan makamı”dır. Siz oruç tutarken Allah’ı göremezsiniz ama kesinlikle bilirsiniz ki O, nerede olursanız olun sizi görür. Bu şekilde müminler beraberce oruç tutarak her şeyi gören, gözeten, denetleyenin sadece Allah olduğuna şahitlik ederler.
Buradan bakınca eşinden uzak durmanın bir hikmeti daha görülür. Oruçlu iken eşinizle ilişkiye girmekten karşılıklı olarak uzak durarak Allah’ın insanlar arasındaki en yakın ilişkilerden bile haberdar olduğuna şahit olursunuz. Böylece toplumun en küçük birimi olan aileyi oluşturan eşler, en mahremlerinin dahi Allah’ın gözetiminde olduğu şuuruyla oruç tutarak doğru beraberlikler konusunda birbirleriyle eğitilirler. Ramazan orucu tutan eşlerin ikisinden biri Allah’ın emrini dinlemediği takdirde ikisinin de eylemleri zarar göreceği için ancak beraberce Allah’ın ipine sarılmakla kurtuluşa erişileceğini idrak ederler. Bu şuur orucun eşleri ihsan makamına eriştirmesidir.
Oruca niyet etmek Allah ile sözleşme yapmaktır. Zira niyet, Allah ile kulun arasındaki en yakın bağdır. Niyet edilen şeyler amele dökülmediği takdirde meleklerce kayıt edilemezler. İnsanlar niyetleri tespit edilemediği için niyetine göre yargılanamazlar. Mesela münafıklar kötü niyetlerine rağmen zahirdeki amellerine bakılarak suçlanmamışlardır. Ve Rasulullah (sav) onların niyetlerini Allah bildirmedikçe bilememiştir. Buradan hareketle Ramazan orucuna niyet etmek ihsan makamına ermenin ilk basamağıdır. Zira sizin niyetinizi bilen ve niyetinize uygun sakındığınızı gören ancak Allah’tır.
Ramazan orucunu her hangi bir nafile oruçtan ayıran en büyük özellik ise kişini dünyadaki bütün Müslümanlar ile beraber ihsan mertebesine erişmesidir. Ramazan ayı boyunca her mümin aynı sözleşmenin altına imza atarak oluşan beraberlikler Allah tarafından denetlendiğinden şeffaf ve hesabı verilebilir niteliktedir. Ve bu dayanışmalar oruç tutmanın doğası gereği merhamet, paylaşma, adalet, doğruluk, elindekiyle yetinme ve şükretmeyi beraberinde getirir. Böylece birlikteliklerimiz ıslah olmuş olur. Mesela Ramazan olmasa biz bu Ağustos’ta nerede olurduk ve seçtiğimiz beraberliklerin sonunda şükredebilir miydik?
Rasulullah’ın (sav) Ramazanda bir gün orucunu yiyen bütün yıl bunun yerine oruç tutsa da aynı ecri alamaz. hadisindeki hikmetlerden biri de Ramazan’ın toplumu oluşturan bütün beraberlikleri ihsan mertebesine ulaştırmasındaki bereketi olmalıdır.
Yurtdışından zina için getirilen kadınların sayılarının Ramazan ayında azalması, meyhanelerin kapatılması, cinayetlerin ve gaspların en alt seviyelerde seyretmesi, oruçlarımız vesilesiyle toplum olarak ihsan mertebesine erişilmesindendir. Zira bu suçların ülkemizde yaygınlaşma sebebi insanımızın Ramazan dışında Allah’ın gözetiminde olduğundan ve yaptıklarının görülüp kaydedildiğinden ve bir gün hesabının sorulacağından gaflette olmasıdır. Ama bakın hep beraber eylem birliği ettiğimiz Ramazan’da bütün bu suçlar görünür ve uzak durulur haldedir… Yani şeytanileşme belirlenmiş ve zincirlenmiştir…
Ramazan’da ihsan makamıyla taçlandırılmışlar bu şuurla saf tutup zulmün üzerine gideceklerine özel zatların himmetine muhtaç kalmaktalar. İşte İhsan’ı, tekke ve zaviyeler gibi özel mekânlarla ve özel kişilerle sınırladığımız zaman insanımız Ramazan’da olduğu gibi hayır üreteceğine azgınlaşıp bencilce suç işleten şeytanileşmeye kurban gitmektedir. Biricik önderimiz Rasulullah (sav) bazı sahabenin dağa çekilip, kadınlardan uzak durup, gününü oruçla gecesini namazla geçirmesine razı olmamıştır. Bunun yerine toplumun içinde cemaat şuuruna erdiren ihsan mertebesine uygun saf tutulmasını emretmiştir…
 “İhsan, Allah’a onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir.” emrinde görüyormuş gibi yapmak “mış gibi yapmak” değildir. Allah’ı görmeye gücü yetmeyen insan, O’nun gözetimi altında olmanın gereğini yerine getirmesi görüyormuşçasına emin olduğunun göstergesidir. Yasaklananlardan sakınarak niyetine sahip çıkan kişi kendisini gözleyeni ve denetleyeni görüyor gibi davranır. Bu da görüyormuşçasına yaşanan bir kulluktur
Yukarıda zikredilen hadiste Cebrail, Resulullah’a (sav) ve ashabına ihsanı öğretmek için gelmiş ve onları İhsan’ı biliyor ve yaşıyor vaziyette bulmuştu. Önümüzdeki günlerde idrak edeceğimiz Kuran’ın indirildiği Kadir gecesinde Cebrail ve melekler inecek. Acaba bizi ihsanı anlamış ve uygulama konusunda gayret içinde mi bulacak. Yoksa…
            Ve (sen, ey Peygamber) hangi koşullarda olursan ol, bu (ilahi kitaptan) okunacak hangi konuyu dile getirirsen getir ve (siz ey insanlar) hangi işi yaparsanız yapın, (unutmayın ki) siz bu işlere giriştiğiniz an(dan itibaren) Biz üzerinizde gözlemci bulunuyoruz: çünkü ne yerde, ne de gökte tartıya gelmeyecek kadar küçük şeyler bile senin Rabbinin bilgisinden kaçamaz; ne bundan daha da küçüğü, ne de bundan büyüğü yoktur ki (O'nun) apaçık takdirinde kaydedilmiş olmasın. (Yunus / 61)
            İşte oruç niyetine ailesiyle ve dünyadaki bütün Müslüman kardeşleriyle Ramazan boyunca ihsan makamında olduğunu idrak etmiş kardeşim. Bütün dünya bu şuuru bütün senenin tamamına yaymanı bekliyor. O zaman ne Suriye’de ne Irak’ta ne de Arakan’daki kardeşlerinin kılına dahi zarar vermeyi kimse göze alamaz. Niyetine sahip çıkıp ihsan makamına uygun amel edenlerle saf tutmayı becerenlere gökten melekler ordularıyla yardıma gelir. O zaman dünyanın hiçbir yerinde bir mazluma zulmetmeye kimsenin gücü yetmez.  
         Seçim senin…

                                                                                                   Şevket HÜNER / 04.08.2012

Buz gibi soğuk sudan içen…


İrfan'ın Yorumu:
İslam dini durağan olmayan bir yapıya sahip. Ruhbanlaştırarak durağanlaştıramazsınız. Yapısı itibari ile buna müsait değil çünkü. Ramazan ayı da "olur ya müslümanlar gevşeklik gösterirse" önümüze "ey müslüman! duramazsın" denilerek nimet olarak sunulan rahmet ayı. Yolda giderken insanlara rahatsızlık veren bir taşı kaldırma eylemini bile Rasulullah (sav)in övdüğü, teşvik ettiği bir hareket dininden hayırlarda yarışma konusunda müslümanlar arasında bir rekabet beklenemez. Aksine müslümanlar arasında birbirini altetme amacı değildir aslolan, hayırlı amellerin çokluğu için mücadele etmektir, yardımlaşmadır, kardeşinin elini tutarak onun da hayırlara ortak olmasına vesile olmaktır...
Yazarın aşağıda verdiği önemsiz gibi görünen ama her biri küçük kıvılcımlar yakarak hayata dokunuşu sağlıyor. İnanın bu dokunuşlardır insanların vicdanlarını rahatlatan... Şevket Hüner aşağıdaki yazısında bu dokunuşların önemini belirten -kaçırmamam gereken- harika bir yazı yazmış. 

Ramazan’da oruç nedeniyle aç ve susuz kalmam yoksulun halinden anlamamı sağladı iddiasının test edileceği amelin adı “fitre”dir. Yani bir günlük yiyip içmemizden pay biçerek oruçluyken hâlini anladığınızı iddia ettiğiniz yoksula, bu bedel ödenir. Böylece bir günlük yediğinizin bedelinin yoksula incitmeden ikram edilmesi iddianızın samimiyetini gösterir...
          
Keza, “Fitreyi hangi bedel üzerinden vermeliyim?” sualine oruçluyken cevap vermenin de daha gerçekçi olduğu kanaatindeyim. Bana göre bu sene Diyanet fitreyi, kuru üzüm, buğday, arpa cinsinden değil de bir bardak soğuk su cinsinden ilan etmeli. Ama bir bardak soğuk suyun kıymetini herkes kendi kazancına göre hesaplamalı. Sahi oruçluyken ağzının damağınıza yapıştığı bir anda bir bardak soğuk su sizce kaç para eder? Hem de “Buz gibi soğuk sudan içen” nidasıyla su satan birinin önünden geçerken…
İnsan bir bardak soğuk su üzerinden belirlediği fitreyi vermeyi hangi nedenle son güne erteler ki? Oysa fitre toplumsal dayanışmanın adıdır. Sahip olduklarımızı paylaşmaya alışmaktır. Allah’ın âlemlerin Rabbi olarak kabul edildiği bir yerde başka zengin aranmaz, yoktur da. Müslümanlar zengin olduklarını söylemekten hicap ederler. Bunun yerine sahip olduklarını ihtiyaç sahipleriyle paylaştıkça Allah’ın rızasına erişmeyi önemseyenlere İslam ahlakında zengin denilmez. İnfak edenler, Allah yolunda gayret edenler, paylaşmayı bilenler denilir.
          Fitre her şeyin bölünüp pay edilebileceğinin en önemli göstergelerindendir. Fitre alan bir kişi kendisinden de daha yoksul birini görürse o da aldığı fitrenin bir kısmını ona devredebilir. Böylece üst üste yığılıp dokunulmaz kılınan servetlerin bölünebilir ve paylaşılabilir olduğu ispatlanmış olur. Kuran’a göre yığılan dolayısıyla paylaşılamayan servetler bilindiği gibi Ahirette sahiplerinin üzerine dağlanacak olanlardır…
           Fitreyi veren kendisinin dışında çoluk çocuğunun da fitresini vermekle yükümlüdür. Buna göre kişi nasıl kendi ailesinin maişetini temin ediyorsa başka bir ailenin de en azından bir günlük maişetini temin edebilir denilmektedir. Bu da, sünnet gereği insanın çoluk çocuğuna verdiği sadaka sayıldığından sizin de sadaka veren biri olarak diğer bir aileye fitrenizle bir günlük bile olsa sahip çıkabildiğinizi göstermeniz anlamına gelir. Bu aileler arası dayanışmaya işaret eder. Gerektiğinde her bir Müslüman aile diğerine sahip çıkmalıdır. Bütün bu uygulamalar ensar ve muhacir ya da kardeşlik akdine riayet etmektir.
            Sahabeni hayatlaştırdığı “Yarım hurma ile bile olsa yardımlaşarak cehennemden uzaklaşın.” veya “Veren el alan elden hayırlıdır.” sünnetleri herkesi veren el durumuna yönlendirir. Fitre ile herkes bu anlamda yılda bir kere bile olsa bir kardeşinin bir günlük ihtiyacını karşılayarak veren el ilan edilir... Bu da toplumun zenginlere el açıp köleleşmesi yerine Müslümanların paylaşarak özgürleşebileceklerine dair umutlarını arttırır. Bu paylaşım bütün yıla yayıldığı takdirde ihtiyaç sahipleri ile ihtiyacından fazla kazananların arasındaki fark gittikçe kapanır ve adalet sağlanır. İslam toplumu, fitre örneğinde olduğu gibi maddi duruma göre sınıflara ayrılma zulmünden kurtulma ümitleri taşımalıdır. Bu, aynı zamanda ihtiyacından fazla kazananların kalplerinde şeytanın oluşturacağı fakirlik korkusundan (penyafobi) kardeşleriyle paylaşarak kurtulacaklarının müjdesidir.
          Ebubekir (ra) ihtiyacından fazlasını kazanan biri olarak malının tamamını ihtiyaç sahibi kardeşleriyle paylaşması daha sonra birçok varlıklı sahabenin bunu denemesine yol açmıştır. Ve Kur’an, “Malınızın ancak üçte birini toplumla paylaşabilirsiniz diğeri mirasçılarınızındır.” düsturuyla buna bir üst sınır getirmiştir. Ama günümüzde bu oran % 2,5 olarak sabitlendiğinden Müslümanlar varlıklarının % 97,5’unu paylaşmaya yanaşmıyorlar.
         Şu günlerde birçok arkadaşım fitre ve zekâtını ihtiyaç sahiplerine ulaştırmak için belli yardım kuruluşlarına veriyor. Ama bu başkasının eliyle dağıttırma eylemi bir tür yoksullardan kaçışın sinyali... Demek ki dağıtması için yardım kurumlarını seçenlerin yakınlarında yoksul insanlar oturmuyor! Ve önce akrabaya verilmesi prensibine göre akrabalık ilişkileri de zayıf. Yani bu modern kardeşlerim ihtiyaç sahiplerinden ve akrabalarından izole olarak kalıcı (!) konutlarında yaşıyorlar. Ama bu rahatlık kısa sürüyor. Bir ekonomik kriz söylentisi ardından işten ayrılma ihtimali, onları fakirlikle korkutan şeytanın tuzağına düşürüyor. Ayrıca tüketmek için sabah akşam çalışmanın verdiği yılgınlığın yerine ihtiyaç sahibi kardeşleriyle paylaşmak için gayret etmenin verdiği gönül doygunluğundan da habersizler…
         Öte yandan “Fitreyi verirken söylemeli miyiz?” sorusu da bu eylemin sadece bir kere ve din zoruyla yapıldığının bir işaretidir. Eğer siz ihtiyaç sahibi akrabanıza veya diğer bir yoksul kardeşinize yıl boyu yardım ediyorsanız bunu onun kalbini icitmeden ve başına kakmadan yapmanız gerektiğini bilirsiniz. Çoluk çocuğunun ihtiyacını karşılayamamanın yıprattığı biri verilen üç kuruş fitrenin verilme nedeniyle baş başa bırakılması insafsızlıktır. Hadislerde bu konuda sıkça önerilen ise “sağ el verirken sol elin görmemesi” şeklindedir.
         Bu fitre ve zekât tefekkürleri sonucunda ümit verici sahnelere de şahit oldum. Bir arkadaşım fitresini verdiği kişiye kontörlü bir cep telefonu hediye etmiş ve “Sadece çaldırman yeter ben senin yanındayım.” demiş. Bir diğeri kredi kartına 800 lira limitli bir ek kart çıkarıp bir yoksul aileye vermiş. Bir başka hanım gurup, iftara gidip yardımlaştığı bir aileyi o yaşanmaz evlerinden çıkarıp kendi evlerine benzer bir eve kiraya çıkarıp yıl boyunca aralarında kirayı paylaşmışlar. Bir arkadaşım dar gelirli bir ailenin okuyan evladına sadece sabah dükkânını açtırıp akşamda kapattırarak maaşa bağlamış…
           Dostlar Ahirete iman etmek dün ve bugün yaptıklarımızın yarın önümüze serileceğine inanmaktır. Buna göre o gözlerin döneceği günü düşünerek incitmeden ve başa kakmadan bir ihtiyaç sahibine bolca fitre vermemiz en akıllıca yoldur. Bırakın artık yoksullara fitre olarak karıncalara verir gibi ekmek kırıntılarını vermeyi. Bu Ramazan pasta verin mesela…
           Uzun zamandır ülkemizde bu dini bayramın ismi tartışılır durur. Bu mübarek ayın sonundaki bayramın adı Şeker veya Ramazan değil hadislere göre “Fitre bayramı”dır. Yani bir ay boyunca sahip olduklarını paylaşmayı başarmış Müslümanların bayramı…
           Ramazan boyunca varlıklarımızı paylaşmanın kalbimize sükûnet ve hayatımıza bir dinginlik verdiğini her sene idrak etmemize rağmen bayram sonrası paylaşmanın yerini yalnızlaşmaya bırakmasının sebebi nedir? Neden tecrübe edip sonuç aldığımız paylaşımın güzelliği, yerini üst üste yığmanın çirkinliğine terk ediyor?
            Varlıklarımızı paylaşmayı bütün yıla yayamamamızdan cesaret alan kan emici faizciler birkaç yıldır en önemli kalemizi işgale yelteniyorlar. Yardımlaşmanın ve dayanışmanın en üst düzeyde yaşandığı bu ayda faizci teröristler “Ramazan kredisi” adı altında ihtiyaç sahiplerinin zor durumlarından istifade etmeye kalkıyorlar. Bir ülkede faiz yaygın ise orada yardımlaşma ve dayanışma yok demektir. Bir ülkede Ramazan’da bile faiz alınıyorsa o ülkede İslamcılar(!) var ama İslam yok demektir. “Allah faizi eksiltir sadakayı arttırır.” ayeti ise şu sıra çokça hatmedilen Kur’an’da mevcuttur…
            Gün, bilgiye bir tık kadar yakın bir zamanda bilgileri sadece hafızamızda zapt etmeyi ilim ve takva sayma günü değildir. Gün sloganlar eşliğinde “mış gibi yapma” günü de değildir.  Gün, Kur’an ve sünneti içselleştirmenin ve beraberliklerimizi Müslümanlaştırmanın günüdür. Gün, sahip olduklarımızı cennet karşılığında ihtiyaç sahipleriyle paylaşmayı bütün seneye yaymaya başlamanın günüdür… Gün, faizcilere karşı paylaşıp dayanışarak mücadele edip karşı koyma günüdür. Gün, buz gibi sudan hep beraber paylaşarak içmenin günüdür.

            De ki: "Rabbimin bağış ve bolluk hazinelerine eğer siz sahip olsaydınız, o zaman (onlara), harcayıp tüketme korkusuyla, mutlaka sımsıkı sarılırdınız: çünkü insan gerçekten çok tamahkârdır, (sınırsız cömert olan ise sadece Allah'tır)".   ( İsrâ /100 )


 Şevket HÜNER /  31.07.2012                        

2 Ağustos 2012 Perşembe

Bir Dostum Var

İrfan'ın Yorumu: 


Can Dündar'dan alınma dostluk temalı bir yazı var aşağıda. Mustafa Turan'da bu dostluğun kendi açısından bir dost vasıtası ile etkilerini dile getirmiş. 
Gerçekten sırtımızı güvenle dayayabileceğimiz "bir" dosta ne kadar ihtiyaç var. Hz. Peygamber'in o güzide sahabeleri arasında Hz. Ebu Bekir'in yeri bambaşkadır. 
Dost... 
Sevincin ve hüznün samimiyetle paylaşılabildiği bir dost. 
Aşağıdaki iki yazı da bir bütünlük içinde değerlendirilmeli bence. 




"Saate bakmaksızın kapısını çalabileceği bir dostu olmalı insanın...
 "Nereden çıktın bu vakitte" dememeli, bir gece yarısı telaşla yataktan fırladığında;
"Gözünün dilini" bilmeli; dinlemeli sormadan, söylemeden anlamalı...
Arka bahçede varlığını sezdirmeden, mütemadiyen dikilen vefalı bir ağaç gibi köklenmeli hayatında; sen, her daim onun orada durduğunu hissetmelisin. ihtiyaç duyduğunda gidip müşfik gövdesine yaslanabilmeli, kovuklarına saklanabilmelisin.
Kucaklamalı seni güvenli kolları,

...dalları bitkin başına omuz, yaprakları kanayan ruhuna merhem olmalı...
En mahrem sırlarını verebilmeli, en derin yaralarını açıp gösterebilmelisin; gölgesinde serinlemelisin sorgusuz sualsiz...
Onca dalkavuk arasında bir tek o, sözünü eğip bükmeden söylemeli, yanlış anlaşılmayacağını bilmeli.
Alkışlandığında değil sadece, asıl yuhalandığında yanında durup koluna girebilmeli.
Övmeli alem içinde, baş başayken sövmeli ve sen öyle güvenmelisin ki ona, övdüğünde de sövdüğünde de bunun iyilikten olduğunu bilmelisin, "hak ettim" diyebilmelisin.
Teklifsiz kefili olmalı hatalarının; günahlarının yegane şahidi...
Seni senden iyi bilen, sana senden çok güvenen bir sırdaş...
Gözbebekleri bulutlandığında yaklaşan fırtınayı sezebilmelisin.
Ve sen ağladığında, onun gözünden gelmeli yaş..."


Can DÜNDAR
* * *

Böyle bir dostum var benim.
Pek sık görmesem de hep yanımda olduğunu bildiğim, yalansız riyasız dertleşebildiğim.
Kuşağımın en iyisiydi hilafsız...
Beraber okuduk, birlikte koştuk son 20 yılın amansız parkurunu...
Katılasıya ağladık, doyasıya güldük yol boyu... Ekmeğimizi ve acılarımızı bölüştük. Çocuklar doğurduk, büyükler gömdük.
Sonunda yara bere içinde oraya buraya savrulduk.
Buluştuk geçenlerde...
Bitaptı; kayan bir yıldız kadar ışıltılı, bir o kadar yorgun:
"- N'apıyorsun" diye sordum.
"- Seyrediyorum" dedi; 
"çaresizce, öfkeyle, şaşkınlıkla ama sadece seyrediyorum".Seyrettiği; kuşağımızın en kötülerinin, pespayelik yarışında ipi ilk göğüsleyenlerin zirveye hak kazanmalarındaki akıl almaz gariplikti.
İyiliğin ve ustalığın bu kadar eziyet gördüğü, kötülüğün ve yeteneksizliğin bunca ödüllendirildiği bir başka coğrafya var mıydı acaba?
Okuldaki ideallerimizden, gençlik coşkumuzdan söz ettik b
İ
r süre; tozlu raftaki bir kitabı yıllar sonra merakla karıştırır gibi...
Ülkemizin kaderini değiştirmeye azimliydik mezun olurken; lakin karanlığını boğmaya yemin ettiğimiz ülke, karanlığına boğmuştu bizi...
Pazarda görsek tezgahından meyve almayacağımız adamların cenderesinde bir ömür geçirmiş, tünelden çıkış sandığımız ışığın, üstümüze gelen kamyonun farı olduğunu çok geç fark etmiştik.
Velhasılı ne sevebilmiş, ne terk edebilmiştik.
Krizde geçmişti bütün gençliğimiz; ve şimdi çocuklarımıza tek devredebildiğimiz, çok daha ağırlaşmış bir kriz...
"- İşte" diye iç geçirdi kadim dostum, "...bunları seyrediyorum bir kenardan sessizce..."

* * *

İşte en çok da böyle zamanlarda bir dostu olmalı insanın...
Yıllarca aynı ip üstünde çalışmış, cesaretle ihanet arasında gidip gelen bir salıncağın sınavında birbiriyle kaynaşmış iki trapezci gibi güvenle kenetlenmeli elleri...
"Parkurun bütün zorluğuna rağmen dostluğumuzu koruyabildik, acıları birlikte göğüsleyebildik ya; yenildik sayılmayız" diyebilmeli...
Issızlığın, yalnızlığın en koyulaştığı anda, küçücük bir kağıda yazdığımız kısa, ama ümitvar bir yazıyı, yüreğe benzer bir taşa bağlayıp birbirimizin camından içeri atabilmeliyiz:
"Bunu da aşacağız!


Mustafa TURAN