27 Şubat 2012 Pazartesi

Derinliği Olan Bir Kitap: Stratejik Derinlik

Kitabın Adı: Stratejik Derinlik
Yayınevi: Küre Yayınları
Yazarı: Ahmet Davutoğlu
Kitabı okumayı Bitiriş Tarihi: 26 Şubat 2012 – İstanbul 


Türkiye'nin stratejik derinliğini ortaya koymaya çalıştığımız bu eserde bu stratejik zeminin teorik boyutu ile pratik uygulama alanları arasındaki ilişkileri ve etkileşimi göstermeye çalıştık. Birinci kısımda bu stratejik analize zemin teşkil eden kavramsal ve tarihi çerçeve tanımlandı. Bu kavramsal ve tarihi çerçeveden hareketle, ikinci kısımda, Türkiye'nin öznel şartlarının oluşturduğu stratejik derinliğin ana esasları teorik bir çerçevede incelendi. Son kısımda ise bu ana esasların hayata geçirilmesini sağlayacak stratejik araçlar ve bölgesel politikaların tarihi ve coğrafi derinliğe dayalı uygulama alanları gösterilmeye çalışıldı. (sh. 552)
İrfan'ın Yorumu:


Ahmet Davutoğlu'nun dışişleri bakanı olmadan önce yazdığı çok önemli bir çalışması. İnanılması zor bir okuma gibi gelse de okuyucu açısından, Türkiye'nin geçmişi, şu anki hâli, geleceği ve etrafındaki bölgelerle ilişkilerini inceleyen, olanlar ve olması gerekenleri enine boyuna tartışan bir çalışma. Kitabı okuduğunuzda dejavu etkisini hissedeceksiniz. Ak Parti Hükümeti'nde danışmanlık ve dışişleri bakanlığı yaptığı dönemi ve şu anki uluslararası ilişkileri gördüğünüzde,  "evet ben bunu biliyordum, ben bunu görmüştüm", hissi.
Türkiye'nin uluslararası ilişkilerde dizginlerini Ahmet Davutoğlu'na teslim ettiği yıllarda, kafasındaki düşünceleri ve gelecek ile ilgili planlarını anlayabilmek açısından da ayrıca okunması gereken bir eser.
Kitabı okurken zorlanabilirsiniz, anlayamayacağınız cümleler ve kavramlar olabilir. Ama ısrarla okumanızı ve anlamaya çalışmanızı öneririm. Çünkü bu topraklarda yaşıyoruz ve uzun sürecek bir AK parti iktidarının dışişleri bakanının vizyonunu ıskalamak olmaz sanırım.



Kitabın Arka Kapağı
Türkiye'yi çevreleyen yakın kara, yakın deniz ve yakın kıta havzaları, coğrafi olarak dünya anakıtasının merkezini, tarihî olarak da insanlık tarihinin ana damarının şekillendiği alanları kapsamaktadır. Soğuk savaş sonrası dönemin getirdiği dinamik uluslararası ve bölgesel konjonktürde en yakın havzasından başlayarak dışa açılması kaçınılmaz olan Türkiye'nin stratejik derinliğinin yakın kara, yakın deniz ve yakın kıta bağlantıları ile yeniden tanımlanması ve bu derinliğin jeopolitik, jeoekonomik ve jeokültürel boyutlarının dış politika parametreleri olarak kapsamlı bir şekilde yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir.

Modernite Avrupa-Merkezli bir tarihî sürecin eseriydi; küreselleşme ise kaçınılmaz bir şekilde başta Asya olmak üzere bütün insanlık birikimini tarihin akış seyrinde tekrar devreye sokacak unsurlar taşımaktadır. Tarihî birikimi etkin bir açılıma temel sağlayacak toplumların öne çıkacağı bu süreçte Türkiye Tarihî derinliği ile stratejik derinliği arasında yeni ve anlamlı bir bütün oluşturma ve bu bütünü coğrafî derinlik içinde hayata geçirme sorumluluğu ile karşı karşıyadır. Stratejik açıdan mihver bir ülke olan Türkiye, bu sorumluluklarının gereğini yerine getirmesi durumunda, yeni dengelerin oluşacağı daha istikrarlı uluslararası konjoktürlere daha uygun şartlarda giren merkez bir ülke konumu kazanacaktır.
 


Kitaptan Alıntılar
Dinamik bir uluslararası çevrede kendileri de dinamik bir değişim süreci içinde bulunan toplumların önünde temelde üç farklı psikolojiye dayanan üç farklı alternatif vardır: Birincisi, kendi dinamizmini sınırlayan statik bir tavrı benimseyerek uluslararası yapının dinamizminin geçmesini beklemek ve bütün tanımlama ihtiyaçlarını uluslararası sistemin istikrara kavuşmasına kadar ertelemektir. Eğer bir toplum kendi dinamizmini yönlendirme konusunda özgüvene sahip değilse, kendi dinamizminden korkuyorsa ve kendisini bu nedenle statik tanımlamalar içinde tutmaya çalışıyorsa bu yolu tercih edecektir.
İkincisi; kendi dinamizminin odaklandığı güç unsurlarını anlamlandırmaksızın kendini uluslararası dinamizmin akışına kaptırmaktır. Bu da kendini tarih içinde bir özne olarak tanımlama sıkıntısı çeken ve tarihi akan bir nehir, uluslararası güç merkezlerini bu nehri yönlendiren etken unsurlar, kendini de bu akışa kapılmak zorunda kalan sıradan bir nesne olarak gören bir bakış açısının ürünüdür.
Üçüncüsü ise kendi dinamizminin potansiyelini uluslararası dinamizmin potasında bir güç parametresi haline dönüştürebilme çabası içine girmektir. Bu tercih her iki dinamizmin kaynaklarını da, mekanizmasını da, akış seyrini de resmedebilen, açıklayabilen, anlayabilen ve anlamlandırabilen bir yaklaşımın ürünü olabilir. (sh. 10)


Belli bir insan unsurunun (nüfus) belli bir mekan içinde (coğrafya) ve belli bir zaman boyutunda (tarih) sahip olduğu kimlik ve aidiyet hissi ile ürettiği değerler dünyasına dayalı psikolojik, sosyolojik, siyasi ve ekonomik yapı taşlarından oluşan kültür, bir ülkenin sabit güç verilerini potansiyel güç verilerine bağlayan en önemli unsurdur. (sh. 23)


Bir ülkenin güç denklemindeki ağırlığı, sabit ve değişken verilerinin stratejik planlama ve siyasi irade çarpanları ile belirlenmesi sonucunda ortaya çıkar. İyi bir stratejik planlama ve siyasi irade oluşumu, sabit ve değişken unsurları zayıf bir ülkeye kendi potansiyelinin üzerinde bir güç oluşumu sağlarken, tutarsız bir stratejik planlama ve zayıf bir siyasi irade, potansiyeli güçlü bir ülkenin kendi ölçeğinden daha düşük seviyelerde bir güç denklemine sahip olmasına yol açabilir.
Bu durum bir ülkenin en temel stratejik gücünün insan unsuru olduğunu ortaya koymaktadır. Sabit stratejik unsurlar olan coğrafya ve tarihi değiştirmek mümkün değildir, ancak kaliteli insan unsuru bu coğrafya ve tarihe yeni ve ufuk açıcı anlamlar kazandırabilir. Kalitesiz insan unsuru ise aynı tarih ve coğrafya unsurlarını ülkenin zaafları haline dönüştürür. (sh. 35)


Bir ülkenin stratejik açılımındaki en hassas ve en önemli unsur, sistemin merkezindeki siyasi irade ile toplumun donanımlı sivil insan unsuru arasındaki meşruiyet ilişkisidir. İçinde bulunduğumuz dönemde sıkça kullanılan deyimlerle ifade edilirse, derin devletin derin millet ile buluştuğu noktadır. Milletin derinliğine ulaşamamış ve o derinlikte ortak değer sisteminden kaynaklanan bir ruh bütünlüğü sağlayamamış bir devletin derinliği kaba güç haline dönüşmekten başka bir sonuç doğurmaz. (sh. 37)



Doç. Dr. Atilla Sandıklı'dan Kitap İle İlgili Değerlendirmeler
Ahmet Davutoğlu 2001 yılında yayınladığı “Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu”18 isimli kitabında; kalıcı ve kapsamlı bir stratejik yaklaşımın geçmiş-konjonktür-gelecek bağlantısını kurabilen bir tarihi derinlik ile iç-bölgesel-uluslararası parametreler arasında sağlıklı bir geçişkenlik kurabilen coğrafi derinlik analizlerine dayanması gerektiğini vurgulamaktadır. Davutoğlu, bir ülkenin stratejik derinliğinin jeopolitik, jeokültürel ve jeoekonomik unsurların kesişim alanı içinde anlamlılık kazandığını söylemektedir. Türkiye’nin tarih, coğrafya, nüfus ve kültür gibi sabit veriler açısından total güç kapasitesini reel güce dönüştürebilecek köklü bir altyapıya sahip olduğunu, ancak stratejik anlamda büyük avantajlar sağlayan bu durumun aynı zamanda ciddi riskleri de bünyesinde barındırdığını belirtmektedir.
Davutoğlu, Türkiye merkezli bir yaklaşımla coğrafi derinliği yakın kara, yakın deniz ve yakın kıta havzalarına ayırmaktadır. Türkiye’yi çevreleyen Balkanlar-Kafkaslar-Ortadoğu kuşağından oluşan yakın kara havzası, Karadeniz-Boğazlar-Marmara-Ege-Doğu Akdeniz-Kızıldeniz-Basra-Hazar iç denizleri ve su geçiş yollarından oluşan yakın deniz havzası ve nihayet Avrupa-Kuzey Afrika-Batı ve Orta Asya’dan oluşan yakın kıta havzası ayrı ayrı incelendiğinde bu coğrafyanın dünya ana kıtasının merkezini, tarihi olarak da insanlık tarihinin ana damarının şekillendiği alanları kapsadığını belirtmektedir.
Türkiye’nin bu alanlar içinde karşı karşıya kalabileceği uluslararası ilişkiler olgusunun tek boyutlu bir tasvir ile anlaşılamayacağına dikkat çeken Davutoğlu Türk dış politikasının tek yönlü ve tek eksenli nitelik taşıyamayacağını vurgulamaktadır. Her bir havza ile ilgili uluslararası ilişkiler olguları, havza bütünlüğü içinde çok boyutlu tahlil edildiği gibi diğer havzalarla etkileşimi de değerlendirilmelidir. Türkiye’nin kendi bünyesinde barındırdığı farklı tarihi tecrübeler de bu zeminlerle ilişkisi bakımından dinamik bir etkide bulunmaktadır.
Davutoğlu’na göre, Türkiye’nin bugün için temel meselesi, tarih ve coğrafya sabit verilerini etkin bir şekilde kullanabilecek, kültür faktörünün birleştirici ve kuşatıcı niteliğini öne çıkarabilecek, dinamik nüfus unsurunu harekete geçirebilecek ve bu sabit verilerden hareketle ekonomik, askeri ve teknolojik kapasiteyi maksimum düzeyde artırabilecek bir stratejik anlayışı, uygun bir stratejik planlama ve tutarlı bir siyasi irade ile devreye sokabilmesidir. Toplumların güçleri aynı zamanda zaaflarıdır; ya da tersinden bir söyleyişle zaaf görüntüleri aynı zamanda kendilerini bir iç muhasebe ile dönüştürebilecekleri güç potansiyelleridir.
Dünya ana kıtasının merkezinde ya da jeostratejik havzaların kesişim bölgelerinde bulunan veya çok kültürlü bir yapıyı kendi paradigması içinde sürdüre gelmiş olan toplumların dış faktörlere tepki olarak içe kapanmaları ya mümkün değildir; ya da kısa dönemli olarak mümkün olsa dahi çözüm üretici değildir. Bu şartlarda içe kapanan toplumlar ya dış faktörlerle ya da iç parçalanmaya yol açan bunalım çelişkileri ile içten içe çözülmeye girerler. Türkiye içe kapanarak değil, yeni bir özgüven ve iddia ile dışa açılarak bunalım unsurlarını güç unsurları haline dönüştürebilir.
Büyük üniteden küçük ünitelere bölünme esnasında yaşanan her jeopolitik, jeoekonomik ve jeokültürel parçalanma böylesi büyük siyasal yapıların merkezi konumunda bulunan ülkeleri tarihi bir sorumluk ve yüzleşme alanı ile karşı karşıya bırakmıştır. Türkiye geçmişte büyük ölçekli siyasal yapılardan küçük ölçekli siyasal yapılara yönelik bir daralma yaşamış, Anadolu-eksenli mihver alanına çekilerek ve yeni bir siyasal rejim kurarak bu daralmayı durdurabilmiştir. Ancak Türkiye’nin zamanla kendi coğrafyasının ve tarihinin tabii zorunlulukları ile yüzleşmesi ve bu yüzleşmeden kaynaklanan bunalımlarla hesaplaşması kaçınılmazdır.
Türkiye’nin dünya ana kıtasının merkezindeki coğrafi konumu bu yüzleşmeye daha da çetin bir boyut katmaktadır. Osmanlı Devleti’nin bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin yakın kara havzaları olan Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’dan çekilmesi ve yakın deniz havzaları üzerindeki etki alanını kaybetmesinin doğurduğu jeopolitik, jeoekonomik ve jeokültürel parçalanmadan kaynaklanan her türlü bölgesel bunalım alanı Türkiye’yi doğrudan etkilemektedir. Bu etki çift yönlü olarak sürmektedir. Kimi zaman Türkiye’nin kendi içinde yaşadığı siyasal, ekonomik ve kültürel dalgalanmalar bu havzalardaki gelişmeleri doğrudan etkilemekte, kimi zaman da Türkiye bu havzalardaki gelişmelerden etkilenmektedir. Etkilenmenin eş zamanlı olarak seyrettiği dinamik dönemlerde yoğun iç hesaplaşmalar ve dış bunalımlar yaşanmaktadır.
Türkiye’nin, kendi içine kapanarak bu yüzleşme ve hesaplaşmanın ortaya çıkardığı problemleri aşabilmesi çok güçtür. Bu tür dinamik konjonktürlerde ve dış etkilere açık bir coğrafyada içe kapanan ve sürekli iç tehdit ve risk unsurlarını tartışan bir ülkenin derinliğine bir çözülmeyle karşılaşma riski artar. Aksine, kendi tarihi tecrübe birikiminden özgün bir stratejik zihniyet kurabilen, bunun araçlarını oluşturabilen ve bu stratejik zihniyeti doğru bir yöntemle uygulayabilen ülkeler, sadece kendi iç çelişkilerini aşmakla kalmaz, önemli stratejik ve kültürel açılımlar da gerçekleştirirler.
Türkiye’nin en yakın havzasından başlayarak dışa açılması kaçınılmaz ise, mesele bu açılımın ne tür bir psikoloji, hangi yöntem ve kurumlarla gerçekleştirebileceği meselesidir. Dünyanın karşılıklı etkileşim süreci içine girdiği bir dönemde özgüvenini ayakta tutabilen toplumlar yeni güç merkezlerinin nüvelerini oluşturacaklardır. Bunun aksine, özgüvenini kaybederek başka toplumların çevre unsurları olmayı kabullenenler ise psikolojik bir yıkımdan sonra stratejik bir çözülüşü de yaşama tehlikesi ile karşı karşıya kalacaklardır. Bu psikolojik özgüven yenilenmesinin olmazsa olmaz şartı da stratejik zihniyetinin yeni şartlara uyum sağlayacak şekilde yeniden oluşturulmasıdır. Toplumun uluslararası ilişkilerdeki konumu zaman ve mekân sabitleri olan tarih ve coğrafya sütunları üzerinde yükselir. Tarihte edilgen değil etken olmak, tarihi okumak değil yazmak ideal ve iddiasındaki her toplum, önce içinde bulunduğu sabit veriler olan zaman ve mekânı yeniden yorumlamak zorundadır.
Bazı toplumlar dünya görüşleri itibariyle kuşatıcı, ait oldukları coğrafya itibariyle köprü durumundadır. Bu toplumlar tarihi geçiş yolları üzerinde seyyar haldedirler ve gerek yükseliş gerekse düşüş dönemlerinde kendi merkez vatan tanımlarını sürekli değiştirerek o coğrafyada yaşayan diğer unsurlar ile kaynaşma yolunu seçerler. Dolayısıyla bu stratejik zihniyet yenilenmesini destekleyecek temel stratejik yönelişte kategorik anlaşmaların yerine jeokültürel ve jeostratejik bütünleşme girişiminlerde bulunurlar. Türkiye, uluslararası ekonomi-politik yapılanma açısından Kuzey-Güney arasında, uluslararası jeokültürel yapılanma açısından Doğu-Batı arasında bir geçiş hattı üzerinde bulunmaktadır. Ankara, bu konumunun yeni bir jeoekonomik, jeopolitik ve jeokültürel parçalanmaya yol açmasını önleyen bir strateji geliştirmek zorundadır. Aksine bu konum Türkiye’nin bölgesel ve küresel rolünü artıran bir jeopolitik, jeoekonomik ve jeokültürel bütünleşme aracı olarak görülmelidir. Asya’ya ayaklarını sağlam basamayan bir Türkiye’nin gözlerini ve ufkunu Avrupa’ya dikebilmesi de güçtür.
Yoğun bir medeniyet bunalımının yaşandığı, insanoğlunun bütün doğrularını yeniden kurma çabası içine girdiği bu çerçevede de bütün tarihi kültür birikimlerini yeniden keşfetmeye çalıştığı bir dönemde Türkiye gibi köprü ülkelerin farklı medeniyet birikimlerini bünyesinde barındırıyor olması yeni bir medeniyet açılımı için ciddi bir kaynak oluşturmaktadır. Modernite Avrupa-merkezli bir tarihi sürecin eseriydi; küreselleşme ise kaçınılmaz bir şekilde başta Asya olmak üzere bütün insanlığın birikimini tarihin akış seyrinde tekrar devreye sokacak unsurlar taşımaktadır. Küreselleşme medeniyet çatışmasını değil, yeni bir medeniyet sentezi ve açılımını gerekli kılacaktır. Tarihi birikimi böylesi bir açılıma temel sağlayacak toplumların öne çıkacağı bu süreçte Türkiye, tarihi derinliği ile stratejik derinliği arasında yeni ve anlamlı bir bütün oluşturma ve bu bütünü coğrafi derinlik içinde hayata geçirme sorumluluğu ile karşı karşıyadır. Mihver ülke olan Türkiye bunu yapabilmesi durumunda jeopolitik, jeokültürel ve jeoekonomik bütünleşmeyi gerçekleştiren merkezi bir ülke konumu kazanacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder