Üç yıl yattım. ... 1981'de girdim, 1984'te tahliye oldum. Diyarbakır
Cezaevi'ne girdiğimde 20 yaşındaydım. ... Biz sülale olarak seyyitiz ve ben
zengin bir ailenin oğluyum. O dönemde eğlence içinde yaşıyordum. Hiçbir siyasi
faaliyetim yoktu. Zaten ben yakalanmadan önce de siyasi değildim, yakalandıktan
sonra da olmadım. Ama tabii Cizreliyim ve 12 Eylül 1980'i orada yaşadım,
nasibimi aldım. Bizim bölge eskiden beri KDP’ liydi. Ailem de öyleydi. Haliyle
benim de Barzani'nin partisine sempatim vardı ve 'KDP’ liyim' diyordum. KDP
nedeniyle arandım, sınırda yakalandım ve ceza yedim. Mardin'de 78 gün sorguda
tutuldum. Oradan Diyarbakır'a götürüldüm ve mahkemeye çıkarıldım, tutuklandım.
Sekiz milyar mı?’ dedi. Yok, daha neler.
Servis parası, kılık, kıyafet ve ayda bir kere sağa sola yapılan gezilerle
harcamalarının yıllık on milyarı bulacağını hesapladı. Ama değerdi be. Tek
gerçek sermayem çocuğum diye geçirdi içinden. Yüzme, tenis, folklor ve ana dili
gibi İngilizce konuşabilmek gibi imkânları düşününce karar vermesi pek de zor
olmadı.
... Ben hiç PKK'lı olmadım ve PKK'lı da değilim. Üç yıl boyunca hep tek başıma mahkemeye çıkarıldım ben. ..... Cehennem... Biz sorgularda günlerce hiç kıpırdamadan tabutların içinde gözlerimiz bağlı dikine tutulduk. Falaka, elektrik verme, soğuk duş hepsini yaşadık. Sabahtan akşama işkence gördük, geceleri bir battaniye içinde koğuşun önüne bırakıldık. Meğer bunlar ne kadar demodeymiş. Biz esas vahşeti Diyarbakır Cezaevi'nde yaşadık. Hâlbuki yakalanmadan önce, işkencenin sorguda yapıldığını, cezaevine konulduktan sonra koğuşların rahat olduğunu sanıyorduk. Diyarbakır Cezaevi'nde ise sorgu işkence hanelerini özledik.
... Ben hiç PKK'lı olmadım ve PKK'lı da değilim. Üç yıl boyunca hep tek başıma mahkemeye çıkarıldım ben. ..... Cehennem... Biz sorgularda günlerce hiç kıpırdamadan tabutların içinde gözlerimiz bağlı dikine tutulduk. Falaka, elektrik verme, soğuk duş hepsini yaşadık. Sabahtan akşama işkence gördük, geceleri bir battaniye içinde koğuşun önüne bırakıldık. Meğer bunlar ne kadar demodeymiş. Biz esas vahşeti Diyarbakır Cezaevi'nde yaşadık. Hâlbuki yakalanmadan önce, işkencenin sorguda yapıldığını, cezaevine konulduktan sonra koğuşların rahat olduğunu sanıyorduk. Diyarbakır Cezaevi'nde ise sorgu işkence hanelerini özledik.
Bugün hangi yemeği yapacağım diye derin derin
iç çekti. Her gün farklı yemek yapmanın ne kadar sıkıcı olduğunu ve karar
vermenin neredeyse yarım gününü aldığını fark etti. Çamaşır, bulaşık, çocuklar
derken ne kadar büyük bir sorumluluğu vardı. Ama bunu bir de kocası anlasaydı
ya.
... Akşama kadar
eğitim vardı. Sabah koğuşun içinde yüz kişi sıraya tutuluyorduk. Esas duruşta
askeri marşlar söylüyorduk. 60'tan fazla marş ezberlemiştik. Eksik ya da yanlış
söyledin diye, bu marş söylemeler dayaksız geçmiyordu. Her koğuşta mutlaka
muhbirler ve gözetleme delikleri vardı. Birbirimizle konuşamıyorduk,
oturamıyorduk. Hep ayaktaydık. 24 saat dayak vardı. Her an, gecenin 12'si,
sabahın üçü, dördü, koğuşa bir bölük asker baskın yapabiliyordu. Haydar denilen
kalaslarla, coplarla, su borularıyla dövülüyorduk. Öğleden sonraları, gardiyan
bize 'Eğitime hazırlanın' komutu veriyordu. İşte o zaman herkeste korkudan
tuvalete gitme ihtiyacı doğuyordu. ..... Dışarıdaki beton avludaki eğitimden
canlı dönemeyeceğimizden korkuyorduk. Çünkü bu eğitimler işkenceyle
yapılıyordu. Avlunun ortasında bir kapak vardı. Oradan hapishanenin ya da
mahallenin lağımı akıyordu.
Pireleri kessen, derilerini yüzsen, onlardan
bir seccade örsen, üstünde namaz kılmak caiz miydi acaba? Abdestsiz Kur’an
okunur muydu? Namazlar üç vakit miydi, yoksa beş vakit mi? bütün bu sorular
kafasını delicesine kurcalıyordu. Ne yapıp edip tutarlı cevaplar bulmalıydı.
Ancak böyle ümmetin önünün açılacağını biliyordu.
… Her birimiz
tek tek o lağım suyunun içine indiriliyorduk. Lağımın içinde nefesimiz kesilene
kadar tutuluyorduk. Diyarbakır Cezaevi'nde yatan herkes yaşadı bunu. O pisliği
içmedim, yemedim diyen gururu yüzünden yalan söylüyordur. Bir de avluda
sırtüstü yatırılıyorduk. Bacaklarımızı yerden on beş santim yukarıda
tutuyorduk. Bacağı düşen dayak yemek için sıraya giriyordu. Kıştı, bir hafta
boyunca gece o beton avluda suyun içinde yatırıldık. İhtiyacımızı suyun içinde
yapıp, ısınmaya çalışıyorduk. Her koğuşta hoparlör vardı. Her gün cezaevinin
amiri olan yüzbaşının konuşmasını esas duruşta bir saat dinliyorduk. Hasta
biriydi. Yedinci Kolordu Komutanı'nın adamıydı. Oradan kendisine cezaevi için
öldüren türden adamlar seçiyordu. Bunlar, bu vahşeti yaptıktan sonra nasıl
yemek yediler, akşamları çocuklarını nasıl okşadılar insan bunu asla
anlayamıyor.
Kalbinde bir tek o vardı. Her şeyini ama her
şeyini onun için terk edebilirdi. Onun gülmesi ya da tek bir güzel sözü için
dünyayı bile yakardı. Gününü saatini, dakikasını o dolduruyordu. Yemeden,
içmeden kesilmiş onun hayaliyle yaşıyordu. Nereye baksa onu görüyor, her yerden
onun kokusunu alıyordu. İşte aşk bu olmalıydı. Hem de kara sevda dediklerinden.
... İtirafçılar
dahi işkenceyi gördü. Elimde sigara söndürme izini görüyorsunuz. Yumurtalık
bölgemde de sigara, kibrit söndürdüler. Mahkemede bir hemşerime tebessüm ettim
diye bir gardiyan elime beş milimlik çivi çaktı. Copu ısırtıp, tekmeyle
vurdular ve sonra ağzımdan dişlerimi copla birlikte çıkardılar. Ağzıma
soktukları copu sağa sola döndürdüler, gördüğünüz gibi ağzımı bir yanından
yırttılar. İnsanoğlunun bunları nasıl yapabildiğini hâlâ kavrayamıyorum.
Gözümün önünde öyle çok olay oldu ki. Ölümler, işkenceler... Abbas Çelik diye
bir köy sahibi vardı. Oğluyla birlikte içerideydi. Oğluna soktukları copu
çıkartıp babanın ağzına veriyorlardı. Sonra babaya soktuklarını oğlunun ağzına
veriyorlardı. Batmanlı Veli Gürgen adlı bir genci de babasıyla getirdiler ve
babasının gözünün önünde işkenceyle öldürdüler. Tayyip Erdoğan'a, belediye
başkanlığı döneminde danışmanlık yapan gazeteci Altan Tan'ın babası Bedii Tan'ı
da bir gardiyan işkenceyle öldürdü. Bedii Tan, işadamı Felat Cemiloğlu'nun
ortağıydı. İkisi de bizim koğuştaydı.
Mavi yolculuktan yeni dönmüştü. Kotranın
etrafında kendileriyle yarış eden yunusları aklından çıkaramıyordu. Hele
akşamları güneş batımında taze balığın yanında içtikleri Fransız şaraplarının
tadını unutması nasıl mümkün olabilirdi. Bunu her sene tekrarlamalıyım diye
düşündü. Ölümlü dünya, bir daha mı gelecekti sanki.
... O, yüzünde
devamlı tebessüm olan biriydi. Yaşlı olmasına rağmen, işkence yapıldığında
bağırmıyor, yalvarmıyor, işkence yapanların gözlerinin içine bakıp tebessüm
ediyordu. Bu tavrı, onları kızdırdı. Çok dayak yedi ve yatağa düştü. Yatağa
düşünce gardiyan, 'Onu bana getirin' dedi. Götürdük. Bedii Tan ayakta
duramıyordu. Kafasından bir bidon soğuk su boşalttılar. Yere yığıldı. Kalkması
emredildi. Duvara tutunarak güçlükle kalktı. Kalkmasıyla beraber, gardiyan bir
tekvando hareketiyle dönüş yaptı ve botunun tabanını Bedii Tan'ın göğsüne
indirdi. Adamcağız kafa üstü yere düştü. Bedii Tan öldükten sonra koğuşa bir
hâkim yüzbaşıyla asteğmen geldi. Bize, 'Bedii Tan koğuşa gelmeden önce ishale
yakalanmıştı. Bağırsak enfeksiyonundan öldü' diye bir ifade imzalattılar. Biz
ise aramızda anlaştık. Kim mahkemeye ilk çıkarsa bu cinayetle ilgili suç
duyurusunda bulunacaktı. Mahkemeye ilk ben çıkarıldım ve 'Bizim koğuşta cinayet
işlendi' dedim. Diğer arkadaşlar da suç duyusunda bulundular. Gestapo lakaplı o
gardiyan sonra mahkûm oldu. Ben o ifadeden sonra bayılıncaya kadar dövüldüm.
Komşuluk ölmüş kardeşim, nerede o eski günler.
Mahalle önlerinde sergiler açılır, günler yapılır, bütün konu komşu
yaptıklarını getirir, hep beraber yer, içer, güler, eğlenirlerdi. Şimdi öyle mi
ya. Millet evde yokuz sansınlar diye ışıklarını söndürüyor. Kapıda köpek var
levhalarıyla uzak durun diyerek özerk yaşıyor.
... İnsanın
cezaevi dışındaki yaşamı hafızasından siliniyor. Eskiden tabaklı ve sürahili
bir sofrada oturduğundan bile kuşkuya düşüyorsun. Annenin, babanın,
kardeşlerinin yüzünü hatırlayamıyorsun. Tamamen cezaevine ait oluyorsun. Ben bu
vahşeti 23 yıl önce yaşadım. Orada insanlar öldü, hayatta kalanların çoğu ise
hastalandı. İnsanların duyarsızlığından hâlâ korkuyorum... Böyle bir vahşet
tekrar yaşandığı takdirde gene sessiz kalacaklarından ürküyorum. Bakın,
cezaevinde kendisine tekmil verdiğimiz bir 'Komutan Co' vardı. Benim
cezaevindeki ilk aylarımdı ve hücrede kalıyordum. Gündüzleri hücrenin içinde
esas duruşta marş söylüyorduk. Nefesim o gün pislikten kesilmişti ve
çömelmiştim ki, Komutan Co'nun sesi geldi. Komutan Co hücrelerin önünde
geziyor, oturanı görünce havlıyordu. O bir kurt köpeğiydi ve biz ona
'komutanım' diye tekmil veriyorduk. Gardiyan bize onu , 'İşte komutanınız' diye
tanıtmıştı. Komutan Co'ya tekmil vermemiz emredilmişti.
Arabasına gözü gibi bakmıştı. Periyodik
bakımlarını hiç aksatmıyordu. İki sene olmuştu ve artık değiştirmeliyim
demişti. Sadece kısa yanaklı özel alaşımlı lastiklerine ödediği milyarları
düşününce içini çekti. Öte yandan bu lastiklerle yol tutuşundaki olağanüstü
hâkimiyeti ve virajlarda otomatik yatış ayarının kendine verdiği güveni aklına
geldi. Ayrıca eski arabasının klimasını aramıyor da değildi. En sinir olduğu
şey trafikte saatlerce takılmaktı. Ne zaman bu arabalar uçacak, acaba benim
ömrüm buna yetecek mi diye diye beklemek canını yeterince sıkıyordu zaten.
... Çünkü
karşındaki kişi, senin insanlığını elinden almak istiyordu. Sen de insanlık
onurunu korumak için direniyordun. ..... Yaşadıklarımızın gerçekliğinden
kuşkuya düşebiliyorduk tabii. Mesela Mehmet Salih Besen olayında gerçeklik
duygumu ben tamamen yitirdim. 50 yaşlarındaydı. TKİ'de memurdu. Kendisini ve
bizleri ölü zannediyordu. 'Biz ölüyüz, şu anda kabirdeyiz' diyordu. Biz, ' Amca
yok öyle bir şey, gerçek hayattayız' desek de, koğuşun aslında bir mezar
olduğunu öyle mantıklı savunuyordu ki, ben dâhil bazılarımız ölü olduğumuza
inanmaya başlamıştık. Mesela cuma günleri görüşme günümüzdü. Bize soruyordu.
'Bizi ziyarete gelenlere biz dokunabiliyor muyuz? Hayır. Bize uzaktan
bakıyorlar, ağlıyorlar ve gidiyorlar. Çünkü onlar bizim kabrimizi ziyaret
ediyorlar. Cizre'de biliyorsunuz kabir ziyareti cumalarıdır' diyordu.
Gardiyanların da Zebani olduğunu söylüyordu. Gerçekten de koğuşun camları
boyalıydı. Biz dışarıyı göremiyorduk, koklayamıyorduk, duyamıyorduk. Bu durum
uzun sürdü ve ona yaşadığımızı bir türlü ispat edemiyorduk. Bir gün mazgal
açıldı ve 'Mehmet Salih Besen hazırlansın, tahliye oluyor' dendi. Ben şahadet
getirdim. Dedim ki, 'Biz yaşıyoruz...'
Deniz, kum ve güneşin yerini eğlence turizmi
almıştı. Turizm çok yönlü bir şeydi. Adam kendi memleketinde olmayan bir şey
istiyor. Oteller sadece konaklama yeriydi ve tek başına otele yatırım doğru
değildi. Sadece bir yerde kalmak bu kadar önemli olmamalıydı. Mavi turlar,
animasyonlar, dansözler ve yöresel, lezzetli yemeklerle turistleri
eğlendirmesini bilmek gerekiyordu. Bu aynı zamanda ülkeye hizmetti.
... 'Seyidim
beni gönderme. Sen bana sahip çıkıyordun. Şimdi tek başıma mahşere hesap
vermeye gidiyorum' diye ağladı. Sonradan onunla birlikte tahliye olan gençten
öğrendik ki, onları Siirt'teki sivil cezaevine götürmüşler. 'Eğer beni
hanımımla, çocuklarımla konuşturursan ölmediğime inanırım' demiş. Cezaevi
müdürü de telefon etmelerine izin vermiş. Genç, Salih Amca'nın evini aramış,
karşısına hanımı çıkmış. Telefonu Salih Amca'ya vermiş. Salih Amca, hanımına
'Ben sağ mıyım, ölmedim mi?' diye sormuş. Ve ahize yere düşmüş. Salih Amca,
içerideki vahşeti görünce, oradan sağ kurtulacağına inanamadı. Sağ kurtulduğuna
inandığında ise buna kalbi dayanmadı.
Önce iki demet pazı, saplarıyla beraber üç
demet maydanoz, bir avuç kekik ve ikiye bölünmüş üç adet limonu kabuklarıyla
beraber en az bir saat kaynatıyorsun. Sonra soğuk ya da sıcak fark etmez
sabahları aç karnına bir su bardağı içiyorsun. Göreceksin iki, üç ay sonra
prostatından eser kalırsa o zaman yüzüme tükür.
…Ferhat Kortay,
Necmi Önen, Mahmut Zengin, Eşref Anyık. 1981'in sonlarında itirafçılık başladı.
İtirafçılar ayrı koğuşa kondu, onlara işkence yapılmadı. Onlar, spor yapıp,
televizyon seyrediyorlardı. İtirafçıların sayısı da her gün artıyordu. Bu dört
kişi, itirafçılara ve işkenceye karşı eylem yaptılar. ..... Aynı koğuştaydım.
Ferhat Kortay hemşerimdi, elektrik mühendisiydi, samimiyetimiz vardı. Sabaha karşı
saat üç sularında koğuşta müthiş bir patlama oldu. Bir arkadaş alevlerin üstüne
su döktü. Alevlerin içinden bir ses geldi. 'Bu bir yangın değil, eylem.
Kahrolsun işkence, kahrolsun vahşet' dedi. Alevler küçüldüğünde biz o dört
insanı kafa kafaya vermiş gördük. Ben Ferhat Hoca'nın başucuna gittim. Eğildim,
'Hocam bir şeyler söyle' dedim. Dişleri kenetlenmişti. Tıslar gibi bir sesle
zorlukla, 'Bana türküyü söyle' dedi. 'Sevdalım' adında çok sevdiği Kürtçe bir
aşk türküsüydü bu. Ben ağlayarak türküyü söylemeye başladım. Beni teselli etmek
ister gibiydi. Ağlamamam için bana tebessüm etti. Tebessüm ederken
yanaklarından etler dökülüyordu.
Beş yıldızlı otellerden bıkmıştı. Hep aynı
şey; yiyor içiyor ve güneşleniyorsun hafta sonları denize açıl, mağaraları gez,
kaleye çık. Bunların benim için bir önemi kalmadı diye ünledi. Yeni yerler
görmeliydi. Yepyeni kültürlerle tanışmalı farklı şeyler keşfetmeliydi. İçinde
büyüyen macera merakını daha fazla engelleyemeyecekti. Haritayı önüne koydu ve
kendini bulacağı yerleri aramaya başladı.
... Tahliyeden
bir hafta sonra askere alındım. Askerlik psikolojik tedavi oldu. Çünkü orada da
elbiseler cezaevindekiyle aynıydı. Fakat muamele farklıydı. İşkence, ölüm,
hakaret yoktu. Askerde bana hiç görev verilmedi, hiç baskı yapılmadı. Ama ben
yine de kendimden nefret ediyordum, yaşadıklarımı haykırmak istiyordum,
haykıramıyordum... Neler yaşadığımı bir ben, bir de ailem bilir. Normal insan
gibi yürüyebilmek için bir hafta çalıştım. Tuvalete bile nizami adımlarla
gidiyordum. Anneme babama emredersiniz diyordum. Sokağa çıktığımda herkesin
beni gözlediğini sanıyor, gizlenmeye çalışıyordum. Beni, iki arkadaşım kolumdan
girip sokakta yürütüyordu.
Koltuk meraklısı
değildi ama üç senedir başkanlığı da sürdürüyordu. Bir daha seçilemezse ne yapacaktı.
Artık eski işine dönmesi söz konusu değildi. Üstelik başkanlıktan sonra
olamazdı da. Ayrıca aldığı maaş, emeğinin karşılığı hiç değildi. Bunca çocuk,
itibar ve yaşam standardını koruyup, çıtasını düşürmemenin bir yolunu
bulmalıydı. Nede olsa her zaman halkın hizmetindeydi ve değerini bilmeyenlere
karşı tedbirli olmak ve bu hizmetini sürdürebilmek için hayatını garantiye
almalıydı. Zira onun varlığı halkı içindi ve Allah rızası için, halk için
gerekirse çalacaktı.
... Ben siyasi
biri değilim. Bu konularda birikimim yok. Ama 12 Eylül, Kürt sorununa herkesin
dikkatini çekti, bu sorunu dünyaya duyurdu. Cezaevindeki vahşet olmasaydı, Kürt
meselesi bu ülkede bu kadar erken açığa çıkmazdı. Diyarbakır Cezaevi'ndeki
insanları birer militan haline getirdiler. Bunların yüzde 80'den fazlası dağa
çıktı. İnsanın oradaki vahşeti gördükten sonra normal yaşama dönmesi çok zordu.
'PKK hareketi 1984'te patladı' derler ya, bu tarih, Diyarbakır Cezaevi'nden ana
tahliyelerin olduğu tarihtir.
En son Venedik’te böyle duygulanmıştım. O
mimari harikası yapıların su içindeki hali beni çok etkilemişti. İtalya, ah
İtalya benim sonbahar aşkımdı. Londra’nın soğuk sokaklarında bu hissi hiç
yakalayamamıştım ki. Ne Fransız şarabı ne Alman peyniri. Hiçbir şey beni uçsuz
bucaksız Alp dağları kadar kucaklayamamıştı.
... Ama tuhaftır
konuşmak, anlatmak da istiyorum. Benim dile getirdiklerimin siyasetle bir
ilgisi yok. Ben ülkemizde geçmişte yaşanılan bir vahşeti anlatıyorum. Bugün 43
yaşındayım, Diyarbakır Cezaevi'nden konuşulduğunda hâlâ hayattan kopuyorum.
İçimdeki fren boşalıyor, bağırmak, ağlamak, haykırmak istiyorum. Benim hanımım
ve çocuğum var. Kalabalık bir ailem ve dost çevrem var. İçimdeki frene
basamıyorum ve herkesin önünde hüngür hüngür ağlıyorum, ağlıyorum...
NOT: “Üç yılını
cehennemde geçirdi.” Selim Dindar: Cezaevinde, insanların yüzde seksenini
militan haline getirdiler. 12 Eylül döneminde tutuklanıp Diyarbakır Cezaevi'nde
üç yıl kalan işadamı Selim Dindar, yaşadığı 'cehennemi' anlatıyor. Neşe Düzel ‘
in 23.06.2003 tarihli Radikal Gazetesindeki yazısından kurgulanmıştır.
Musa Şimşekçakan / www.ictihad.com
Not. Şevket Hüner abime teşekkürler...
Not. Şevket Hüner abime teşekkürler...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder