Unutulmuş Soğanlar
Uzun zamandır geciktirdiğim bir eylemin bir kısmını
gerçekleştirmenin heyecanı içindeyim. Baharın uyanışına ve cemrelerin düşüşüne ilk
tepkim, üç gün boyunca hanımın da desteğiyle evde duvar kâğıtlarından ve boya
kalıntılarından kurtulmak için hummalı bir tempoyla çalışmak oldu. Candan bir
kardeşin bütün çatlakları ve delikleri gizlemesi sonunda evimiz makyajlanmış
bir kocakarı gibi yeni bir çehreye kavuştu.
Tabi bu işlemi
gerçekleştirmek için evi baştan aşağı alt üst olması gerekliydi. İşte tam bu
hengâmenin içinde hanımın “Allahu Ekber” nidasıyla mutfağa yöneldim. Hanımın avucunda
bir peçete içinde üç tane lâle soğanı duruyordu. Bunları geçen sene Emirgan’da
alt üst olmuş toprağın üzerinden almış ve önümüzdeki yıl bir saksıya ekerim düşüncesiyle
eve getirmişti. Çamaşır makinesinin üzerine bıraktığı bu soğanlar arkaya
düşünce gözlerden ve gönüllerden ırak bir şekilde unutulmuştu. Ama makineyi
yerinden oynattığında lâle soğanlarının bu terk edilmişliğe inat canlandığını
ve kabuklarını yarıp filizlendiklerini görmüştü.
Allah, Allah… Güneşi görememişler.
Su ile beraber olamamışlar. Toprağa ise hiç değememişler. Ama Kasım ayında
toprağa dikilen benzerleri gibi Mart başında filizlenmişlerdi. İlginç olan makinenin
arkasında, o gürültülü, karanlık ve havasız ortamda baharın gelişini ve
filizlenmenin doğru zamanlamasını hangi kıstas üzerinden tespit etmişlerdi?
İleri saat uygulamasına
geçildiğinde bilgisayarın, cep telefonunun buna uyum sağlaması aleti planlayan
mühendisin yazılımından kaynaklanır. Bu soğanın da terk edilmişliğe inat
filizlenmesindeki zamanlama yaratıcısının onu öyle takdir etmesine bağlı değil
mi? Aynı şekilde iftiraya uğrayarak zindana atılan o güzeller güzeli Yusuf’un(as)
terk edişline aldırmadan hücre arkadaşlarına büyük bir iştah ile tebliğ etmesi
de böyledir. Yalnızlığına rağmen o hakikati ve hikmeti anlatmaya gayret etmiştir.
Bu olay da unutulmuşluğa inat filizlenen lâle soğanlarından ayrı düşünülemez.
Tabiatta Allah kaynaklı
bir canlanma var ise tevhit gereği hiçbir canlı buna bigâne kalamaz. Bigâne
kalan sadece şeytan tarafından kandırılanlardır. O hâlde vücudumuza yeni bir
enerji sunulurken, içimiz sebebini bilemediğimiz bir sevinçle kıpır kıpırken ya
da yaşadığımız ortamlar bize sıkıcı gelip kendimizi çayırlara vurmak deniz
kenarlarına atmak isteyen bu yerinde duramayışlar yaşanırken bütün bunların da
hayırlarımızı arttırmaya vesile olması gerekmez mi?
Kur’an yeniden dirilişi
anlamamızı isterken kurumuş tabiatın nasıl yeşerdiğine bakın ve tefekkür edin
der. Yani baharın gelişi müminler için bir cennet müjdesi olarak kalplere
sunulmuş bir mutmainliktir. Canlanmış organizmaların en şereflisi olan insana
geleceğe dair muştular verilerek âdeta “Haydi artık iyiliği arttırmak ve
kötülüğü engellemek için gayrete gel ki aydınlık yarınlara eresin.” denilir ve
kişi yeniden yaratılışa katılmaya davet edilir.
Bahar sizin için geldi
dostlar… Cemreler suya, toprağa, havaya sizin için düşüyor. Duyuyor musunuz? Bu
günler kupkuru bir ağaca veya karlar altında kalan bir toprağa dokunma zamanıdır.
Ellerinizle dallara yürüyen suları hissetmenin zamanı… Açmak için bekleyen
tomurcukların heyecanını duyma zamanıdır. Kuş cıvıltılarıyla uyanıp seherlerde âlemin
uyanışına katılma heyecanıyla yalvarma zamanı… Bir yetimin başını okşama zamanıdır.
Hasta yatağındakine tebessümümüzle ilaç olma zamanı… Unutulmuş, yalnız kalmış
bir dostu ziyaretinizle diriltme zamanıdır. Bir miskini doyurarak utanma zamanı…
Şaşırmış bir gence çocuğumuza sahip çıkar gibi kucak açma zamanıdır. Kardeşlerin
yaşadığımız şeytan kaynaklı bütün küslükleri bitirme zamanı… Kış uykusundan
uyanan yılanın deri değiştirmesi gibi bütün ataletlerden ve üniformalardan sıyrılıp
takva elbisesine bürünüp erguvanlar gibi açma zamanıdır. Olumsuz şartlar ve
meşguliyetler sebebiyle ertelediğimiz iyilikleri gerçekleştirip kötülükleri
engelleyerek âlemi bir lâlezara dönüştürme zamanı… Kuruyan kalplere Kur’an ve Sünnet’in
neşesini sunmak için attığımız tohumların ileride bir muştuya dönüşmesini görme
zamanıdır.
Yaratılışın sürekli devam
ettiğini görmek Allah’ın hâlâ insanlıktan ümidini kesmediğinin emmaresidir. Bu
da mümine heyecanından coşma zamanının geldiğini gösterir.
Biz de ailece her türlü
unutulmuşluğa direnen lâle soğanlarını büyük bir saygıyla toprağa verdik.
Üzerlerine küçük kızlarım su döktü. Ve bulutların arasında sıyrılarak içimizi
ısıtan güneş o toprağı aydınlattı. Artık her gece yatağa, kızlarımın topraktan
çıkan bir filizi müjdeleyen çığlıklarıyla uyanmak için yatıyorum. Toprağa
verdiğimiz bu şanlı direniş, yakında filizlenecek ve hayranlıklar uyandıran bir
lâleye dönüşecek inşaallah. Bunun gibi hidayet yolunda her türlü şeytani
vesveselere direnenler de kabirlerinden kaldırılıp bitmez tükenmez nimetlerle
dolu cennet bahçelerinde yeşerecekler…
Bu duygularla evimden
çıktım. Sur dibinde mütevazı imalathanesine sığınmış lâlegillerden bir abiyi
ziyarete gittim. Loş bir odanın kuytusunda gözlerden ırak yine çaresizlere çare
olmaya çabalıyordu. Telefonu hiç susmuyor yardım için kıvranıp duruyordu. Üstünde
başında hep aynı elbiseler vardı. İşlerinin pek yolunda gitmediği belliydi. Şikâyet
etmiyor kendi çaresizliklerini bir kenara koyup arayanların ümitlerini artırmaya
çalışıyordu. Onlara değer verdiği belliydi. Pek fazla konuşamadık. Ona gıpta
ederek uzun uzun seyrettim. Muhabbet denen şey bu olmalıydı. Telefon aralarında
benimle ilgilenemediği için mahcup ama mütebessim bakıyordu. Meşguliyetinden
çay bile içemedik. Sarıldık. İçindeki heyecanın içime aktığını hissettim. Onun neşesi
bende baharın geldiğine dair bir his uyandırdı. Güneş görmese de, suyla
buluşamasa da, toprağa değmese de açmaya ve dirilmeye kararlı lâle soğanları
gibi duygularımda bir canlanma başlamıştı bile. Bütün kalbimle “İnşaallah ben de bu
abi gibi ümitli ve bir lâle kadar azimli olabilirim.” duasıyla oradan ayrıldım…
04.03.2012
Şevket HÜNER
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder