28 Aralık 2016 Çarşamba

Muhasebeci mi Olsam Acaba: The Accountant

Filmin Adı: Hesaplaşma

Orjinal adı: The Accountant



Film ile ilgili site:

http://www.turkcealtyazi.org/mov/2140479/the-accountant.html



Filmin konusu:

Christian Wolff (Affleck) sayılara insanlardan çok daha yakın olan bir matematik dahisidir. Küçük bir kasabada bulunan bir muhasebe ofisinin arkasına gizlenen Christian, dünyanın en tehlikeli suç örgütlerinden bazıları için serbest zamanlı bir muhasebeci olarak çalışmaktadır. Hazine Bakanlığı'na bağlı olarak Ray King (J.K. Simmons) tarafından yönetilen Suç İnfaz Birimi’nin küçülmeye gitmesiyle beraber, Christian bir müşteri için çalışmaya başlar: son teknolojileri kullanan ve robot üretimi yapan bir şirkettir bu. Şirketteki muhasebe memuru (Anna Kendrick) ise hesaplarda milyon dolarlık bir açık bulur. Öte yandan, Christian muhasebe kayıtlarını inceledikçe ve gerçeğe yaklaştıkça, ölenlerin sayısı artmaya başlar.

İrfan'ın Yorumu:

Filmin ilk 15 dakikasında biraz sıkılır gibi oluyorsunuz ama film sizi kendinize çekmeyi başarıyor. Çocukken otistik bir çocuğun üstün özellikleri sayesinde yaptıkları heyecanlı bir şekilde anlatılıyor.

Keyif alarak izleyebileceğiniz bir film...

Tavsiye ederim...

12 Aralık 2016 Pazartesi

15 Temmuz'da Kadın Faktörü: 24 Saat 15 Temmuz'un Kamera Arkası

Kitabın Adı: 24 Saat 15 Temmuz'un Kamera Arkası

Yayınevi: Doğan Kitap

Yazarı: Hande Fırat

Kitabı Bitiriş Tarihi:          

9 Aralık 2016 / Cuma                        

18.59 / İstanbul



İrfan'ın Notu:
Hande Fırat'ın ilk kitabı her halde... Bu kitabı da uzman birisine danışarak yazdığına dair bir şüphem neredeyse yok gibi.

Evet... 15 Temmuz darbe girişiminin görünen kahramanlarından birisi Hande Fırat. Tayyib Erdoğan'ı en kritik bir zamanda TV'ye face time marifeti ile bütün Türkiye'ye konuşma imkanı sağlayan kadın...
Bir diğer kahraman kadın da TRT stüdyoları işgal edildiğinde eline bildiri okutulan Tijen Hanım
15 Temmuz heyecanını bir hikaye-roman tadında tekrar yaşamak istiyorsanız buyrun bu kitabı okuyabilir, o heyecanı an be an yaşayabilirsiniz.

Ben elime aldığımda bırakamadım ve aynı gün içinde bitirdim... Komplo teorilerinden başını kaldıranlara şiddetle tavsiye ederim.

Kitap ile ilgili İrfan'ın notları

Kitap ile ilgili her hangi bir not alma ihtiyacı hissetmedim.
Çünkü dediğim gibi kitap hem çok akıcı hem de bir roman tadında...
Hande'yi bu haberciliği dolayısı ile bir çok kişi tebrik etmiş olabilir ama ben bu kitap dolayısı ile tebrik ediyorum.


6 Aralık 2016 Salı

Sayılara Takılma: Kabe'nin Sırrı

Kitabın Adı: Kabe'nin Sırrı

Yayınevi: Sınır Ötesi Yayınları

Yazarı: Erdem Çetinkaya

Kitabı Bitiriş Tarihi:          6 Aralık 2016  -           17.36 / İstanbul

İrfan'ın Notu:
Bilirsiniz bir ara 19 sayısını takıntı haline getiren birisi vardı, Kur'an'da 19 mucizesi diyerek kafayı yemişti.

Bu yazar da altın oran olan 1,618 ile Kabe'yi, İstanbul'u, Ankara'yı, Kudüs'ü anlamlandırmaya çalışıyor. Bazı yerlerde iyice zıvanadan da çıkmıyor değil. Açıkçası bu kitabı aldığım zamanı hatırlıyor ve ümitli olabileceğimi, farklı şeyler ile doyurucu bir çalışma bekliyordum. Kitabı okuduktan sonra sayılara takılmış bir adamın gerçek-doğru birbirine karışmış kanaatlerini görmekten dolayı üzüntü içindeyim.

Sinemalarda 28 diye bir film vardı, her şeyi 28 rakamı üzerine bina ederek anlamlandırmaya çalışıyor, ona göre hayatını şekillendirmeye çalışıyordu.
Sayıları yok saymadan, matematiği inkar etmeden her şeyi sayılara ve matematiğe bağlama hastalığından bakalım ne zaman kurtulacağız.

Erdem Çetinkaya lütfen biraz kendine gel ve kafanı ahiret için yor.

Kitap ile ilgili İrfan'ın notları

Kitap ile ilgili not alacak değerde önem atfeden bir cümle bulamadım. Ayetler ve hadisler var elbet ama kitabın odaklandığı konuya beni ikna edecek bir şey göremedim maalesef.

Bazen bir kitap okursun da zamanımı boşa aldı dersiniz ya

İşte bu da o kitaplardan biri
Göz atılabilir, bakılabilir ama zaman ayırıp da okuma tenezzülünde bulunulmayacak bir kitap...


3 Aralık 2016 Cumartesi

Cennet Sultanı Meryem: Siret-i Meryem (Cennet Kadınlarının Sultanı)

Kitabın Adı: Siret-i Meryem (Cennet Kadınlarının Sultanı)

Yayınevi: Timaş Yayınları

Yazarı: Sibel Eraslan

Kitabı Bitiriş Tarihi:          2 Aralık 2016  -           23.15 / İstanbul


İrfan'ın Notu:
Sibel Eraslan'ın bu kitap için söylediği "başucumdaki kaynaklar"a bir göz attığımızda beni rahatsız eden unsurlar olsa bile kitabı elinize alıp da okumaya başladığınızda bu kaynaklara bütün benliğinizle kapılmamanız önemli...


Sibel Eraslan'ın kitabı yazarken ve siz de okuduğunuzda niyetin halisane olduğunu hissedebiliyorsunuz. En azından ben kendi adıma öyle hissediyorum...

Hz. İsa ve annesi Hz. Meryem, babası İmran ve annesi Hanne, teyzesi İ'şa ve İmran'ın bacanağı Hz. Zekeriyya, Hz. Zekeriyya'nın oğlu Yahya... Evet kitabı okumaya başladığınızda iffet timsali bir ailenin içinde imiş gibi hissediyorsunuz. Çünkü bu aile İslam ailesi, iffetli, duayı, zikri ağızlarından eksik etmeyen, hakkı ve hakikati çekinmeden söyleyen, insanlara ve insanlığa izzetli duruşu sergileyen bir aile...


Sabırlı, panik olmayan bir aile...
Dertlere sabır, iftiralara sabır, işkencelere, hicretlere ve daha nicelerine sabır...
İslam ailesine baktığınızda bunlardan başka ne var ki karşımızda olan...


Günümüze de baktığımızda müslümanların başına gelenler bu aileden olmakla bağlantılı değil mi?
Şunu söyleyebilirim, aşağıda da kitaptan bazı alıntıları alarak kitaptan faydalanılabileceğini, duygu yüklü ve ibretlik sözlerle nasiblenilebilecek bir kitap... Şiddetle tavsiye ederim... Özellikle genç kızlarımıza, hanımlarımıza, kadın faktörüne bigane kalanlara ...



Kitap ile ilgili İrfan'ın notları


(sayfa 48). Buradaki tesbitler ne kadar yerinde değil mi?

-------------
(sayfa 51)


-------------
(sayfa 58)


-------------

 
(sayfa 126)


-------------
(sayfa 136)


-------------
(sayfa 246)


-------------
(sayfa 327)


-------------
(sayfa 328)

2 Aralık 2016 Cuma

Dibe Vuruşun Dibisin: Bir Rüyaya Ağıt İçin

Filmin Adı: Bir Rüyaya Ağıt İçin

Orjinal Adı: Requiem For A Dream

Film ile ilgili bilgi siteleri:

http://www.sinemalar.com/film/958/bir-ruya-icin-agit


Uyuşturucu bağımlısı bir genç, televizyon bağımlısı annesi ve aralarında günden güne yükselen bir uçurum... Uyuşturucu batağı içerisindeki Harry’nin hayattaki tek amacı daha fazla uyuşturucuyken; umutsuz annesini hayata bağlayan tek şey en sevdiği yarışma programıdır. Bir gün bu yarışmaya katılmaya hak kazandığında tek derdi, ödül olan kırmızı elbiseye girebilmek olacaktır. Yaşlı ve mutsuz kadın zayıflama hapları kullanmaya başlar... Hubert Selby’nin romanından uyarlanan trajik hikaye, ‘Black Swan’, ‘The Wrestler’, ‘Pi’ ve The Fountain gibi kült filmlere imza atmış Darren Aronofsky tarafından yönetilmiş; özellikle de Clint Mansell tarafından yapılan müzikleriyle hafızalara kazınmıştır.


İrfan'ın Yorumu:

Yönetmen çok incelikli bir iş çıkarmış. Batının uyuşturucu ve hayattan ümidini kesmesini enfes müzikleri eşliğinde iyice irdelemiş. Düşüşün, dibe vuruşun, çözümsüzlüğün ve çözüm arayaşında olup da çaresizlik içerisinde ümitsiz çırpınışları göreceksiniz filmde.

Her ne kadar bu tür filmleri daha iyi anlatabilmek için seks girdabına düşse de -ki bu girdaba girmeden de başarılı bir film çekilebilirdi- batı gençliğinin ve Amerikan ailesinin düşdüğü rezilliği, kepazeliği, çaresizliği gözler önüne sunması bakımından kayda değer diyorum...


28 Kasım 2016 Pazartesi

Danimarka Dizileri Muhteşem Gidiyor: Forbrydelsen

Dizi Film Adı: Forbrydelsen (CİNAYET)

Ülke: Danimarka

Bilgi siteleri:

http://22dakika.org/forbrydelsen-tanitim/

Toplamda 3 sezon süren ve Kasım 2012’de final yapan Forbrydelsen, genel olarak baktığımızda bir polisiye drama. Ama ultra-teknolojik aletlerle, Einstein detektiflerle her bölüm ayrı vaka çözülen klasik polisiyelerden değil. Bütün bir sezon bir vakaya ayrılıyor. Vaka hem polisler açısından, hem de maktul yakınları açısından derinlemesine inceleniyor. Her yeni bulguya polislerle eş zamanlı erişiyor ve bu yeni bilgilerle davanın nasıl yön değiştirdiğini, onlarla beraber izliyorsunuz. Her detay ince ince sezon boyunca işleniyor ve size de finale doğru bu parçaların birleşmesini tatminle izlemek kalıyor.

İrfan'ın yorumu: Danimarka siyasetini anlamak istiyorsanız izleyeceğiniz dizi: BORGEN, ama Danimarka dizileri içerisinde şu an izlediğimiz bu Cinayet dizisi son bölümüne kadar merak uyandıran ve kurgu bakımından iyi işlenmiş. Amerikan film ve dizilerinden gına geldi diyenler için farklı kulvarlara açılan bir dizi. Şiddetle tavsiye ederim. Pişman olmayacaksınız...

Ayrıca:

https://www.youtube.com/watch?v=XBMtao0Vvao

21 Kasım 2016 Pazartesi

Mahrem Konular: Mahrem

Kitabın Adı: Gizli Belgelerde Türkiye'nin Sırları: MAHREM
Yayınevi: Kırmızı Kedi Yayınları
Yazarı: Barış Terkoğlu / Barış Pehlivan
Kitabı Bitiriş Tarihi:          20 Kasım 2016           -           17.27 / İstanbul

İrfan'ın Notu:
Wikileaks belgelerinin dünyaya mal olması ile beraber bütün dünyada gizli kapaklı birçok işler nasıl dönmüş, kim kime ne anlatmış ... bilinmesi gerektiği kadar bilindi. Ben gerçi birçok çok gizli konuların açığa çıktığına inanmamakla beraber bayağı bir dedikodu boyutu basına yansımış bulunuyor.
İşte bu kitap biraz da bunları referans alarak Fetullah Gülen ile Türkiye ile birlikte yeryüzünde ele avuca gelen diğer ülkelerin ilişkilerini ortaya koymakta, ifşaatlarda bulunmakta.
Kayda değer bir yakın tarih yolculuğu yapmak ister misiniz? KAYDA DEĞER ...

Kitap ile ilgili İrfan'ın notları

"Gülen onlarca akademisyen, din adamı ve Morton Abramovitz, George Fidas, Graham Fuller gibi önemli ABD'li isimler tarafından kendisi hakkında yazılmış referans mektuplarını mahkemeye sundu
Kim miydi Fetullah Gülen'e referans olanlar?
Ayrıntılandıralım...
George Fidas: CIA "Analiz Bölümü Direktörlüğü" görevini yürüttü ...
... (sayfa, 74-75)

(İrfan'ın Notu: Kitabı aldığınızda bu referans olanların tamamını daha detaylı bir şekilde görebileceksiniz. Ben şimdilik tadı damağınızda kalsın diye böyle bıraktım)



"Yazmalıyız:
Sadece Garih değil, Alarko'daki ortağı İshak Alaton da Fethullah Gülen konusunda oldukça çaba sarfediyor, onun için çalışıyor.
Garih Eyüp Mezarlığı'nda Nakşibendi Küçük Hüseyin Efendi'nin mezarını ziyaret ederken öldürülmüştü. Katili bulunsa da cinayet konusunda hâlâ kafalarda soru işareti var. Ancak konumuz bu değil.
Mesele şu:
Türkiye'nin en büyük şirketlerinden Alarko'nun iki ortağının bu İslami tarikat ve cemaatlere ilgilerinin sebebi ne?
Amaç sadece siyasete/iktisada bunlar hakimdir düşüncesiyle, bu şekilde "şirin gözükerek" ihale almak mıdır? Bu değerlendirme çok sıradan olmaz mı?
Mutlaka sosyologların, tarihçilerin yanıt vermesi gerekir.
Neden musevi iki ortak Garih ve Alaton, aracılık yapacak, her cumartesi mezar ziyareti yapacak kadar tarikat ve cemaatlere karşı bir "adanmışlık" duygusu içinde? (sayfa, 171)


"Fetullah Gülen ise kendi cemaatine "paralel" diyenlerin cennete gidemeyeceğini şöyle iddia etti:
Mesela, hareket için tahminlere göre, bütün dünyada 15-20 milyon kadar sempatizani var. Bunların bütününe birden paralel dediğiniz zaman, sülük dediğiniz zaman, bu küfre denk bir günahtır. Onca insandan "hakkını helal et" deyip ruberu haklarını helal ettirmedikçe, o insanın cennete gitmesi mümkün değildir, elli tane İstanbul feth etse dahi mümkün değildir." (sayfa 317).

(İrfan'ın yorumu: Hadi ordan).


"... Büyükelçi aldığı cevabı kriptoya şöyle not ediyordu:
... Heuberger'e göre, Avrupa'daki Gülenciler, kültürlerarası diyaloğu destekliyor ama bunun nedeni, bu diyaloğu Avrupa toplumuyla entegrasyona yönelik bir adım olarak görmeleri değil, bunun Fetullah Gülen'in öğretilerinin ve dünya görüşünün bir parçası olması ..." (sayfa, 322)

(İrfan'ın yorumu: Gülencilerin ayaklarının kaydığı en önemli noktalardan birisi: Ne olursa olsun bu konuda Fetullah Gülen ne diyor diyerek yola çıkıyorlar. Ne olursa olsun Allah ve Rasulü ne diyor diye değil. Bu da Tevbe Suresi'nin 31. ayet-i kerimesi ile örtüşüyor. Onlar hahamlarını rahiplerini rabbler edindiler, çünkü onlar helal derlerse helal, haram derlerse haram olarak kabul ediyorlardı. Gülenciler de Fetullah Gülen ne söylerse onu din olarak algılıyorlar. Velev ki İslam'la taban tabana zıt olsa dahi).



"Hakan Fidan da cemaate göre bu "acem uşakları"nın arasındaydı ve hatta önde gidenlerdendi.
Öyle ki cemaate yakın sosyal medya hesaplarından İran Devrimi lideri Ayetullah Humeyni'nin yanındaki bir çocuğun fotoğrafı paylaşılıyor, çocuğun Hakan Fidan olduğu ve devrimden sonra Türkiye'ye gönderildiği iddia ediliyordu." (sayfa, 357)

(İrfan'ın yorumu: Algı oyunlarında bu yapının eline su tutacak kimse tanınmıyor). Yalanı yeminle söyleyen, akidesini yalan üzerine bina eden, İran'ı eleştirip İran şii inancının tüm öğelerine sıkı sıkıya yapışan başka bir örgüt var mı acaba?)



"Kısacası, İbrahim Kalın birçok AKP'li gibi cemaat ile iyi ilişkilere sahip oldu, ortak çıkarların getirdiği bahar mevsimini yaşadı. Ne zaman ki, bahar hazana dönünce oyunu AKP'den yana kullanarak yoluna devam etti." (sayfa, 380)

(İrfan'ın yorumu: FETÖ'nün algılarla, yalan dolanlarla, hakikatı sulandırmalarıyla, pusuyla, şantajla ve daha akla hayale gelmedik yöntemlerle Türkiye'de girmedik yer bırakmış mı ki İbrahim Kalın da onlardan etkilenmesin? Yazarın bu tesbiti İbrahim Kalın gibi değerli bir şahsiyeti zan altına sokarak AKP'ye çakmak. AKP'ye çak ama hakkaniyetle çak. Kınıyorum).



"Yazışmada o günler için şaşırtıcı sayılabilecek bir tahmin de vardı. Daha 2009 tarihli Stratfor belgesinde, cemaatin AKP ile yollarını ayıracağından söz ediliyordu:
... Kendi gelişen tabanıyla birlikte cemaat kısa süre zarfında AKP ile yedi yıldır sürdürdüğü simbiyotik (karşılıklı faydalanma) yaşamı gözden geçirmeye karar verebilir ..." (sayfa, 397-398).

(İrfan'ın yorumu: Tarih dikkat çekici: 2009).

10 Kasım 2016 Perşembe

Geçmişe Bir Bakın Derim: Kavimlerin Helakı

Kitabın Adı: Kavimlerin Helakı
Yayınevi: Nebevi Hayat Yayınları
Yazarı: Yakup Ahıska
Kitabı Bitiriş Tarihi:          9 Kasım 2016             -           19.45 / İstanbul
 
İrfan'ın Notu:
Kur'an okuyup da (mealini ya da tefsirini kast ediyorum) bazı kavimlerin başlarına gelenler, onların inatçılıkları, söz dinlememeleri, peygamberlerini yalanlamaları vs. sebeblerden dolayı helak edilmeleri ile ilgili konular okuyucunun gözünden kaçamaz. Kur'an bu kavimleri gelecek nesiller için ve günümüz insanları için ibret vesilesi kılmış, bizlere uyarılarda bulunmuştur. İşte bu küçük hacimli kitap da ayetler eşliğinde o kavimlerin başlarına gelenleri öz bir şekilde okuyucuya sunmuş bulunmaktadır. Bunu sunarken de hiç bir şekilde okuyucuyu yormadan ve aşırı detaylara girmeden verilmek istenen mesajı elinden geldiğince vermek için çaba sarf etmekte, okuyucunun geçmişi tefekkür edip Kur'an ayetleri ile bunu hatırlamasına olanak vermektedir. Bazı değerlendirmelere şerh düşsem de kitap genel olarak faydalı diye düşünüyorum.

Kitap ile ilgili İrfan'ın notları

"Hz. Nuh (a.s) dokuzyüzelli yıllık uyarılarının sonucunda kavminin hakka tabi olmayacağını anlayınca kavminin helak olmasını Rabbinden istiyor. Demek ki hak uzun süre bir topluma ve kişiye götürülüp, sapmalarından vazgeçmezlerse ve iman edeceklerine dair ümitler kesilecek olursa bu taktirde beddua edilebilinir." (sayfa, 16)

Kanaatimce bu konu tartışılır. Çünkü kitabın ilerleyen sayfalarında Hz. Yunus'un bir kavme olan tebliğinde Allah'tan o kavmi terk etmesi istenmediği halde "ben bunlara yeterince tebliğ ettim artık iman etmiyorlar" diyerek o kavmi terk etmesi sonucunda başına gelenler yine bu kitapta anlatılmaktadır.

Bu yüzden vahye muhatap olmakla birlikte vahiy gelmeyen biz beşer insanların "artık bu insan, bu kavim, bu topluluğa yeterince anlattım, aktardım, hakkı haykırdım. O yüzden bunlar da anlamıyorlar. Anlamadıkları için ben bunları terk edeyim yahut ben bunlara beddua edeyim" şeklindeki bir anlayışın doğru olmadığı kanaatindeyim. Bizler hangi toplumda olursak olalım direnç göstererek hakkı tebliğ etmeli, bunun yollarına başvurmalıyız. Demokratik toplumlarda ve diktatörlükle yönetilen toplumlarda tabi ki bunlar farklıdır. Ama bunun örneklerini hem Kur'an'da hem Rasulullah (s.a)'ın hayatında hem de günümüze kadar gelen önder davetçilerin hayatında bulabilir, bunlardan esinlenebiliriz.



Kitapta itiraz edebileceğim veya tartışmaya açabileceğim diğer bir husus da aşağıdaki nota binaen değerlendirmelerimde yatmaktadır:
"... Yapılan kazılardan anlaşıldığına göre; zenginlik ve debdebenin akıl almaz boyutlara yükseldiği Pompei, günden güne tefessüh ediyor ve şehrin her köşesinde, "fuhuş ve lutilik evleri" boy gösteriyordu." (Sayfa 127)

Okuyucuya ilk önce şu soruyu sormak isterim: Ailenizde, etrafınızda, tanıdık çevrenizde, farklı ülkelerdeki tanıdıklarınıza baktığınızda veya uzanabildiğiniz tüm çevrede "Lut" peygamber ismi olduğu halde çocuklarına "Lut" ismini veren kimse var mı?

Ben şu yaşıma geldim göremedim. Sordum bulamadım. Bu kitapta "lutilik", başka İslami eserlerde "Lut kavminin ameli" gibi değerlendirmeler yerine "homoseksüellik", "eşcinsellik" ya da belki biraz daha hard olacak ama "ibnelik" gibi ifadeler kullanılsa daha tercihe şayan olur kanaatindeyim. Çünkü Lut ismi bir peygamber ismi. Fakat günümüze kadar gelen bu anlayış sanki bu yüce ismin üzerine bilerek ya da bilmeyerek hiç hoş olmayan bir izlenim bırakır, böyle bir algı sonucu doğurur. Bu kitap özelinde itiraz ettiğim bir husus olarak kayıtlara geçmesini istediğim bir husus olarak zikretmek istedim.

8 Kasım 2016 Salı

Kınıyorum Bu Kitabın Yazarını: Son Darbe

Kitabın Adı: Son Darbe
Yayınevi: Elips Kitap
Yazarı: Yasin Topaloğlu
Kitabı Bitiriş Tarihi:          7 Kasım 2016             -           19.41 / İstanbul

İrfan'ın Notu:
Kitap çıkarmak için kitap çıkarmak böyle bir şey olsa gerek. Bu kadar özensiz, bu kadar dikkatsiz, bu kadar kendi ilgi alanına girmeyen konularda ahkam kesmek, bu kadar dengesizlik, bu kadar resimlerin yerli yerine oturtulmaması...
Ancak bu kitapta gördüm
Açıkçası kitap tam anlamı ile rezalet olmuş diyebilirim
Deve desen deve değil, kuş desen kuş değil
Kitap desen kitap değil, dergi desen dergi değil...
Olmamış Yasin Topaloğlu
15 Temmuz Darbe girişiminin tarihi serüvenini anlatırken haddini aşmış gibisin. Said-i Nursi ile Fetullah Gülen'i neredeyse aynı kefeye koyma cüretini dahi göstermişsin. Seni kınıyorum.
Adam akıllı bir kitap çıkaramamışsın. 15 Temmuz'dan faydalanarak parsayı toplama gayreti içerisinde özensiz bir kitap hazırlamışsın.
Tavsiye etmiyorum...
Ben ettim siz etmeyin...

Kitap ile ilgili İrfan'ın notları

Kitap ile ilgili ne notu alayım 15. Hem de 15 kere 15 diyorum ve tüm boyutları ile kınıyorum.
Adam akıllı kitap olduğu zaman gerekli hassasiyeti gösteren ben, böyle özensiz bir kitap için de kusura bakmasın ama Yasin bey Mete Yarar'ın kitabına bir baksın ve özen nasıl olurmuş anlasın.

Yani bu kitap dolayısı ile yazara o kadar kızgınım ki protesto olması bakımından kitabın kapağını dahi bloğuma koymama kararı aldım.

Darbe Darbe Dedin Başımın Etini Yedin: Darbenin Kayıp Saatleri

Kitabın Adı: Darbenin Kayıp Saatleri
Yayınevi: Destek Yayınları
Yazarı: Mete Yarar / Ceyhun Bozkurt
Kitabı Bitiriş Tarihi:          7 Kasım 2016             -           18.32 / İstanbul

İrfan'ın Notu:
15 Temmuz darbe girişimi ile birlikte bir kişinin görüşleriyle, bakış açısıyla, olayları değerlendirmesiyle öne çıktığını görebiliyordunuz. Mete Yarar'dan bahsediyorum. 15 Temmuz'dan önce de yazdığı yazılar ve televizyondaki bazı programlarda kendisini hissetirmişti ama 15 Temmuz'dan sonra daha bir belirgin hale geldi. İşte o Mete Yarar, Çeyhun Bozkurt ile beraber el ele vererek bir kitap çıkardı. Darbenin Kayıp Saatleri.
Kendisini dinlediğinizde ve kitabına baktığınızda milliyetçi muhafazakar vatanperver bir kişi izlenimi veriyor. Siyasi duruşu ise herkese mesafeli olarak kendisi beyan ediyor.
Peki ne yazıyor ve ne söylüyor Mete Yarar ve arkadaşı: Kitap büyük bir özenle hazırlanmış. Buna rağmen birkaç ufak tashih hataları göze çarpmıyor değil. Ama buna rağmen kitabın 15 Temmuz'u anlamamıza yönelik büyük bir gayreti olduğunu söyleyebilirim...
TV'de daha önce Amerikan yapımı 24 diye bir politik gerilim filmi vardı. Sistem olarak ona uygun hale getirerek yazmışlar. Adım adım, saat saat, dakika dakika. 24 saatte bir darbe başladı ve bitti...
İşte bu darbe girişiminin an be anını sanki o anları tekrar yaşarcasına bize anlatan bu kitabı çok başarılı bulduğumu söyleyebilirim. Şiddetle tavsiye eder, önyargılardan uzak bir şekilde kitabı okumanızı salık veririm.

Kitap ile ilgili İrfan'ın notları

Komplo teorisi güdenlere nazire olması bakımından aldığım bir not:
"Bunlar yaşanırken bir şey dikkat çekiyordu. Cumhurbaşkanı Erdoğan çok sakindi. Hatta sonradan yanındakilere sorduğumuzda bu sakinliğini şöyle açıkladılar:
Göreve geldiği günden itibaren çok sayıda badire atlattı. 7 Şubatlar, 17-25 Aralıklar, parti kapatmalar, muhtıralar vs. Her defasında sakinliğini korudu. Bugün niye sakinliğini korumasın?" (sayfa 127)

"Buraya not düşmek gerekmektedir.
Özel Kuvvetler Karargahı o akşam düşseydi ve Semih Terzi öldürülmeseydi belki de tüm Türkiye'de bordo berelileri Ankara'ya, İstanbul'a getirip bu işi bitireceklerdi. Kimse o personele haberleri olduğu halde nasıl gelirler diye soramaz.
Neden mi?
Özel Kuvvetler'de çok özel operasyonlara gitmeden önce karartma uygulanır." (sayfa 153)

Ve  daha nice önemli anlar bu kitapta sizleri beklemektedir.

Tanıtım Bülteni'nden

15 Temmuz'u tek başına bir darbe girişimi olarak mı alacağız yoksa geniş fotoğrafa mı yerleştireceğiz? Bunu hiç düşündünüz mü? Yıllardır Büyük Ortadoğu Projesi'nin tehlikelerine dikkat çekenlerin 15 Temmuz'u bir grubun basit bir darbe girişimi olarak görmesi mümkün mü? Dibimizde bir kaos yaşanırken, içimizde terör örgütleri pusudayken 15 Temmuz'u bunlardan bağımsız ele alamayız. Büyük bir yapbozun parçasını yaşadık o gece. Buradaki şablonu ve amacı anlayamaz, öğrenemezsek karşımızdaki gücün olası diğer hamlelerinde başarısız olabilir, tökezleyebiliriz. Biz bu kitapta size sözünü ettiğimiz yapbozun küçük bir parçasını değil, bütün şablonu okuyabileceğiniz önemli verileri aktarmaya çalıştık.

Çünkü 15 Temmuz gecesi kripto bir suç örgütü tarafından bireylere yönelik değil Türk milletine karşı bir cinayet işlendi. Dünyada bilinir ki kusursuz cinayet diye bir kavram yoktur. Katiller ne kadar dikkat etseler de ya başlangıcında, ya cinayet mahallinde ya da sonrasında arkalarında birçok iz bırakırlar. Biz bu kitapta 15 Temmuz gecesine nasıl geldiğimizi, o gecedeki kayıp saatleri ve sonrasında yaşanan süreci aktarma amacını taşıdık. 15 Temmuz saat 14.45'te Milli İstihbarat Teşkilatı önünde bir koşturmayla başlayan 25 saatlik süreci yazmaya, bu 25 saatte şu soruların yanıtlarına ulaşabilmeniz için bir yol açmaya çalıştık:

-Darbe nasıl öğrenildi?
-Darbe ne zaman planlandı ve harekete geçildi?
-Darbenin bir numarası kimdi?
-Genelkurmay Başkanı ve MİT Müsteşarı neden bilgilendirme yapmadılar?
-Darbeyle ilgili ihbar gelmiş olmasına rağmen önemli komutanlar neden Ankara'ya çağrılmadı ve düğünlere katıldılar?
-Bu kripto örgüt kendini nasıl kamufle etti?
-Genelkurmay'daki örümcek ağını nasıl oluşturdu?
-15 Temmuz gecesi ilk olarak nereyi hedeflediler?
-İstanbul ve Ankara dışında gerçek anlamda neler yaşandı?
-Cumhurbaşkanı'nın Marmaris seyahatine yol açan kritik görüşme neydi?
-Darbenin kırılma anları nelerdi?
Bu soruların yanıtlarını elimizden geldiği kadar ilgililere sorduk. Olayların geçtiği yerleri adım adım gezdik, bilgi topladık, katilin eşkâlini tarif edecek sonuçlara ulaştık.

Şimdi sizleri o gecenin kayıp saatlerini bulmanız, katilin eşkâlini görebilmeniz için 15 Temmuz 14.45'e, Ankara Yenimahalle'deki Milli İstihbarat Teşkilatı'nın önüne götürüyoruz.

1 Kasım 2016 Salı

Robotla Şaka Olmaz: Ex Machina

Film Adı: Ex Machina

Yönetmen: Alex Garland

Bilgi sitesi: http://www.turkcealtyazi.org/mov/0470752/ex-machina.html

Bilgi sitesi: http://www.imdb.com/title/tt0470752/?ref_=nv_sr_3

Henüz 24 yaşındaki Caleb, sadece Silikon Vadisi'nin değil dünyanın da en önemli teknoloji şirketinde yazılım uzmanı olarak çalışmaktadır. Şirketin gizemli CEO’su Nathan ise hem şirketten hem insanlardan uzakta, özel bir dağ evinde yaşamaktadır. Caleb, düzenlenen bir yarışmada, Nathan'ın dağ evinde 1 haftalık bir 'ödül' kazanır. Fakat içine çekileceği deneyden habersizdir. 'Ava' adında güzel bir robot kızın bedeninde, dünyanın ilk gerçek yapay zekası Caleb'i beklemektedir.... Yönetmenliğini ve senaristliğini Alex Garland'ın paylaştığı bilimkurgu filminin başrollerinde Oscar Isaac, Domhnall Gleeson ve Alicia Vikander yer alıyor


İrfan'ın Yorumu:

Yapay zeka konusu hak ettiği güncelliği Türkiye'de yeterince bulabilmiş değil. Ama bu gelecekle ilgili tasarımlarda, arge çalışmalarında güncelliğini koruyor kanaatindeyim.

Her ne kadar bilim kurgu üzerinde olmuş olsa da robotların gelecekte hayatımızda hangi durumlarda yer alacağını da göstermesi bakımından ilginç.

Filmin birçok ödül aldığını da kenara not düştükten sonra bilim kurgu denemeleri içerisinde dikkatinizi çekebileceğini tahmin ediyorum.


29 Ekim 2016 Cumartesi

Medeniyet Dediğin Tek Dişi Kalmış Şehirler: Medeniyet ve Şehirler

Kitabın Adı: Medeniyetler ve Şehirler
Yayınevi: Küre Yayınları
Yazarı: Ahmet Davutoğlu
Kitabı Bitiriş Tarihi:          28/10/2016                -           23.49 / İstanbul

İrfan'ın Notu:
Kitabı elinize aldığınızda şu anlatacağım duygu ile karşılaştım: Bu yazar bir dönem danışmanlık, sonra dışişleri bakanlığı daha sonra da başbakanlık yapmış bir siyasetçi mi yoksa akademik kariyeri olan ve uluslararası saygınlığı olan bir hoca mı? Siyaset içerisindeki dönemini pek başarılı bulamasam da hocalığı, ilme açlığı ve onu özümsedikten sonra dışavurumu kayda değer diyorum. Ahmet Davutoğlu'nu siyasi çizgisinii ve seçim meydanlarındaki ses tonunu hocalığı dönemindeki ağırbaşlılığını yırtarcasına kapatmış olması onunla ilgili menfi bir kanaat sahibi olunmasını gerçekleştirmiş olabilir. Ama Ahmet Davutoğlu önemli bir değer, önemli bir kafa ve bence (eserleri akademik ve ağır kaçsa da) yazıları, eserleri okunması gereken bir kişidir.

Kitap ile ilgili İrfan'ın notları

"... Empire State Building'in 381 metre yüksekliğindeki 102. katına çıktığımda gökyüzünün müşfik enginliğine yaklaşma heyecanından daha çok, sokaklarda gittikçe hiçleşen insanlardan beni koparan bir kibrin psikolojisini ürpererek hissettim..." (sayfa, 30)

"Kurtuba camiisine ilk girdiğim anda uhrevi bir hayranlıkla derin bir hüznü birlikte hissettim. Son derece ahenkli yerleştirilmiş pencereleri ve sütunlarıyla tarihin en aydınlık mekanlarından biri olarak inşa edilen bu mimari şaheserin, işgal sonrası katedrale çevrilmesi için pencerelerin kapatılarak karanlığa mahkum edilmesi dahi, iki ayrı zihniyet ve medeniyet idrakinin yansıması idi." (sayfa, 45)

"Selanik ... gördüğüm anda bende bir hayalet şehir intibaı bırakmıştı. Asırlarca son derece canlı çok kültürlü yapısı ve dinamik sosyo ekonomik hayatı ile Balkanlar'ın mozaiği niteliği taşıyan bu şehir, şimdi her türlü çeşitliliğini kaybetmiş, tekdüze bir tarih hapishanesine dönüşmüştü." (sayfa, 49-50)

"Şehirlerin ruhunu kaybedenler siyasi hakimiyetlerini sürsürseler bile kalıcı olamazlar; şehirlere ruh verenler ise siyasi hakimiyetlerini kaybetseler bile o mekanlardaki varlıklarını daim kılarlar." (sayfa, 51)

"Antik dönemin bu efsanevi şehirleri, taşıdıkları sembollerle de bu rekabetin izlerini yansıtıyorlardı. Kudüs'ün zirve döneminin eseri olan Hz. Süleyman Mabedi ile Babil'in efsanevi Babil Kulesi ve onun güneyinde yer alan Marduk Tapınağı iki kadim sembol olarak zihni ve mimari bir rekabeti temsil ediyorlardı. Dolayısı ile mesele, zaten askeri açıdan çok güçlü olan Babil İmparatorluğu ile zayıf düşmüş Yehuda Krallığı arasında bir egemenlik mücadelesi değildi; aksine kadim dönemin iki sembol şehri ve bu şehirlerin metafizik özü ve mimari formu arasındaki varoluşsal bir alternatif olma konumlarıydı. Politeist Babil'in olduğu yerde muvahhid/monoteist Kudüs'ün; Babil'in ve Marduk tapınağının olduğu yerde Süleyman Mabedi'nin varlığını sürdürmesi bir meydan okuma olarak algılanıyordu. Sonunda Nebukadnezzar M.Ö. 586 yılında şehri ele geçirdiğinde Kudüs'ün ve Süleyman Mabedi'nin cismani tasfiyesine yöneldi. Ancak, şehrin ruhu o kadar güçlü bir temele dayanıyordu ki, fırsat bulduğu ilk tarihi dönemeçte kendini tekrar ihya edecek insan unsuruyla buluştu." (sayfa, 172)

Bunlar benim önem atfettiğim notlarımdan aldığım derlemeler. Oysa daha farklı notlarım da var...

Bu notların bulunduğu sayfaları zikredeyim: 176, 178, 181, 182, 183, 184, 185, 202, 204, 210, 211, 244. Dileyen okuyucu bu sayfaları da daha bir dikkatle okuyarak ne demek istediğimi anlamış olacaktır kanaatindeyim.

Kitap ile İlgili İnternette Yayınlanan Bazı Değerlendirmeler ve Giriş Bölümü

Şehirlerin kaderi, tarihî akış içinde ait oldukları medeniyetlerin kaderi ile özdeştir. Bu bağlamda medeniyetler ile şehirler arasındaki ilişkiyi ele alan elinizdeki kitabın temel kavramı eksen şehirlerdir. Medeniyetlerin yükseliş ve düşüş tarihlerinin mihenk taşlarını oluşturan bu şehirler, bazen mimari formda veya musikinin ritminde, bazen entelektüel geleneğin sürekliliğinde ya da ticaret yolları üzerindeki bereketli bir pazarda ve bazen de politik düzenin merkezinde durarak medeniyet parametrelerinin tarihî gerçeklik içinde zaman ve mekâna yansımasını sağlarlar. Bu bakımdan eksen şehirler diğer tasniflerin tamamına yol gösterir: “Medeniyete Öncü Kurucu Şehirler”, “Medeniyet Tarafından Kurulan Şehirler”, “Aktarılan Şehirler”, “Hayalet Şehirler”, “Tasfiye Edilen Şehirler”, “Etkileşim Şehirleri”, “Dönüşen/Dönüştüren Şehirler”.
Medeniyetler ve Şehirler’in ilk bölümü, ilerleyen bölümlerindeki teorik tahlillerin arkaplanını oluşturan, daha önce gidip gördüğüm ve bizzat tecrübe ederek hissettiğim şehirlerin bendeki izlerini yansıtmaktadır. İkinci bölümde, Weber’in kavramsallaştırmaları çerçevesinde dünya şehir tarihi yazımının kritik bir değerlendirmesi yapılmaktadır. Üçüncü bölümde aynı zamanda kitabın da adını taşıyan “medeniyetler ve şehirler” arasındaki ilişki yukarıdaki tasnif çerçevesinde dokuz başlık altında incelenmektedir.
Her kitabın kendine has bir zihnî serüveni vardır. Gözlem ya da tahayyül ile başlayan, sorularla açılan, analizlerle parçalara ayrılarak derinleşen ve açıklayıcı kavramsal/teorik çerçevelerle bütünleşerek ete kemiğe bürünen ya da kelama/yazıya dökülen bir zihnî serüven. Elinizdeki eser, böylesi bütüncül bir zihnî serüvenin parçası olarak görüldüğünde gerçek anlamına kavuşacaktır

Ve Kitabın Giriş Bölümü:

Her makalenin ve kitabın kendine has bir zihnî serüveni vardır. Gözlem ya da tahayyül ile başlayan, sorularla açılan, analizlerle parçalara ayrılarak derinleşen ve açıklayıcı kavramsal/teorik çerçevelerle bütünleşerek ete kemiğe bürünen ya da kelama/yazıya dökülen bir zihnî serüven. Elinizdeki eser, böylesi bütüncül bir zihnî serüvenin parçası olarak görüldüğünde gerçek anlamına kavuşacaktır.
Fikrî olgunlaşma dönemlerini XX. yüzyılın son çeyreğinde ve üç imparatorluk başkenti olmuş bir mekânda geçirmiş olan bizim nesil için her zihnî serüven, kaybedilmiş bir hikmeti ya da düzeni yeniden keşfetme, keşfettikten sonra da mümkünse yeniden ihya ve inşa etme cehdinin izlerini taşıyordu. Hangi fikrî ve ideolojik akıma mensup olursa olsun bu imparatorluklar başkentinin çocukları için, içinde bulunulan geri kalmışlık sendromu, onulmaz bir varoluşsal sorun niteliğine dönüşmüştü. Onulmaz görünen bu zihnî sancı, aynı zamanda, doğurgan bir iç gerilimi de bünyesinde barındırıyordu.

Üniversite ikinci sınıfta Siyaset Bilimi ve Ekonomi bölümlerinde çift anadal yapma kararı verdiğimde, yazmayı düşündüğüm doktora tezinin ilk zihnî temrinlerini “sömürgecilik ve geri kalmışlık” üzerine yapmamın arka planında da, böylesi bir zihnî sancı yatmaktaydı. Üçüncü sınıfta, “İngiliz ve Fransız Sömürge Sistemlerinin Batı-dışı Toplumlar Üzerindeki Etkilerinin Karşılaştırması: Hindistan ve Cezayir Tecrübeleri” başlıklı bir dönem ödevini yazarken üniversite kütüphanesinde, XIX. yüzyıl baskılı olmakla birlikte henüz el değmemiş bazı kitapların sayfalarını ilk kez birbirinden ayırarak okuduğumda nasıl büyük bir merak ve tutkuyla çırpındığımı hâlâ hatırlıyorum. Bugünden geriye doğru baktığımda, başka toplumların aynalarında aslında kendi kaderimizin ipuçlarını yakalamaya çalıştığımı şimdi daha iyi idrak edebiliyorum.

Doktora dönemine yaklaştıkça, meselenin sömürgecilik bağlamında incelenebilecek yapısal bir sorun olmaktan daha çok bir zihniyet sorunu olduğunu, daha yakından ve daha derinden hissettiğimde zihnî yönelişim soyut alanlara doğru kaydı. O günden bugüne üç idrakin ve buna bağlı üç analiz düzleminin sınırlarında ve etkileşim alanlarında zihnen dolaştım durdum: Varoluş idraki, tarihî idrak ve siyasi (ekonomi politik) idrak. Bu üç idrak alanı aslında derin bir kimlik bilinci tartışmasını da beraberinde getiriyordu. Doktora süresince ve sonrasında bir analiz ünitesi olarak medeniyet kavramına yönelmem temelde bu üç idraki, bütünleştirici bir soyut düzlemde buluşturma arayışından kaynaklandı.

Stratejik Derinlik kitabının önsözünde de(1) vurguladığım gibi, bu üç idrak üzerine kafa yormam, beni birbiri ile irtibatlı üç eser kaleme alma fikrine yöneltti: Felsefî Derinlik, Tarihî Derinlik ve Stratejik Derinlik.

Doktora tezim olan ve 1994 yılında basılan Alternative Paradigms adlı eserde,(2) varoluş idraki ile siyasi idrak arasında karşılaştırmalı bir zihniyet ilişkisi kurma çabasına giriştim. Bu çerçevede, temel klasikler üzerinden, varlıkbilgi-değer temelli zihniyet parametreleri ile hukuk-ekonomi-siyaset yapılanmaları arasındaki etkileşimi anlamaya ve anlamlandırmaya yöneldim. Bu eserle felsefi derinlik olarak tahayyül ettiğim çalışma alanının ilk köşe taşlarını yerleştirmeye gayret ettim.
Ontolojik bilinç ile siyasal bilinç/kimlik arasındaki görünmez ama güçlü bağın zihnî arka planını tanımlamak üzere geliştirdiğim ve bu teorik çerçevenin merkezine yerleştirdiğim ben-idraki (Selbstverständnis/self-perception) kavramı, beni tarihteki zihinsel dönüşüm ile ekonomi politik dönüşüm arasındaki etkileşimi daha derinden incelemeye sevketti. Daha sonra 1994 yılında kaleme aldığım Civilizational Transformation başlıklı eserde de vurguladığım gibi, ben-idraki kavramını, konjonktürel kimlik tartışmalarının ötesinde, varoluş idrakini tarihî ve siyasi idrak ile bütünleştiren içkin bir kimlik bilincini ifade etmek için geliştirmiştim.(3) “Medeniyetlerin Ben-İdraki” başlıklı makalemde,(4) medeniyetlerin kurucu bir kolektif benidrakine dayandıkları tezime karşılaştırmalı analizlerle teorik bir zemin oluşturmaya çalışmam, bu idrakleri tarihî bir idrakle buluşturma çabasıyla ilgiliydi.

MÖ VI-IV. yüzyıllar arasında Çin (Tao-Konfüçyüs), Hint (Buda-Jain), İran (Zerdüşt), Mezopotamya (Ezra) ve Yunan (Sokrat-Eflâtun-Aristoteles) medeniyet havzalarında gözlenen zihniyet devrimleri ile müteakip yüzyıllarda ortaya çıkan siyasal yapılar (Han, Maurya, Pers ve İskender imparatorlukları) arasındaki zihniyet-düzen ilişkisi son derece zengin ve devasa ölçekli bir tarih alanı olarak beni cezbetti. Yerel medeniyet havzalarının kendi içinde yaşadığı zihniyet dönüşümlerinin, nasıl suya atılan bir taş gibi çevre havzalara doğru açılan ve genişleyen daireler şeklinde yayıldığı ve bu yayılmayla birlikte gelişen yeni siyasal düzen kurma çabalarına yol açtığı, adım adım incelenmesi gereken bir tarihî süreç olarak hâlâ gündemimdedir.

Kadimin ilk büyük sentezlerinin bu etkileşimlerde yattığına inandığım için birçok makale ve tebliğde bu süreci karşılaştırmalı olarak ele almaya çalıştım.(5) Zerdüşt, Sokrat, Buda ve Konfüçyüs’ün İran, Yunan, Hint ve Çin medeniyet havzalarında öncülük ettikleri zihinsel dönüşümlerin, daha sonra bu havzalarda kurulacak ve çevreye yayılacak olan Pers, İskender, Maurya ve Han imparatorluk düzenleri üzerindeki etkileri ve karşılıklı etkileşimleri medeniyet harmanlanmasının en kapsamlı ilk örneklerini oluşturması açısından dikkate şayandır. Hep bu zihnî dönüşümlerin öncüleri ile bu zihnî çığırları siyasi düzenlerinin felsefi altyapısı ya da resmî dini ilan eden siyasi düzen kurucuları arasındaki ilişkinin zaman aşan etkileşimini anlamaya çalışmışımdır. Hayal dünyamda birçok kez Zerdüşt ile Darius’u, Sokrates ya da Eflâtun ile Aristoteles’in talebesi Büyük İskender’i, Buda ile Aşoka’yı, Konfüçyus ile Han Wudi’yi buluşturarak zihniyet-hayat, ideal-reel, teori-pratik, bilinç-eylem diyalektiği üzerine yaptıkları ütopik bir sohbeti kurguladım. Önemli bir kısmını kaleme almış olmakla birlikte üstlendiğim görevler dolayısıyla tamamlayamadığım Tarihî Derinlik çalışmasının önemli bölümlerinden birini, bu kritik eksen asrında gözlediğim zihniyetdüzen ilişkisi oluşturacaktır.
Tevhid akidesine dayalı ben-idrakinin bu zengin insanlık birikimi ile etkileşime geçmesinin ürünü olan İslâm medeniyet birikiminin getirdiği medeniyet canlanmasını “kadimin büyük sentezi” olarak tanımladığım medeniyet tarihi çalışmaları, tarihî derinlik yaklaşımının ilk izlerini taşıyordu.(6) İslâm medeniyetinin insanlık tarihindeki özgün konumu, temelde biri zihniyet, diğeri sosyal düzen ayağına dayanan iki sütun üzerinde yükselmişti: (i) Kuşatıcı bir varlık telakkisi öngören tevhid inancının inşa ettiği yeni bir ben-idrakinin önceki kadim düşünce geleneğinin değişik unsurlarıyla yüzleşmesinin ve etkileşiminin ürünü olan özgün bir zihniyet ve (ii) önceki medeniyet havzalarının hemen hemen tümüne (Mısır, Akdeniz, Yunan, Mezoptamya, İran ve Hint) optimum uzaklıkta (Hicaz) oluşmaya başlayan bu zihniyetin, çok kısa bir sürede bu havzalarla ilişkiye geçerek, yeni bir düzen kurma süreci.

Yaklaşık iki asır içinde Endülüs’ten Çin’e, Avrasya steplerinden Afrika içlerine kadar yayılan geniş bir coğrafyada hâkimiyet kuran İslâm medeniyeti, kadim medeniyet havzalarının en geniş kapsamlı etkileşim alanına zemin hazırlamıştır. İslâm medeniyeti havzasının siyasal düzeninde kaotik bir etki yapan Haçlı seferleri ve Moğol istilaları, aynı zamanda, sonraki yüzyılları etkileyecek daha da kapsamlı bir kültürel etkileşim sürecinin önünü açmıştır. Osmanlı düzeni kadimin bu büyük sentezinin son halkasını oluşturmuştur.

Roma, İskender-sonrası kadim sentezin Akdeniz-merkezli Afroavrasya düzenini, Osmanlı ise İslâm medeniyetiyle oluşan kadim sentezin hemen hemen aynı coğrafyadaki son düzenini yansıtıyordu. Osmanlı düzenindeki Müslüman halkların Osmanlı’yı aşarak İslâm medeniyetinin oluşum dönemiyle irtibat kurması mümkün olmadığı gibi, Osmanlı düzenindeki Hristiyan halkların da yine Osmanlı’yı aşarak Hristiyan-Roma geleneğiyle tarihî bir irtibat kurması mümkün değildir.

XII-XVI. yüzyıllar arasında Batı Avrupa’da yaşanan büyük zihnî dönüşüme dayanan ve XIX. yüzyılda yeni bir zihnîekonomik-politik paradigma oluşturarak yeni bir siyasal düzen kuran modernitenin kadim ile etkileşimi bugünkü felsefi, tarihî ve siyasi yapılanmanın da altyapısını şekillendirmiştir. Reform-Rönesans-Aydınlanma ile zihnî, merkantilizm-Sanayi Devrimi süreçleri ile ekonomik, ulus devlet-sömürge imparatorluk yapıları ile siyasi zemini oluşan bu yeni paradigma, kadim medeniyet havzalarını ve düzenlerini dönüştüren yeni bir etkileşim sürecini tetiklemiştir. Her medeniyet havzasında farklı kavramlar, yöntemler ve süreçler ile yaşanan gelenek-modernite ilişkisi, temelde, bu tarihî diyalektiğin izlerini ve sonuçlarını taşımaktadır.

Kadim medeniyet sentezleri, Afroavrasya kıtasının merkezinde Akdeniz’den Çin’e uzanan kuşak üzerindeki ve etrafındaki havzalardan çevreye doğru yayılırken; modernite, Batı Avrupa’dan, yani çevreden denizler vasıtasıyla bu merkezî kadim etkileşim hattına yayılmak suretiyle etkisini gösterdi. Küreselleşme süreci ise getirdiği yeni araçlarla coğrafi sınırlamaları aşan bir etkileşim atmosferi oluşturdu. Bir taraftan insan hareketliliği olağanüstü artarken, diğer taraftan da kültürel etkileşim, iletişim teknolojisi üzerinden, mekân sınırlamalarını aşan yepyeni boyutlar kazandı. XX. yüzyılın son çeyreğinden itibaren başta Çin, Hint ve İslâm medeniyet havzaları olmak üzere kadim medeniyet havzalarında gözlenen kültürel, siyasi ve ekonomik hareketlilik, bütün bu etkileşim alanlarını olağanüstü bir ivmeyle dönüştürmekte ve insanlığın geleceğini belirleyecek yeni unsurları devreye sokmaktadır.

Bugün moderniteden küreselleşmeye geçiş sürecinde kadim medeniyetlerin yeni bir canlanma dönemine girdiği göz önüne alındığında, Osmanlı döneminin doğru anlaşılması sadece tarihî idrakin doğru inşası bağlamında değil, küreselleşmenin doğurabileceği kültürel etkileşimleri anlayabilmek açısından da özel bir öneme sahiptir. Mesela, merkezî kadim şehirlerin medeniyet harmanlanması dönemlerinde yaşadıkları dönüşümün dinamiklerini anlamak, çok kültürlü küresel şehirlerin geleceğini öngörebilme çabalarında önemli ipuçları verecektir. Persepolis, İskenderiye, Roma, Bağdat ve İstanbul gibi kadim medeniyetin harmanlanma merkezlerinin ve Amsterdam, Londra, Paris, St. Petersburg ve New York gibi modernitenin kültür aktarım merkezlerinin serüvenleri, küreselleşme sürecinin şehirler üzerindeki etkilerini anlayabilmek açısından birer deniz feneri niteliği taşımaktadır.
İyi bir devlet adamı olmanın yanı sıra saygın bir tarihçi de olan değerli dostum Makedonya Cumhurbaşkanı Gjorge İvanov’un davetiyle Aziz Kiril ve Metodiy Üniversitesi’nde “Büyük İskender’den Osmanlı’ya Küreselleşme Tecrübesi”(7) üzerine verdiğim konferansta kadim-modernite-küreselleşme evrelerindeki büyük harmanlanma ve değişim sürecini, ortak tarihî birikimimizi kullanarak, anlamlandırmaya çalışmıştım. Bu konferanstaki temel tezim, İskender ve Osmanlı düzenlerinde yaşanan büyük harmanlanmanın, mekânla sınırlı da olsa, ilk küreselleşme örnekleri olduğu ve bu yapıların anlaşılmasının ve yeniden yorumlanmasının, bugün yaşamakta olduğumuz kapsamlı küreselleşme süreci için ufuk açıcı örnekler oluşturduğuydu.
Aslında tarihî varoluşumuz ile insanlığın genel tarihî akışı arasında anlamlı ve bizi özne kılan bir irtibat kurma çabası, tarihî derinlik çalışmasının temelini dokumuştur. Bu çaba, bütün özne-tarihçilerin ve özne-aydınların da ortak kaygısını oluşturmuştur. Üniversite yıllarında Arnold Toynbee’nin A Study of History adlı eserini ilk okuduğumda beni en çok etkileyen bölüm, insanlık tarihini incelemeyi hedef edinen bu tarih klasiğinin giriş bölümünde ortaya konan temel sorunsalların, İngiliz tarihi etrafında dile getirilmiş olmasıydı.(8) Bu yaklaşım, eserin daha girişinde okuyucunun zihnine, daha sonra incelenecek olan bütün medeniyetlerin, aslında genelde Batı Avrupa, daha özelde de İngiliz tarihi ile şekillenen siyasi düzene akan nehirler olduğu varsayımını yerleştiriyordu.
XIX. yüzyılda geliştirilen Avrupa merkezli tarih anlayışı, insanlık tarihini yeni bir akış şemasına oturtmaya çalışmıştır. Bu tarihî akış varsayımıyla insanlık tarihinin aktığı ana havzaların çok uzağındaki Batı Avrupa, artık tarihî akışın merkezine yerleşirken bütün bu akışın binlerce yıllık yatağını oluşturan kadim merkezlerin tarih dışına doğru itilmelerinin tarih idrakimizde oluşturduğu boşluk duygusu, zihnimi daima meşgul etmiştir. Doktora çalışmasını tamamlamamı müteakip gittiğim Malezya’da Çinli, Hintli, Malay, Afrikalı, Asyalı öğrencilerden oluşan sınıfa siyasi düşünce tarihi dersi okutmak için girdiğimde, egemen paradigmanın ders kitapları ile sınıftaki öğrencilerimin geldiği medeniyet havzalarının tarihleri arasındaki çelişkiyi görmek bende bir kültürel şok etkisi yapmıştı. Avrupa merkezli Yunan-Roma-Hristiyanlık-Rönesans-Modern siyasi düşünce akışlı ders kitaplarında muhatabı olduğum öğrencilerin medeniyet havzalarının siyasi düşünce birikimi ya hiç yoktu ya da Avrupa ile ilişkili oldukları ölçüde vardı. Hâlbuki bu öğrencilerin aidiyet hissettikleri medeniyet havzaları, Avrupa merkezli siyasi düşünce birikiminden çok daha eski ve çok daha köklü idi. Böylece, Avrupa eksenli düşünce tarihi şemasının bu Batı-dışı medeniyet havzalarında nasıl bir zihnî yanılsamaya yol açtığını doğrudan pratik içinde de görme imkânı buldum. Elimdeki ders kitabını bir kenara bırakarak kadim havzalardan başlayan yeni bir siyasi düşünce ders kitabı derledim.

Bu dönemde Çin, Hint, İslâm ve Batı medeniyetleri arasında Güneydoğu Asya’da gözlediğim etkileşim, medeniyet tarihine içselleştirici bir şekilde yaklaşım sorunsalına yönelik ilgimin artmasına yol açtı. 1999 yılında Türk Tarih Kurumu’nun Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun 700. yılı münasebetiyle tertip ettiği yıllık kongreye sunduğum “Medeniyetlerarası Etkileşim ve Osmanlı Sentezi” başlıklı tebliğde medeniyetler arası etkileşim çerçevesinde Osmanlı Devleti’ne nasıl yaklaşılması gerektiği konusunu ele aldım. Daha sonra Dîvân dergisinde yayınladığım “Tarih İdraki Oluşumunda Metodolojinin Rolü: Medeniyetlerarası Etkileşim Açısından Dünya Tarihi ve Osmanlı”(9) makalesiyle hem bu tebliği genişletmeyi hem de zihnimdeki Tarihî Derinlik çalışmasına zemin teşkil edecek bir omurga metin oluşturmayı amaçladım. Daha sonra üstlendiğim yeni sorumluluklar dolayısıyla bu çalışmayı tamamlayamadığım için, bu makaleyi genişleterek zihnimde hâlâ ilk fırsatta tamamlamayı ümit ettiğim bir proje olarak bekleyen Tarihî Derinlik’e bir mukaddime şeklinde yayınlamaya karar verdim.

Ancak Tarihi Derinlik’e mukaddime olarak düşündüğüm Medeniyetler Harmanı Osmanlı kitabını yazarken kaleme aldığım “Osmanlı şehirleri” bölümü zihnimi daha kapsamlı bir şehir ve medeniyet çalışmasına yönlendirdi. Osmanlı’yı merkeze alacak bir çalışmadan da önce Osmanlı’yı ortaya çıkaran başta İslâm medeniyeti olmak üzere kadim medeniyetlerin kurucu parametrelerinden (“ben-idrakinin ontolojik olarak yeniden inşası”, “insani bilginin epistemolojik olarak yeniden sınıflandırılması”, “değerlerin aksiyolojik olarak yeniden tanımlanması”, “tarihsel muhayyile ya da zaman şuurunun yeniden kurgulanması”, “şehrin/mekânın yeniden tanzimi” ve “yeni bir dünya düzeni fikrinin bu parametreler etrafında yeniden oluşumu”) birini oluşturan “şehrin/mekânın yeniden tanzimi” etrafında bir kitap yazmak, yıllardır düşündüğüm bir başka projeyi gündeme getirdi ve böylece Medeniyetler ve Şehirler kitabı ortaya çıktı.

Tek bir medeniyetin hegemonyası etrafında bir dünya düzeni anlayışı ya da medeniyetler arası etkileşime dayalı çoğulcu bir dünya düzeni alternatifleri arasında tercih yapmanın eşiğinde olduğumuz bir zamanda, insanlığın bugün karşılaştığı meydan okumalara ortak cevaplar üretmek, tüm bu kurucu parametrelerin anlaşılması ve yeniden değerlendirilmesini kaçınılmaz kılmaktadır. Kuşatıcı ve içselleştirici olamayan medeniyetler, nasıl tarihte hayatiyetini devam ettirememişse, bugün de bu özelliği haiz olmayan bir dünya düzeni anlayışının insanlığın problemlerine çözüm üretmesi mümkün değildir. Osmanlı’nın mirasını taşıyan Türkiye’nin merkezinde bulunduğu coğrafya, bu “tarihî derinlik”in getirdiği kuşatıcılığa sahiptir. Ulusal çıkarların ötesine geçip tüm insanlık vicdanı adına kendi mensubu oldukları medeniyetlerin kurucu parametrelerini yeniden inşa ederek değer üreten toplumlar ve siyasi yönetimler, bu çoğulcu düzeni de inşa edeceklerdir. Kurucu parametrelerini yeniden inşa eden toplumların ve siyasi yönetimlerin ise her şeyden önce mensubu oldukları medeniyetlerin hafızasını aktaran şehirleri yeniden inşa etmeleri kaçınılmazdır.
Elinizdeki kitabın birinci bölümünü oluşturan “Şehirlerle İlk Tanışmam: Mekânın İzleri”, daha önce gidip gördüğüm, bizzat tecrübe ederek hissettiğim şehirlerin bendeki izlerini yansıtmaktadır. Kitabın ilerleyen bölümlerindeki teorik tahlillerin arka planını oluşturan bu izler, aynı zamanda, zaman içinde oluşan medeniyetsel tarih idrakimin de temelini oluşturmuştur.

Kitabın devamında yer alan ikinci bölümde, Weber’in kavramsallaştırmaları çerçevesinde dünya şehir tarihi yazımının kritik bir değerlendirmesi yapılmaktadır. Devamında söz konusu metodolojik hataların Osmanlı şehir tarihi yazımı üzerindeki etkileri ele alınmaktadır.
Üçüncü bölümde ise aynı zamanda kitaba adını veren “medeniyetler ve şehirler” arasındaki ilişki şehirler tasnif edilerek sekiz başlık altında incelenmektedir. Medeniyetlerin eksen şehirleri(10) medeniyetlerin yükseliş ve düşüş tarihlerinin mihenk taşlarını oluşturur. Çünkü bu şehirlerin kaderi, tarihî akış içinde ait oldukları medeniyetlerin kaderi ile özdeştir. Bu şehirler bazen mimari formda veya musikinin ritminde, bazen entelektüel geleneğin sürekliliğinde ya da ticaret yolları üzerindeki bereketli bir pazarda ve bazen de politik düzenin merkezinde durarak medeniyet parametrelerinin tarihî gerçeklik içinde zaman ve mekâna yansımasını sağlarlar. Bu bakımdan eksen şehirler diğer tasniflerin tamamına yol gösterir: “Medeniyete Öncü/Kurucu Şehirler”, “Medeniyet Tarafından Kurulan Şehirler”, “Aktarılan Şehirler”, “Hayalet Şehirler”, “Tasfiye Edilen Şehirler”, “Etkileşim Şehirleri”, “Dönüşen/Dönüştüren Şehirler”.

Bu şehir tasnifleri, medeniyet/şehir tarihi yazımını kritik etmek üzere pek çok argüman sunmaktadır. Şehir tarihi çalışmalarının kurucu babası Weber’in “Occidental” ve “Oriental” şehirler şeklinde yaptığı kutuplaştırıcı/kategorik ayrıma da bir cevap niteliği taşımaktadır.
Kitabın bölümlerinin yazılması aşamasında verdikleri kaynak desteği dolayısıyla F. Samime İnceoğlu, Ebubekir Ceylan ve Nedim Emin’e ve yayın aşamasındaki eleştiri ve katkıları dolayısıyla Yunus Uğur, Faruk Deniz, Alim Arlı ve Semih Atiş’e teşekkürlerimi ifade etmek isterim.
Akademik ve siyasi hayatım boyunca desteğini bir an bile eksik etmemiş olan eşim Sare Hanım ile çocuklarım ve torunlarımın bunca yoğunluk içerisinde gösterdiği sabır, feragat ve vakar karşısında her türlü minnet ve muhabbet ifadesinin yetersiz kalacağını ifade etmek isterim. Müteşekkirim.
Son dört sene içerisindeki uzun seyahatlerim sırasında bu ve paralelinde yaptığım akademik çalışmalar için yanıma aldığım kitaplar, seyahatlerimin ayrılmaz bir parçası hâline gelmekle kalmadı, aynı zamanda yoğun diplomatik tempom için de ayrı bir motivasyon kaynağı oldu. Seyahatlerim sırasında bana eşlik eden ve destek olan uçuş ekibi ve Dışişleri Bakanlığı ve Başbakanlık ekiplerime de bu vesileyle teşekkür etmek isterim.


Çalışmanın her aşamasında benimle aynı heyecanı paylaşarak, hemen her gün yazdığım yeni bölümleri okumak için büyük bir merakla bekleyen ve kitabı yayına hazırlayan öğrencim Sevinç Alkan Özcan’ın adını da burada zikretmem gerekiyor. Yaptığı araştırmalar ve getirdiği eleştiri ve katkılar dolayısıyla kendisine teşekkür ediyorum.

17 Mart 2016
Çankaya/Ankara



27 Ekim 2016 Perşembe

Yerim Ben Böyle Siyaseti: Borgen

Dizi Film Adı: Borgen

Film ile ilgili bilgi siteleri:
- https://tr.wikipedia.org/wiki/Borgen
- http://journo.com.tr/borgen-danimarkadan-siyasal-iletisime-ve-siyasete-bakmak


Dizi ile ilgili kısmi bir paylaşım:

Genç bir siyasi danışman, başarılı bir gazeteci kadın ve özgürlükçü bir kadın Başbakan. Yanılmadınız olay İskandinavya’da geçiyor. Ya da kurgu bu şekilde ilerliyor. Danimarka televizyonu DR1 tarafından yayınlanan, daha sonra BBC’ye kadar şöhreti ulaşmış olan Borgen dizisi, şu ana dek yayınlanmış üç sezonu ile House Of Cards ve Madame Secretary gibi dizileri hem siyasal gerçekçilik bakımından hem de içindeki demokrasi dengelerine hayran etmesi bakımından geride bırakmış durumda. IMDB notu 8.5 olan bir yapımdan bahsediyoruz.
Dizide temel olarak spin doctor’ların (siyasi danışmanlar) haberin oluşum sürecindeki etkileri, siyasetçiler ve gazeteciler arasındaki perde arkasında süren ilişkiler; siyasetçilik ve gazetecilik statüleri arasındaki geçişlilik ve bu geçişliliğin problemleri ele alınıyor. Tabii ki dizinin baş kahramanı olan kadın Başbakan’ın siyasal ve özel hayat serüveni ise bizimki gibi ülkelerde demokrasi bağlamında da, insan hak ve özgürlükleri bağlamında da bir nevi ütopya izlenimi yaratıyor.
İrfan'ın Yorumu:
House of Cards sonrası aynı tadı alır mıyım diye izlediğim politik bir Danimarka dizisi. Her ne kadar House of Cards'a yaklaşamasa dahi bize uzak olan Danimarka (İskandinav ülkelerinden bir ülke) siyaseti açısından bilgilendirici, Avrupalı'nın hayata, siyasete, cinselliğe, insan haklarına, hayvanlara, ekonomiye, vs. bilimum değerlere (hayat biçimi unsurlarına) bakış tarzı açısından bilgilendirici öğeler içeriyer. Diziyi izlediğinizde tam bir demokrasi hayranı olup çıkacaksınız neredeyse. Hatta Müslümanların kendi aralarındaki çatışmaları, kan dökmelerini de gördüğünüzde: "İşte bu! Benim aradığım sistem bu" diyecek kadar sizi yanılgıya sürükleyen bir dizi. İskandinav tarafından siyasete bakalım ve çözümleri ile ilgili bilgilenelim diyorsanız... Buyrun derim.