23 Ekim 2012 Salı

Bu Bir Kurban Yazısıdır

Gerçek Üstünlük


Bir süre Kanada’da ikamet etmiş arkadaşımın anlattıkları ilgimi çekmişti. Üniversite mezunu cv'si bayağı kabarık bu arkadaşım Kanada’da her hangi bir müracaatında normal insanlarla beraber sıraya girmeyi ve kendisine diğer insanlar gibi davranılmasını garipsemiş. Zira ilkokuldan itibaren bütün mücadelesi birilerinin önüne geçmekmiş. Ama burada edindiği bütün üstünlükler(!) Kanada’da sıraya girerken önündeki adamı geçmesini sağlayamamış. Aslında inancına uygun olan bu durum yetiştiriliş biçimi nedeniyle içinde gelgitlere sebep olunca gerçek üstünlüğün takvada olduğunu tam olarak idrak edemediğini farkına varmış.

“Ey insanlar! Bakın, Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve sizi kavimler ve kabileler haline getirdik ki birbirinizi tanıyabilesiniz. Şüphesiz, Allah katında en üstün olanınız, O'na karşı takva (derin bir sorumluluk bilinci) sahibi olanınızdır...” (Hucurât / 13)

Medine’de inen bu ayet, insanlar arasında birbirlerine üstünlük sağlayan bütün farklılıkları bir kaynaşma ve kardeşlik nedeni saymıştır. Resul’ün (sav), amellerin kişinin niyetine göre karşılık bulacağını ilan etmesi de insanların rekabet ederek yalnızlaşmasının önüne geçmiş ve paylaşarak kardeş olmalarını sağlamıştır.

Zilhicce’nin 10 gününe yaklaştığımız şu günlerde zihnimiz tekbirler eşliğinde yeni bir sosyal adalete şahitlik edebilir. Ama kaçan kurbanlıklar, kurbanların fiyatlarının aşırılığı, kurban kesim yerlerinin hijyenik ve steril ortamlar olmasının gerekliliği, deri kavgaları, bankalardaki kurban hesapları, bayramın altı güne çıkarılmış olmasıyla oluşan tatil arayışları bir kez daha ruhundan arındırılmış bir bayram havası estirmekte.

İbrahim’in kararlılığı, İsmail’in teslimiyeti unutulunca 4300 yıldır devam eden bu kadim salih amel koparılan yaygaralar sonucu kalplere şifa sunmadan, kardeşliği arttırmadan, bütün sahte gündemleri yıkmadan geçip gidecek olması ne yazık…

Rasulullah’ın (sav) doğduğu Mekke’de herkes İbrahim’i ve İsmail’i biliyordu. Hatta Kurban da kesiyordu. Ama ibadetten geleneğe indirgenerek yolunu şaşırmış, tamamen gösterişe dayalı, kibir kaynaklı bu eylemle Allah’a hakaret ediliyordu. Mekke’nin ekâbir takımı Kâbe’nin dibinde büyük ve gösterişli bir şekilde kırmızı develeri kesiyor, en güzel yerlerini aralarında yiyor ve geri kalan etleri kutsal taşlara(!) serip kanlarını putlara sürüyorlardı. Arta kalan kemikli etleri tellallarla ilan ederek fakir fukaraya yediriyorlardı. Şairler ise bu yapılan yardımları(!) ballandıra ballandıra anlatıp duruyorlardı. Ama o günkü Mekke’de yapılan bu din kaynaklı(!) kurban kesme merasimleri hiçbir açlığı bitirmiyor, insan kanının akmasına, kız çocukların kurban edilmesine engel olamıyordu…

“Onların ne etleri ve ne de kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat O’na sizin takvanız (Allah’a karşı gelmekten sakınmanız) ulaşır. Böylece onları sizin hizmetinize verdi ki, size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah’ı tekbir edesiniz. İyilik edenleri müjdele.” (Hac / 37)

Bu ayet kurban edilecek hayvandan çok insanın kurban etme niyetinin önemine işaret eder. Zira koyun, keçi, inek ve devenin kurban edilecek hayvandan farkı, onu kurbanlık olarak ayıran ve bu şekilde kesen insanın niyetidir. Yani dinimiz kurbanlık hayvanı değil kurban eden insanın takva niyetini kutsal saymıştır. Niyetini sadece Allah bildiği için de insan, kurban etmekteki maksadının hesap gününde önüne çıkarılacak olmasıyla uyarılmıştır. Niyetin en güzel tarifi “Adet ile ibadeti ayırandır.” şeklindedir. Ne yazık ki geleneksel olarak yapılan eylemlerde hesap günü belirleyici konumda olmadığından gün geçtikçe asıl mecrasından sapması kaçınılmazdır.

Biz ancak Allah’ın bize tahsis ettiği hayvanları kurban edebiliriz. Onlar da cüsselerine rağmen bu eylemde teslim olup kurban edilmeye uygun yaratılmışlardır. Yani insan, başka insanların değil bu konuda sadece kendisine verilen kurbanlıkların kanını dökebilir. İşte Resulullah’ın (sav) Mekke’sinin cahiliye döneminden farkı, orada sadece kurbanlıkların kanının akıtılır ve insanların canları, kanları, malları, ırzları birbirlerinden selamette kalırdı.

“(Ey Muhammed!) Onlara, Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak oku. Hani ikisi de birer kurban sunmuşlardı da, birinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen, ‘Andolsun seni mutlaka öldüreceğim.’ demişti. Öteki, ‘Allah, ancak kendisine karşı gelmekten sakınanlardan kabul eder. Andolsun! Sen beni öldürmek için elini bana uzatsan da ben seni öldürmek için sana elimi uzatacak değilim. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.’ demişti.” (Maide / 27, 28)

Kur’an‘da anlatılan ilk cinayetin nedeni Kurban’ın kabul olup olmamasıdır. Âdem’in (as) oğlu Kabil, Kurban’ın kabul olmamasının suçunu kardeşinin varlığına bağlamış ve onu ölümle tehdit etmiştir. Ve takva niyetiyle kurbanı kabul edilen Habil (as) ise kardeşi tarafından katledilmesine rağmen kardeşine el kaldırmamış onun kanını dökmemiştir. İşte Kur’an’a göre makbul olan ilk kurban ameli Habil’in yaptığıdır. O, sadece belirlenen hayvanı kesmiştir. Kardeşinin kanını dökmemiştir. Ayette Habil ile ilgili olarak kardeşine el kardırmamasından bahsedilir. Hepsi budur. Dolayısıyla onun Kurban’ın makbul kılan bu yaklaşımı olmalıdır. Zaten Kurbanların kanı veya eti Allah’a ulaşmaz. Sadece Takva ulaşır.

Şu anda Irak’ta ve Suriye’de emperyalist güçlerce kışkırtılan Şii Sünni kavgası nedeniyle Müslümanlar birbirlerini kanını dökmekteler. Ülkemizde de İslamcı cemaatler(!) çeşitli mezhepsel, fikirsel ve etnik ayrışmalar konusunda birbirlerini ötekileştirmekteler. Böyle giderse (Allah korusun) bu zihniyetlerden birinin askeri güce kavuşması diğerlerinin katledilmesine yol açacaktır. Ve İslam düşmanlarını da çok sevindirecektir.

Hâlbuki Kurban bayramından bir gün önce olan Arife gününde beş milyon Müslüman’ı tek tip kıyafetle bir ümmet olduklarını Arafat’ta hatırlatan Allah’tır. Üzerlerine giydikleri ihramın bir şartı da kardeşine yan gözle bile bakmayıp en küçük rahatsızlıktan dahi kaçınmaktır. Yine Allah, Müslümanları bu sene de toplayıp kardeş edecek ve hatalarını bağışlayacak. Ama onlar Arafat’taki bu beraberliklerini unutarak, temizlenmiş bir şekilde döndükleri memleketlerinde eski mezhepsel veya etnik kargaşaya geri dönecekler. Ve üstelik bu ayrılıkları destekleyen kinlerinden vazgeçmeden annelerinden doğdukları gibi temizlendiklerini zannederek…

Tekbir ile Kurban kesme günlerinde her farz namazın bitiminde de tekbir getireceğiz. Tekbir getirerek Allah’ın en büyük olduğunu söyleyecek her türlü kibirden ve büyüklenmeden uzaklaşıp eşit ve kardeşçe yaşamaya inandığımızı ifade edeceğiz. Buna göre kimsenin kardeşini ötekileştirmeden tevazu içinde elindekilerini paylaşması gerekir. İşte ancak iyilik böyle bir kardeşliğin ürünü olabilir. Bu bayramda yediğimizden yedirmenin şerefine ereceğiz. Kurban ettiğimiz hayvanı üçe bölmemiz bundan sonra sahip olduklarımızda da akrabamızın veya ihtiyaç sahiplerinin hakkı olduğunu tefekkür etmemizi sağlayacak…

Haydi, o zaman Kurban’ı kesmeden bundan sonra hiçbir Müslüman’ın kanı dökülmemesi için takvanın gereği bütün mezhepsel, etnik ve fikirsel ötekileştirmelerimizden pişman olarak ve içten yalvararak şöyle diyelim: “Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve imana ermiş olan(lardan hiçbiri)ne karşı kalplerimizde yersiz ve uygunsuz düşünce veya duygulara yer bırakma…” ( Haşr /10)

Böyle yalvarmadan kurban kesersek ne mi olur?

“Biz onların göğüslerinde (Müslümanlara ait) kinden ne varsa çekip almışız. Altlarından ırmaklar akar. Derler ki: ‘Bizi buna ulaştıran Allah’a hamd olsun. Eğer Allah bize hidayet vermeseydi biz doğruya ermeyecektik. Andolsun, Rabbimizin elçileri hak ile geldiler.’ Onlara: ‘İşte bu, yaptıklarınıza karşılık olarak mirasçı kılındığınız cennettir.’ diye seslenilecek.” (Araf / 43)

İbadeti âdete, manayı maddeye indirgemiş oluruz.

Dünyadaki fitne ateşini tutuşturanların safında yer alırız.

İçimizdeki kinlerle cennetten mahrum kalırız.

Kurtuluşa eren Salihlerden olmak yerine yanıp kavrulan bedbahtlardan oluruz…



Şevket HÜNER / 20.10.2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder