1 Ekim 2012 Pazartesi

PUT


—prematüre kutsalın gayrı meşru çocuğu—
Bir Şeye Dokunm  Kutsal, sözlükte; saygı uyandıran, yolunda can vermeye değer olan, bozulmaması, dokunulmaması, karşı çıkılmaması gereken, Tanrı’ya adanmış ya da Tanrısal olan vb. anlamlara geliyor. Halk nezdinde bunların hepsinin bir karşılığı bulunduğu gibi değer atfedilen her şeye de ayrıca kutsal vasfı verilebiliyor. Konuşma veya yazı dilinde edebiyatın bir unsuru olarak ona pek çok anlam yükleniyor. Bu yazı içinde bizi ilgilendiren karşılığı ise daha çok arka planında bir mantık yattığını düşündüren “dokunulmaz”, “sorgulanamaz”, “ve “masum” anlamına gelen ıstılahî tarafı. Çünkü bu yönüyle “put”a dönüşebilen karşılıkları bulunuyor.
Bir şeyin Tanrısal olmasının yolu, Tanrı’nın gücünü parçalayıp dağıtmakla başlar. Bu dağıtım, “Tanrı gibi” hareket edebilen bir sürü “Tanrıcık” oluşturur. Kimi devletini kimi şeyhini kimi gözünde büyüttüğü bir objeyi Tanrı ile ilişkilendirerek anlamlandırır. Böylece bu şey, her neyse; sorgulanamaz, dokunulamaz veya uğrunda bir ömür feda etmeye değer bir anlam kazanır. Tanrı ile ilişkilendirme sonucu ortaya çıkan bu değer atfı, bir şeyi önemli kılmak adına tamamen kötü sayılamazsa da içinde kişisel ön kabulleri ve sübjektif yorumları barındırdığından suistimallere oldukça açıktır. Bunun önüne geçmek için “Kutsal olan sadece Allah’tır.” denilmelidir.
Dokunulmazlık ve sorgulanamazlık önemli bir ayrıcalıktır. Beşere sıfat olması tehlikelidir. Tarihte ve bugün hemen her şeye dokunarak ve sorgulayarak yaklaşmak daha güvenli bir yoldur. Bunu bize Kur’an ve peygamberimiz öğretmiştir. Kur’an’da anlayarak/bilerek iman etmenin önemi ve gereği özenle vurgulanmaktadır: “İçimizde, (Allah’a) teslimiyet gösterenler de hak yoldan sapanlar da var. Teslimiyet gösteren kimseler; işte onlar, doğru yolu aramışlardır.” (72/14) Teslim olmak isteyen, sorgulayarak ve araştırarak doğru olanı arayıp bulmalıdır. Aksi takdirde, hak yoldan sapanlardan yani, zalimlerden olur. İnsanın içinde bulunduğu durumun vahametini anlaması da ancak bu şekilde mümkündür. Başkalarını doğru olana çağırmanın ilk aşaması yanlış olanı açık seçik ortaya koymaktır. Sorgulamadan bunu yapamazsınız. Ayrıca hemen her konuda basiretle hareket etmek esastır (12/108). “Basiret üzere olmak” demek; “Bilerek, akla uygun, bilinç ve duyarlıkla donanmış bir kavrayışla, bir delile dayanarak, insanların idraklerine hitab ederek, inandırıcı kanıtlar göstererek, düşünmeksizin ve taklit yolu ile değil, sorgulayarak…” anlamlarına gelir.
İnsanların Allah’ın yanı sıra kutsal saydıkları sorgulanamaz şeyler, çoğu zaman bir değer atfedilmenin de ötesine geçer. Eğer Tanrı formuna sokulmadılarsa yarı Tanrı şekillerde en iyimser yaklaşımla Allah’a yaklaşmak için vesile edinilirler (39/3). Bu anlamda; bir sorunu çözmek, bir derde çare bulmak veya hayatın merkezine oturtulmak gibi bir içerik kazandırılan kutsal, hemen puta dönüşür. Bu dönüşüm; önceleri, insan nezdinde soyut bir telakkiyken elle tutulabilecek somut bir objenin cazibesine evrilerek çözüm üretme aceleciliğiyle ortaya çıkar. Sonra bir ömür aldanma ve aldatmanın konusu olagelir.
Hz. İbrahim’in yaşadığı dönemdeki putları kırdığını bilirsiniz. O, bu fiilî eyleminin öncesinde ve sonrasında özellikle kendi toplumunun bir takım heykel ve sembollere yüklediği anlamları eleştirmiştir. Bu sorgulama neticesinde kırılan putlardan ziyade sarsılan o toplumun ideolojisi olmuştur. Putların yenisini yapmak mümkün olduğu hâlde onları asıl kızdıran şey kendi zihinlerinde tutarlılığını yitirerek tartışma konusu haline gelen kabulleri/itikatlarıdır. İşte “Bunu İlâhlarımıza sen mi yaptın ey İbrahim?..” (21/62) demelerinin ya da heykel kırma eylemi karşılığında onu ateşe atmak gibi oldukça ağır bir cezayı öngörmelerinin altında bu öfke yatar. Normal şartlarda bir putu balyozla kıramazsınız. Kırsanız bile yeniden veya yenisini yaparlar. Bir putu kırmanın tek yolu onu sorgulamaktır. Eleştirerek putu ancak sarsarsınız. Eğer sorgulama, beraberinde Hz. İbrahim’in ki gibi ahlakî bir duruş da barındırıyorsa putu yere yatırmanız işten bile değildir. Bu durumda sarsılan ve yere yatan aslında onun arkasındaki önyargı ve kabullerdir. Zira gerçek bir imanla desteklenen sağlam bir ahlakî yapının gücü karşısında uzun süre hiçbir şey duramaz ve dayanamaz.
Şimdi aşağıdaki şu ayetlere dikkat edin;
“Hani, o babasına ve kavmine; ‘Nelere kulluk ediyorsunuz?’ diye sormuştu. Onlar da: ‘Putlara kulluk ediyoruz ve her zaman, kendini onlara adamış kimseler olarak kalacağız!’ diye karşılık verdiler. (İbrahim:) ‘Peki, yalvarıp yakardığınız zaman sizi işittiklerine yahut size fayda ya da zarar verebildiklerine (gerçekten inanıyor musunuz)?’ dedi. ‘Ama’ diye çıkıştılar, ‘Biz atalarımızı da bunu yapıyor gördük!’ (İbrahim:) ‘Peki (bu) taptığınız şeylere (başınızı kaldırıp da) hiç bakmadınız mı, sizler ve sizden önceki atalarınız? İmdi, (bana gelince, ben biliyorum ki,) şüphesiz (bu düzmece tanrılar) benim düşmanlarımdır (ve benim için) âlemlerin Rabb’inden başka (İlah yoktur); beni yaratan da, bana doğru yolu gösteren de odur ve beni yediren de, içiren de odur ve hasta olduğum zaman beni iyileştiren ve beni öldürecek olan ve sonra yeniden diriltecek olan (hep) odur. Ve hesap günü’nde hatalarımı bağışlamasını umduğum kimse de odur. Ey Rabb’im! Bana (doğruyla eğrinin ne olduğuna) hükmedebilme bilgi ve yeteneğini bağışla ve beni dürüst ve erdemli insanların arasına kat ve gerçeği benden sonrakilere ulaştırabilme gücü ver bana ve beni o nimetlerle dolu bahçenin varislerinden biri yap! Ve babamı bağışla; çünkü o gerçekten yolunu şaşıranlar arasında. Ve o herkesin kaldırılacağı gün beni utandırma.’ dedi.” (Şuara, 26/70–87)
Bu ayetlerde, Hz. İbrahim’in Rabb’ini tanımlarken kurduğu cümlelere dikkat ederseniz tersinden muhataplarının kendi putlarına yükledikleri anlamları bulabilirsiniz.
Âlemlerin Rabb’i;
Yaratan,
Doğru yolu gösteren,
Yediren ve içiren,
Hastalıkları iyileştiren,
Öldüren ve sonra yeniden diriltecek olan,
Ve hesap gününde hataları bağışlaması umulan odur.
Bu konuların hepsi, insanlar için hayati bir önem taşır ve bir takım sembollerle Allah dışında bir şeylere yakıştırılması haksızlıktır. Demek bu cahil halk; doğru yolu bulmak, rızkını temin etmek, hastalıklarını iyileştirmek, ölüm korkusundan kaçmak ve umduklarına kavuşmak için bu putlara bazı anlamlar yüklemektedir. Kaynağı beşerî olan bir düşüncenin bütün bu talepleri karşılaması nasıl beklenebilir? Hangi ideoloji insana bu kadar geniş bir çerçevede cevap verebilmiştir? Sonuçta insanlar, bu taleplerini karşıladıklarını düşündükleri şeyler önünde boyun eğmek zorunda kalmayacaklar mı?
İnsanların bu taleplerini karşılamak adına yöneldikleri şeyler, mistik bir kurgu içinde kutsanmadan ilgi çekemeyecekleri için olağanüstü şekillere sokulur. Hiç değilse yenilmez kahramanlar, alçak düşmanlar ve cesaret öyküleriyle dolu masallar kurgulanır. Çoğu zaman bu kurgunun içeriğine mitolojilerden ya da dinden de eklemeler yapılır. Bu çaba sadece türbe, yatır, kabir, fal, nazar, büyü hikâyeleriyle oluşturulmaz. Anıt, heykel, uzay, burç, astroloji, enerji gibi çağdaş formları da vardır. Amaç bunlar üstünden hayata veya hayatta olanlara dair mesajlar üreterek insanları güdülemek ve mevcut yapıyı korumaya yönelik kazanımlar elde edilmesine imkân vermektir. Dinin böylesine çıkar ilişkilerine alet olmasını önlemek için şüphesiz doğru anlaşılması gerekir.

Sâmiri Çabası
Put oluştururken dinden yardım almaya “Sâmiri çabası” demek yerinde olur. Kur’an anlatımında Sâmiri, Hz. Musa’nın yokluğunda oluşturduğu puta anlam ve içerik kazandırırken “Elçi’nin İzi” nden almış/çalmıştır. Şöyle ki;

“(Sâmiri): ‘Ben, onların görmediklerini gördüm. Elçi’nin eseri (izi)nden bir avuç aldım da attım; nefsim bana böyle (yapmayı) hoş gösterdi.’ dedi. “ (Taha, 20/96)
“Ben onların görmediklerini gördüm…”
Yani;
Herkesin tapınma ihtiyacı var.
Gizemli şeyler de merak uyandırıyor.
Daha iyi ve daha çok yaşama arzusu kimde yok ki?
İstediği anlamı yükleyebileceği bir sembol kimin işine gelmez?
Dokunabileceğin somut bir Tanrı figürünün kandıran cazibesi ve
Yaptırımları olmayan eğlencelik bir dinle tatmin olmak da cabası.
Baktım sorumluluğu üstlerinden atacak bir kutsal ikon işlerine gelecek.
Boğa kültünün tarihlerinde ısrarla tapınmalarına konu olduğunu da bildiğimden,
Mısır’dan çaldıkları ziynetlerden katıp karıştırıp bir buzağı yapmaya karar verdim.
Zaten Musa’nın yüklü bir dinî yaptırımla geleceğinden korkup sızlanıyorlardı.
“Elçinin eserinden bir avuç aldım da attım…”
Yani;
Musa’dan öğrendiğim bir sürü şey vardı.
Hiçbir insan kulluk etmeden duramazdı.
Rabb’in vasıflarından bir kısmını çalıp
Sadece onlara ait olacak bir din oluşturdum.
Bunun içinden de sorumluluğun baskısını atıp
Arzuların İlah olduğu bir kutsal alan peydahladım.
Milletin altınlarını toplayarak yaptığım altın buzağı heykeli,
Aslında insanların ihtiraslarının şekle bürünmüş somut haliydi.
Kendine tapınmanın daha uygun ve kolay bir yolunu bulamadım.
“Nefsim bana böyle (yapmayı) hoş gösterdi…”
Yani;
Herkes bir tiyatro oynamıyor mu?
Din de insanların elinde,
Bir avunma aracı olabiliyorken,
Mutlu olmak adına,
Aldanmanın kime ne zararı var?
Ne olmuş sanki!
Bu sefer senaryoyu ben yazdım.
Sâmiri; insanların ihtiraslarını tapınma ihtiyaçlarıyla birleştirmişti. Yaptığı düzmece şey, İlah’ın vasıflarından bir kısmını, oluşturduğu sembole eklemlemekten ibaretti. Dahası, onların beklentilerinden oluşturduğu bu sembole elçinin öğretilerinden aldığı bilgi ve değerlerden bir kısmını yükleyerek onu meşru bir zemine çekmiş yani ona din aşısı yaparak kutsamıştı. Hesap sormayan, soramayan bir Tanrı ile onları rahatlatmıştı. Onlara göre imtihanı ve sorumluluğu olmayan bir alandı bu. Hâlbuki bu satın aldıkları puta karşı ödedikleri bedel çok ağırdı. Kaybettikleri şey kişilikleriydi. Bir istek, İlahlaşma iddiasına soyunduğu zaman kendi gibi pek çok İlah ile savaşmak zorunda kalır. Adalet ve eşitlik mumla aranır hale gelir. Yükselen ve alçalan benlikler oluşur. Tanrı olmak kolay mı? Kişinin put yontarken yaptığı inşanın yapı taşları, kendinin ya da başkalarının şahsiyetinden çaldıklarıdır. Nitekim “Tanrı” fikri, gücünü kendinden almadığı zaman vampire dönüşür. Bilindiği gibi sahte Tanrılar, insanlardan beslenir ve onlara ağır bedeller ödetir. İnsanların kanını emer, bitirir. Dünyada ki hükmetme yarışlarının ne kadar kanlı sonuçlandığını söylemeye bilmem gerek var mı?
İnsan, yaşadığı hayatın risklerinin farkına vardığı an, tehlike saydığı şeylerden kendisini koruyacak surlar inşa etmeye başlar. Hayatın olası risklerinin oluşturacağı tehlikelere karşı kendine tutunacak dallar arar. Bazıları daha ileri giderek bu surlara kendi bayrağını diker. Kendi yazdığı senaryoda kendini kahraman ilan eder. Kendi için yaptığı bu kalenin bütün taşlarını kendi emeği ile imal edemez. Başkalarının taşlarından çalmaya başlar.(4/78, 33/26, 59/2) Bu gayretini neredeyse ölünceye kadar devam ettirir. İnsanın kendi arzu ve isteklerini gerçekleştirmeyi umduğu sahada edindiği sembolleri puta çevirmesi ya da bu uygun zemini kaybettiğinde alan değiştirmesi an meselesidir. Beklentilerin oluşmadığı zamanlarda bu yer değiştirmeye “Putunu yemek” denilebilir. Sadece bu açgözlülüğü bile insanın ne kadar kaygan bir zeminde hareket ettiğini gösterir.
Put, sadece menfaati simgeler. İnsanların ortak beklentilerinden yola çıkar. Beklentileri, odak noktası haline getirir. Her sahaya ve topluma ait özel biçimleri vardır. Umut aşılar. Fakat ulaşılmazdır. Çünkü ulaşıldığı anda gizemini kaybeder. Kur’an bu putlaştırılan obje ya da düşünce biçimlerinin insanların sorunlarına cevap verip çözüm üretememelerini onların sahte oluşlarıyla ilişkilendirir (7/194, 35/14, 18/52).
Kişinin yetiştiği muhitten tutun aile içinde ve dışında aldığı eğitime kadar pek çok şeyin insan zihnini oluşturduğu ve yönlendirdiği bilinir. Sahip olduğu dünya görüşü bu çevrelerden aldıklarıyla şekillenir. Bu şekillendirme ve yönlendirmelerle beraber insanın objektif kalmasının ve sağlıklı sonuçlara varmasının güçlüğünü fark edersiniz. Buna rağmen kaynağı beşerî olan bir düşüncenin herkes için her zaman geçerli olduğu varsayımı, kutsallaştırmanın ilk adımı sayılır. Bu anlamda bütün ideoloji sahipleri de mümindir. Zira bir şeylere inanma ihtiyacı fıtrîdir.
İlk olarak bir şeyin put olması için önce ulaşılmaz olması gerekir. İdeolojiler bu anlamda sürekli vaat eden ama ulaşılmaz, ulaşılamaz olarak kalırlar. Birileri tarafından verilecek bir hak görüntüsündedirler. Hiçbir yerde doğru dürüst uygulama alanı bulamazlar. Hep aşama aşama varılacak bir sonuç, bir amaç olarak kalırlar. Bu ulaşılmaz halleriyle toteme dönüşürler. İnsanların daha iyi yaşama taleplerini emer ve özgürlükleri pervasızca tüketirler. İkinci olarak, dokunulmazdırlar. Eleştirilmelerine müsaade etmezler. İde iken erk olurlar. Zamanla derinlemesine bir kapsam kazanarak ikonlaşırlar. Asla tartışamayacağınız ilkelerle beslenir ve evrensel olma iddiasına sarılırlar. Sınırlar çizerler. Belli bir çizginin üstüne çıkmak için sizden itaat ve iman beklerler. Dışına çıkamayacağınız alanlar belirleyerek kendilerine özel kapsamlar oluştururlar. Normal şartlarda, insanların ortak beklenti ve menfaatlerinin bir yaşam ya da yönetim biçimine dönüşmesi yanlış değildir. Yanlış olan asla ulaşılamayacak bir hedef uğrunda sorgulanamaz ilkeler edinerek bir ömür tüketmek halidir. Bugün için insanların ulaştığı seviyede, edindikleri ideolojilerin bu dünyanın zulüm ve yokluk altında inleyen insanlarına faydalı olmasını beklerken çıkar çevrelerinin ve put yapıcılarının elinde bir oyuncağa dönüştüğünü görmek üzücüdür. Nitekim hiçbir kavram kendi kendine konuşamaz. Dolayısıyla bu kavramları oluşturup, isimlendiren ve ona içerik, anlam ve amaç kazandıran yine insanlardır (7/71, 12/40, 53/23).

Kim Sorgulanır?
Hangi din anlayışı; yetim, yoksul ve ezilen insanları göz ardı edip emperyalistlerin ekmeğine yağ sürecek hurafe ve batıl inançların kaynağı olma yolunda afyona dönüşmeyi kabullenebilir? Bu anlamda; türbe, anıt, kabir veya diğer sosyal ve siyasal semboller üzerinden hayatın somut problemlerine nasıl çözümler üretilebilir? Ekonomik ve sosyal hayatın sıkıntıları karşısında reel açılımlarla sorunlarına çözüm bulamayan insanların; doğru dürüst yaşamak, geçinmek ve düşünmek gibi haklı taleplerini çözmeye çalışmak yerine tarihe gömülmüş ya da ölmüş kişileri, görüşlerini veya ideolojileri halkın gündemine taşıma çabaları sağlıklı olabilir mi? Eğer bunlara sembolik anlamda bir fikri yaşatma çabası olarak bakılacaksa daha vahim sonuçlar beklenmelidir. Nitekim tarihin bir bölümünde kendi indî şartları içinde gerçekleşmiş düşünce ve olayları –doğru olsalar bile- ilkeleştirip bugüne ait sorgulanamaz gerçekler olarak ortaya koymak ve bunları evrensel saymak tehlikelidir. Aradaki zaman farkından dolayı bu yaklaşım tarzları içinde ister istemez mukayeseler ve yorumlar barındıracaktır. Ve belki de zaman ve şartlarla kayıtlı bu özel tespitler, herkes için kabul edilmesi gereken dayatmalara dönüşecektir. Üstelik dayatma olduğu anlaşılmasın diye tartışılmasına ve sorgulanmasına müsaade edilmeden mistik anlamlarla süslenebilecektir. Bilindiği gibi bir şeyi mitolojiye çeviren şey basit ve kurgulanmış olaylar üstüne metafizik anlamlar yüklemektir. Allah için öngörülen bütün taleplerin sadece insanların yararına olduğu düşünülürse Allah’a rağmen oluşturulan bu efsanelerin neredeyse tamamının birilerinin çıkarlarına hizmet etme şüphesi her zaman vardır. Bu şüpheden dolayı put için, “İnsanın ihtiraslarının arkasında gizlendiği yine kendi tarafından kutsanmış örtüdür.” tanımı uygun düşmektedir. Unutulmamalıdır ki put üreten sistemler, Allah’tan rol çalar ve onunla kandırmayı da deneyebilirler (31/33, 35/5). Saltanatların veya iktidarların güdümüne girmiş ve kitabına uydurulmuş bir “din” den kimseye hayır gelmez. Söz konusu şey “Hükmetme” olduğunda “Allah” diyene bile şüpheyle yaklaşılması gerekirken kaynağı “beşerî” olan bir iddia hayli hayli sorgulanmalıdır. Tarih bu tezlerin altından bir çapanoğlu çıktığına çok defa şahittir. Herkes için adalet, eşitlik ve özgürlük getirmeyen her düşünce ne adına ve kim için olursa olsun reddedilmelidir.
Ayrıca putların gölgesinde oluşan sanal gündemlerin meşguliyeti oldukça zaman alır ve sizi reel dünyadan öylesine uzaklaştırır ki gerçeğin ne ve hangisi olduğuyla uğraşmaktan başka bir şeye bakmaya mecaliniz kalmaz. İnsanlar aç ve açıkta iken onlara ilke ve ideoloji dayatmanın ya da cin ve büyü hikâyeleriyle oyalamanın onları kandırmak ve uyutmaktan başka ne anlamı olabilir?
İslam düşüncesinde, dokunulmaz ve sorgulanamaz olan sadece Allah’tır. Sadece o “la yusel” sayılmalıdır. Kutsal, bir şeyi önemli kılmak ise onun dışında her şey ona yakınlığı nispetinde değer kazanır. Allah, her şeyi yerli yerinde ve amacına uygun bir şekilde yaratmıştır. Birden fazla İlah anlayışı, bu düzenin bozulmasının en önemli sebeplerinden biri sayılmıştır. Dolayısıyla insanın gerek dış gerekse iç dünyasındaki düzen ve disiplini sağlamak için tek İlah kabul etmesi konusunda ısrar edilmiştir.  Kaosa gelince, Allah’ın yaptığı hiçbir şeyden “suç” ya da “kusur” sayılabilecek bir şey hâsıl olamayacağına vurgu yapılarak olup biten olaylarda sorumluluğun insanda olduğu açıkça dile getirilmiştir.
“O, yaptığından dolayı sorgulanamaz fakat onlar sorgulanırlar.” (Enbiya, 21/23)
 “O, yaptığından dolayı sorgulanamaz…”
Çünkü;
“…Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?” (67/3)
“O, yaptığından dolayı sorgulanamaz…”
Çünkü;
 “…Hiç kimse Allah kadar güvene layık olamaz.” (4/132)
“O, yaptığından dolayı sorgulanamaz…”
Çünkü;
 “Dilediğini yaratan ve (insanlar için) en iyi olanı seçen senin Rabbindir…” (28/68)
Sorgulanamaz;  herhalde buna gücünüzün yetmeyeceğinin de farkındasınız. Sorgulanamaz; çünkü eksik bir şey bırakmadan üstüne düşen her şeyi zaten yapıyor. Sorgulanamaz; zaten her şeyi belli bir ölçü, düzen ve denge içinde amacına uygun şekilde yaratıyor. Sorgulanamaz; zira başınıza gelen bütün musibetler kendi ellerinizle yaptıklarınızdan kaynaklanıyor.
İnsan, samimi ve dürüst davrandığı sürece ileri sürdüğü şikâyet ya da mazeretlerin tamamının aslında Rabb’iyle bir ilişkisi olmadığının farkındadır (75/14, 15). Çünkü O; rızık verenlerin (62/11), yardım edenlerin (3/150) ve hükmedenlerin (10/109) en iyisidir. Adalet ve merhametini sizin için sonuna kadar kullanır. Zihninizdeki mükemmelliğin tam karşılığı odur. Bu durumda onun sorgulanması ve sonuçta suçlanması düşüncedeki bütün saf iyilik ve güzellikleri sarsacaktır.

Masum Değiliz Hiç Birimiz
Herhangi bir şey, beşeri ya da dünyevî vasfını yitirmeden kutsallaşamaz. Dokunulmazlık ve masumiyet yani günah ve hatalardan uzak kalmak kimsenin harcı değildir. Söz konusu peygamberler (a.s.) olduğunda da durum böyledir. Kur’an, elçiler de dâhil olmak üzere pek çok insanın yaptığı hatalı ya da yanlış şeyler için uyarı ve öğütlerle doludur. Ancak peygamberlerin Allah tarafından seçilmeden önceki hayatlarının, olabildiğince düzgün olduğu düşünülmektedir. Nitekim dürüst ve güvenilir yapıları, onların seçilmelerinde de rol oynamış olmalıdır. Risâlet sonrası peygamberler, vahyin eğitiminden geçmiş olmaları ve edindikleri yüksek ahlaklarıyla büyük günahları/suçları zaten işlemezler. Tamamen iyi niyetlidirler ve kasıtlı olarak kötü bir şey yapmış olabilecekleri düşünülemez. İşledikleri muhtemel hatalar, engellenmez ama bizzat İlahî irade (vahiy) tarafından düzeltilir. Çünkü örnek konumundadırlar. Bu örneklikleri hasebiyle İslam uleması da haklı olarak onlara toz kondurmamıştır. Onlara duyulan saygıdan dolayı yaptıkları hatalara “günah” yerine “zelle” demeyi tercih etmişlerdir. Saygıya layık olan budur. Ama bu yaklaşım dahi onları masum yapmaz ve beşeri yönlerini ortadan kaldırmaz. Uygun olan da budur. Bir şeyin kutsallaştığı oranda uzaklaştığı unutulmamalıdır. Resulleri insanüstü kılmak onları örnek almayı önleyecektir. Zira onları beşer vasfından soyutlayacak her teşebbüs, örnek alınmalarını zorlaştıracak hatta imkânsızlaştıracaktır. Bir saygı ifadesini olağanüstü insan formuna dönüştürmek, kaş yapayım derken göz çıkarmaya benzer. Peygamberi öveceğim derken ulaşılmaz kılarak göğe yükseltmek onu hayattan koparmak anlamına gelir. Hâlbuki bize örnek olacak ve önderlik yapacak kişinin yerde yürümesi, çarşı pazar gezmesi ve bizim gibi yaşaması gerekir (25/7). Örneğin hakikati inkâr etmekte ısrar edenlerin, peygamberlerin yanında bir melekle dolaşması ya da bizzat kendilerinin “Melek” olmaları gerektiği hususundaki iddialarının arkasında “hileli” bir anlayış vardır (6/9, 11/12, 17/95). Melek bir peygamber istemek laik bir tavırdır. Hayattan kopuk ama kutsal veya örnek alınamayan ama mübarek bir kişi tasavvuru, yarı İlah görüntüsüyle dünyalı olamaz. Dolayısıyla “melek” istemek; “Yaşadığımız dünyaya ait olmayan birinin emir ve tavsiyeleri de bizi bağlamaz.” veya “Bir meleğe nasıl ayak uyduralım!” anlamında gizli bir reddediş içerir. Sorumluluktan kaçmanın yolu budur. Bu bir tuzaktır. Bu yüzden bütün peygamberlere ait ortak bir cümle hep kurula gelmiştir; “Ben de sizin gibi bir insanım.” (41/6). Nitekim bütün ömürleri insanları sorumluluğa davet etmekle geçen peygamberlerin kendilerini kutsayıp bu yaklaşımın dışında tutmuş olmaları düşünülemez (3/64, 79). Ayrıca Kur’an’da, peygamberlere dahi hesap sorulacağından bahsedilmesi kayda değerdir.
“Yemin olsun, kendilerine elçi gönderilenleri muhakkak hesaba çekeceğiz; gönderilen elçileri de mutlaka hesaba çekeceğiz.” (A’raf, 7/6).
Aslında peygamberlerin cennete gireceği “neredeyse” bellidir. Buna rağmen ayetteki “hesap sormak” tan kasıt, bu yolda birilerinin -özellikle yöneticilerin- kendilerini bu hesap verme anlayışı dışında tutmalarını önlemek için olmalıdır. Dolayısıyla kendisinden hesap sorulamayacak hiç kimse yoktur. İslam’ın diğer sistemlerden ayrıldığı önemli noktalardan biri, toplumda en üstteki ile en alttaki kişinin hukuk karşısında eşit olduğu anlayışının uygulamada bizzat karşılığının bulunmasıdır. Bu uygulama, bütün bireylere sorumluluk yükler. Özellikle yöneticiler, halka karşı sorumludurlar. Tarihte “masumiyet” anlayışındaki aşırılıklar yüzünden pek çok yönetici ya da lider, bu düşünceyi kendisine zırh yaparak sorumluklarını askıya alabilmiştir. Çünkü nihayetinde peygamberlere yakıştırılan bu vasıf zaman içerisinde onlara da yapışıp kalmıştır.
Kim olursa olsun şahısların kutsallaştırılarak kurtarıcı rolüne sokulması ve insanın bu vehmettiği sorgulanamazlıklardan kendisine pay veya nasip çıkarması makul değildir. Ayrıca Peygamberimizin, kızıyla ( Buhari; Vasiye, 11), Hz. İbrahim’in, babasıyla (60/4), Hz. Lut’un da hanımıyla (66/10) ilişkilerindeki “…Seni kurtaramam…” ya da “Allah’tan sana gelecek şeye engel olamam.” yaklaşımı dikkate alınırsa insanın sorumluluklarını başkasına yükleyerek hiçbir gayret göstermeden hesaptan kurtulmayı düşünmesi de doğru olmamalıdır.
Arkadaşlarının ara sıra “Bu bir vahiy mi yoksa kendi görüşün mü ya Rasûlullah?” diye sormalarına bakılırsa son derece nezaket taşıyan bu yaklaşım, onların İlahî olanla beşerî olan ayrımına dikkat ettiklerini gösterir. Eğer “Hayır, kendi görüşüm.” cevabını alırlarsa, gerekli gördüklerinde; “Müsaade ederseniz ben de görüşümü söyleyebilir miyim?” şeklinde konuya katılmak istemeleri takdire şayandır. Bu tarz, onların neye karşı çıkabileceklerini ve nerede söz sahibi olduklarını bildiklerine işaret eder. Hatta iniş sebepleri söz konusu edildiğinde bazı ayetlerin; arkadaşlarının peygamberimize yaptıkları itirazlar karşısında onları haklı çıkaracak şekilde gelmesi de bunu teyit eder. Onlar; Allah konuştuğunda susmayı, peygamber konuştuğunda ise kendi düşünce ve yorumlarıyla katkıda bulunmayı seçmişlerdir. Kutsal olanla olmayanı ayırt etmek tam anlamıyla budur. Nitekim peygamberimizin, arkadaşlarının sözüne böylesine değer ve önem veren tavrını da örnek almak gerekir. Yeryüzünde yönetici olduğu halde böyle davranabilen çok az kişi vardır. Ayrıca gerçek görüş alış verişi (istişare) de budur. Yoksa sadece danışmak ve sonunda kendi bildiğini okumak değil.
Peygamberimizin arkadaşları için de aynı durum söz konusudur. Gösterdikleri liyakat ve fedakârlıklar açısından hepsi saygıdeğer insanlardır. Onların gayreti; İslam’ın anlaşılmasına, yaşanmasına ve yayılmasına katkı sağladığı için rahmetle anılmaları gerekir. Yine İslam dininin bize kadar ulaşması onların vesilesiyle olmuştur. Onlar, hak-batıl mücadelesinin öncüleri olarak tarihe geçmişlerdir (9/100). Her türlü iyilik ve hayırda öne geçemeye çalışarak topluma örnek olmuşlardır (23/61). “…Allah onlardan razı olmuş; onlar da ondan razı olmuşlardır…” (9/100, 58/22) ayetlerinde sözü edilenler yine onlardır. Peygamberimizle beraber mücadele etmiş, eziyet çekmiş, hicret etmiş ve ona yardım etmiş olmaları bütün müslümanlar nezdinde onları saygın kılmış ve cennetlik olduklarının düşünülmesine neden olmuştur. Doğrusu da budur. Hatta bir kısmına “Aşere-i Mübeşşire” yani “Müjdelenen On Kişi” yani bu anlamda bazıları için “Cennetle Müjdelenenler” denilmesinin altında bu sebep yatar. Bu, “Onlara bakın cennetin yolunu bulursunuz.” anlamında toplum açısından peygamberimizin uyguladığı bir eğitim yöntemi olarak anlaşılmalıdır. Buradaki amaç, halk içinde örnek alınabilecek bireylerin sayısını arttırarak insanların doğru yolu bulmalarını kolaylaştırmaktır. Nitekim çeşitli vesilelerle bir arkadaşını göstererek “Cennetlik birini görmek isteyen ona baksın.” şeklindeki yaklaşımları, insanları onlar gibi iyi davranışlar geliştirmeye teşvik etmek içindir. Nitekim Kur’an öğretisinde; insanın kendisini ya da bir başkasını, hesap vermeden daha dünyadayken cennete girme garantisinde görmesi (recâ) doğru bulunmamıştır. Ayrıca benzer bir yaklaşım içinde “Nasıl olsa affedileceğiz.” (7/169) diyerek cenneti parselleyen ehl-i kitap taraftarları da kınanmıştır. Sonuçta biz bütün sahabeleri sever, hayırla ve rahmetle anarız. Tabiî ki onları örnek almak imkânı açısından kutsamadan ve insan olduklarını unutmadan…
Peygamberimizin sakalı ve hırkası için de aynı tutarlı yaklaşımı sergilemek gerekir. Onları kutsamak ve çevresinde tavaf ederek bir sorunu çözmek ya da Allah’a yaklaşmak için vesile kılmaya çalışmak yanlıştır. Peygamberimize ait olan şeyler, bize onu hatırlatır. Zemzem’in Hz. İbrahim’i, hanımını, İsmail’i ve onların mücadelelerini hatırlatması gibi. Onları bize hatırlatan her şey, değerlidir. Bu değerin büyüklüğünü ifade etmek açısından peygamberlere ait olduğu düşünülen eşyalara “Kutsal Emanetler” denilmiştir. Bu sadece bir saygı ve hatırlama ifadesi olarak kalmalıdır. Aksi halde bir eşyanın kutsanmasının bireyi o eşyadan medet umar hale getirmesi söz konusu olacaktır.
Burada Ehl-i Kitab’ın “Kutsa ve gönder.” tavrıyla bir şeyi erişilmez ve olağanüstü yaparak ondan uzaklaşmak istemelerini hatırlanmalıdır. Kitap ehlinin, bütünüyle kutsal edinmeye dayalı ve sayısız aziz üretmiş bir yaklaşımın sahipleri olarak, dünyadan bu kadar kopuk bir tasavvur benimsemeleri düşündürücü değil mi? Dikkat edilirse put edinme gayreti sadece din dışı alanlarda değil bizzat dinin içinde hortlatılan bir olgu olarak bütünüyle cehaletin eseridir (7/138). Tabiat boşluk kabul etmez. İnsanın zihni de öyle. Doğrunun girmediği yere yanlış yerleşir. İnkârla nitelenebilecek sahte davranışlar, sonuçta sahibini esir alan batıl inanışlara kapı aralar. Şu ayette anlatıldığı gibi; “Zira hakikati reddetmeleri yüzünden bunların kalplerini (altın) buzağı sevgisi kaplamıştır.” (2/93). Ve bu sevginin âhirette herhangi bir karşılığı olabilir mi?

Puta Tapmak
Allah dışında veya yanı sıra bir şeyin dokunulmaz ya da sorgulanamaz olması onu putlaştırır. Put, sahte İlah görüntüsü demektir. Doğaüstü etkileri olduğuna inanılan güçler gibi. Özellikle Kur’an’ın indiği dönemde “Put” anlayışının taşa-toprağa tapma olarak anlaşılması, farkında olmadan nüzul ortamını fazlasıyla ilkel kılmaktadır. Mekke cahiliye devri yeterince iyi tahlil edilseydi, putlara taptığı söylenen insanların aslında sanıldığı kadar ilkel olmadığı bilinirdi. Nitekim Kur’an’ın indiği ortamın onun içeriğini anlamayı vacip kıldığı düşünülürse en azından bu seviyeye uygun bir kültürel ortam var saymamız gerekecektir. Bazılarının dediği gibi Mekke müşriklerinin hemen her birinin kendilerine özel kitap ya da sahifeler indirilmesini istemeleri, bilinenin aksine o ortamdaki okuma yazma oranının çokluğuna işaret eder (17/93, 74/52). Üstelik söz konusu ilkelliğin görüntüsü konumundaki putçuluk, zannedildiği gibi sadece bir taşa tapma eylemi de değildir. Her put, arkasında gizemli ya da yarı açık bir düşünce taşır. Bu düşünce, saf anlamıyla bazen bir ideolojiyi içerebileceği gibi süslenmiş ilkeler altında bir menfaat beklentisini de barındırabilir (53/27–29). Hatta bu sembolün oluşmasına kaynaklık eden saikler irdelendiğinde; ekonomik, sosyal ya da siyasi bir arka planla karşılaşırsınız. Günümüzde de bu arka plana sahip pek çok putlaştırılmış şey bulabilirsiniz.
Risâletin başladığı ilk yıllarda Kâbe’de bulunan üç yüz altmış küsur putun her biri aslında bir kabilenin sembolüydü. Mekke site devleti, her kabilenin kendi putunu Kâbe’de temsil etmesine izin vererek kendi çapında bir  “Birleşmiş Milletler” oluşturmuştu. Bu temsil, orada düzenlenen panayır türü etkinliklerle ticari ve siyasi olarak Kureyş’in liderliğini pekiştiriyordu.
O günlerde amcasının peygamberimize söylemeye çalıştığı şey şuydu;
“Yeğenim, gel anlaşalım. Her millet kendi Tanrısına tazim için buralara kadar geliyor. Panayırlar ve pazarlar oluşuyor. Tapınıyor ve alışveriş yapıp gidiyorlar. Biz de para ve itibar kazanıyoruz. Üstelik bu sayede ortak kültürel bir mirasın sahibi olarak hem atalarımızla aramızda bir bağ kurabiliyor hem de toplumsal birlik ve bütünlüğümüzü sağlıyoruz. Sen şimdi bu put dediğin şeyleri kırıp kaldırmamızı ve İbrahim’in dininin tek Tanrı anlayışına geri dönmemizi mi istiyorsun? Dediğin gibi yapsak nereden gelir elde edeceğiz? Karnımızı nasıl doyuracağız? Halkımızı bir arada nasıl tutacağız? Kâbe bu tapınmalara kaynaklık etmez ve buraya kimse gelmezse itibarımızı nasıl koruyacağız? Aç ve açıkta kalmaz mıyız? Bu durumda kim bizi doyurur ve kim bizi korur?”
Bu yaklaşımın ardından şu sure indirilmişti.
“Kureyş’e kolaylaştırıldığı, evet, kış ve yaz seyahatleri onlara kolaylaştırıldığı için onlar, kendilerini açlıktan doyuran ve her çeşit korkudan emin kılan şu evin Rabb’ine kulluk etsinler.” (Kureyş Suresi)
Cevap anında geldi;
Yani
Korkmayın.
Ben doyuracağım ve ben koruyacağım.
Öyleyse sadece Kâbe’nin Rabb’ine kulluk edin.
Zaman içerisinde Kâbe’nin Rabb’i, sözünü tuttu. Oraya gerekli ihtimamı gösterdi ve itibarını yükseltti. Ancak ne yazık ki sonradan Kâbe, inandığını söyleyen insanlar elinde esas fonksiyonlarını yine kaybetti. Hac, inananlar için ortak bir platform olmaktan çıkıp tekrar bir sülalenin itibarına ve servetine hizmet eder oldu. Kureyş gitti. Suud geldi. Belki taştan putlar kalktı ama yerine başka semboller geçti. Hala aç kalmaktan korkuyorlar ve hala güvenlik sorunları var.  Bu yüzden emperyalist güçlerle kol kola geziyor ve bir türlü İbrahim’in dinine geri dönmüyor, dönemiyorlar. Haccı ve hacısı çok milletlerin bu kadar haksızlıklarla hemhâl ortamların bireyleri olması bunu göstermiyor mu?
Put;
İnsan zihninin ürettiği totem,
Sahte ya da sanal İlah görüntüsü,
Beklenti ve tutkuların altında yattığı örtü,
Aldatmak kastıyla şahsi çıkarların arkasında gizlendiği kutsallaştırılmış şey,
Arkasına sığınılarak kendi taleplerini meşrulaştırma çabasına hizmet eden sembol demektir.
Bir duygu ya da düşünceyi puta çeviren şey onu kutsamaktır. Kutsamak, onu dokunulmaz ve sorgulanamaz kılarak her şekilde size emretmesine imkân tanımaktır. Buradaki emretmek; basit alışkanlıklar, disiplin ve düzen sağlama anlamında değildir. Bilakis; dünya görüşü, hayat algısı ve otorite edinmek türünden bütün davranışlara kaynaklık edip yönlendiren bir güç ya da güçler telakkisidir. Hatta bu otorite, güvenlik ve özgürlük alanlarını belirleyen bir kabul/iman zemininde hareket eder. Örneğin herkes gibi bir şeyleri seversiniz. Ama hiçbirini Allah yerine koyamazsınız. Ayrıca bir sevgiyi Allah’a rağmen başlatamazsınız. Allah gibi sevemezsiniz (2/165). Sevginin başka bir objeye yönelerek emretmeye başlamasıyla insanın özgürlük alanları daralır. Hayat algınızda bir objenin sevgisi size emrediyor ve arkasından neyi nasıl yapacağınızı ya da yapmayacağınızı söylemeye başlıyorsa orada “şirk” var demektir. İnsanın bütün varlığını uğruna adamasına bakılırsa sevginin tutunduğu objenin değeri epey büyük gibi gözükmektedir. İşte Hz İbrahim’in uyarısı, tam bu noktadadır: “Siz Allah’ı bırakıp putlara taptınız. Tek sebep, bu dünyada kendinize (ve atalarınıza) karşı duyduğunuz sevgiye esir olmanızdı…” (29/25). Söylenen şey şudur: Sırf aranızda dünya hayatına mahsus bir muhabbet (ve çıkar) uğruna Allah’ı bırakıp birtakım putlar edindiniz ve bunları aranızdaki ilişkinin ve bağın ortak noktası saydınız. Hâlbuki insanların sahip oldukları hiçbir özellik Allah’ a iman kadar birleştirici ve tatminkâr değildir. Hiçbir şey onun yerini tutamaz.
Korku da böyledir. Emretmemelidir. İnsan, doğal olarak bir sürü şeyden korkabilir. Ancak o korku, hayatın merkezine oturup diğer bütün ilişkileri belirleyen emredici bir güç haline gelirse şirke konu olur. Şirk, ortaklık demektir. Ortak kılarak güç edinme gayreti, aslında bir hedeften sapmadır (36/74, 75). Bu anlamda, yaratma da emretme de Allah’a aittir. Emreden sevgi ve korku ondan başkasına yönelmemelidir. Bir güç gösterisine dönüşüp hayatın merkezine oturarak emretmemelidir. Reel olarak sevgiyi ya da korkuyu abartarak kutsamak -edebî bir anlatımın konusu olmanın dışında- insanın özgürlük alanlarını yok ederek onu “kukla”ya çevirebilir.
Bütün ibadet örnekleri, insanı kukla olmaktan kurtarmayı hedefler. Örneğin; Hac ibadeti esnasında yapılan “tavaf”, her şeyi dışarıda bırakıp yalnızca Allah’ın merkeze alınması ve böylece insanı büyüleyen şeylerden onu özgürleştirmek için yapılır. Bu eylemle sembolik olarak anlatılmak istenen şey, tam olarak budur. İnsanın hayatının merkezine koyması gereken şey “Allah” düşüncesidir. Emreden sevgi ona aittir. Yani, herhangi bir şeyin sevgisi tercih sebeplerinizi ortadan kaldırmamalıdır. Seçim yapmak, insan iradesinin en ayrıcalıklı tarafıdır. Dahası insanı insan yapan şey budur. İnsanın tercihlerinin yok edildiği alanlar, onun için “esaret” anlamı taşır. Özgürlüğünü yok eder ve başkalarının önünde küçük düşürür. Bu yüzden bir şeyi “Allah gibi sevmek” yasaklanmıştır (2/165). Kâbe yerine parayı, makamı ya da sevilen herhangi bir şeyi hayatının merkezine alıp onun etrafında dönmek doğru değildir. İnsanın hayatın merkezine aldığı şeyler, çevresinde dolap beygiri olacağı bir sömürüye ya da çıkar ilişkilerine dönüşmemelidir.
Şahsi isteklerine, vahyedilmiş ahlakî ölçülerin üstünde bir yer veren insanlar, put edinerek kendilerini kaçınılmaz olarak yok oluşa götürecek bir hayat tarzı benimsemiş; boş, anlamsız ve değersiz bir yaşam şekli seçmiş olurlar (7/139). Üstelik semboller konuşamadığı için onları konuşturan birilerinin çizdiği çerçeveyi, kendi kaderleri sanarak aldanırlar. Kur’an, vahyi görmezden gelerek insanın peşinden koşup hayatının merkezine koyduğu şeylerin, onun açlığını asla gidermeyeceğini söyler (7/194). Kişinin Rabb’ine yönelmesi dışında tam olarak tatmin olamayacağından bahseder (13/28). Öyleki her türlü kutsamanın altından beşerin pespaye arzularının çıktığına dem vurarak insanın kendini kandırmamasını ister. Nitekim “konuşamayan”  ve  “karşılık veremeyen” ölü ideolojilerin ikonları yerine her an yaratmaya devam eden gerçek İlah’a yönelmelerini önerir (21/63).
Yeryüzünde açan her çiçek, Rabb’in hala bu dünyadan ümit var olduğunu gösterir. Puta tapan bir toplumda yaşıyorsanız her güneş doğduğunda bunu düşünmeniz size iyi gelecektir.
Musa Şimşekçakan
30 Haziran 2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder